Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Adınla Çağır Beni
Adınla Çağır Beni

Adınla Çağır Beni

André Aciman

Aşk birden çıkar insanın karşısına, yakalamak ya da ıskalamak size kalmış. Bazen “aşk” olduğunu anlamazsınız, bazen de anlasanız bile onu tutmak, kendinize saklamak zordur….

Aşk birden çıkar insanın karşısına, yakalamak ya da ıskalamak size kalmış. Bazen “aşk” olduğunu anlamazsınız, bazen de anlasanız bile onu tutmak, kendinize saklamak zordur. Adınla Çağır Beni delikanlılık çağındaki bir gençle, ailesinin yazlığında kısa süreliğine kalmaya gelen bir konuk arasında gelişen beklenmedik, bir o kadar da güçlü aşkın öyküsü. Sevdiği kişiyi sadece bedeninin değil ruhunun da bir parçası kılmanın etkileyici bir tasviri. Saf tutkunun dönüştürücü etkisini olağanüstü bir üslupla kaleme alan André Aciman, iki erkeğin gözlerinden kalplerine akan bir aşkı okura yaşatıyor.

I. BÖLÜM
Daha Sonra Değilse Ne Zaman?

“Daha sonra!” Sözcükler, konuşma, yaklaşım işte bu. Birisinin hoşçakal demek için “daha sonra” sözcüklerini kullandığını hiç duymamıştım. Kaba, ters ve dışlayıcı bir etkisi var; sizi tekrar görmeyi ya da sesinizi duyup duymamayı hiç umursamayan birinin gizlenmiş kayıtsızlığıyla söylenmiş sanki. O adam hakkında hatırladığım ilk şey bu ve bugün bile hâlâ kulaklarımda. Daha sonra! Gözlerimi kapatıp o sözü söylüyorum; ve İtalya’ya dönüyorum yine, yıllar öncesine, iki yanı ağaçlıklı garaj yolunda yürüyor, onun taksiden indiğini görüyorum; rüzgârda dalgalanan mavi gömleği, açık yakası, güneş gözlüğü, hasır şapkası, teni. Birden elimi sıkıyor, sırt çantasını bana veriyor, taksinin bagajından bavulunu çıkarıyor, babamın evde olup olmadığını soruyor. Tam orada ve o zaman başlamıştı belki de: Gömlek, yukarıya kıvrılmış kol yenleri, yıpranmış espadrillerine bir girip bir çıkan, eve giden sıcak çakıllı yolu sınamaya can atan, her adımda Plaja nereden gidiliyor? diye soran yuvarlak topukları.

Şu yaz misafirleri. Başka bir dert. Sonra, neredeyse hiç düşünmeden ve sırtı taksiye dönük halde, boşta kalan elinin tersini sallıyor ve boşvermişçesine Daha sonra! diyor taksideki, muhtemelen istasyondan oraya kadarki ücreti paylaştığı başka bir yolcuya. Buna eklenen hiçbir isim, bu tatsız ayrılışı yumuşatacak hiçbir jest yok, hiçbir şey. O iki sözü söylemiştir: Çabucak, küstahça ve dobra dobra; buyur sen seç, neyi seçeceğin onun derdi değil. Görüyorsun, dedim içimden, zamanı geldiğinde bize de böyle hoşçakal diyecek. Ters, baştan savma bir “Daha sonra!”yla. Bu arada, biz de ona altı hafta boyunca tahammül etmek zorunda kalacaktık.

Tümüyle sinmiştim. Ulaşılmaz türden biri. Ondan hoşlanmaya başlayabilirdim gerçi. Yuvarlak yanaklarından yuvarlak topuklarına dek. Sonra, birkaç gün içinde, nefret etmeyi öğrendim ondan. Aylar önce, başvuru formundaki fotoğrafıyla, hemen yakınlık kurulacakmış umuduyla göze çarpan insan buydu. Annemle babamın genç akademisyenlere, kitaplarını yayınlamadan önce müsveddelerini düzeltmeleri için yardımcı olma tarzı, onları yaz misafiri olarak çağırmaktı. Her yaz altı hafta boyunca odamı boşaltıp, koridorda bir sonraki, bir zamanlar dedemin olan çok daha küçük bir odaya taşınmak zorundaydım. Kış ayları boyunca biz kentteyken o oda, bir söylentiye göre, adaşım olan dedemin ebedi uykusunda hâlâ dişlerini gıcırdattığı bir part-time alet odası, depo ve sandık odasıydı.

Yaz konuklarının para ödemesi gerekmezdi; evi istedikleri gibi kullanabilirler ve genellikle canlarının istediği her şeyi yapabilirler, yalnız günde bir-iki saatlerini babamın yazışmalarına ve bir sürü kırtasiye işine yardım ederek geçirirlerdi. Ailenin bir parçası haline gelmişlerdi ve bizler, yaklaşık on beş yıldır böyle yaptıktan sonra, kendini artık tümüyle bizim aileden sayan, Avrupa’ya geldiklerinde yollarını değiştirip, aileleriyle birlikte birkaç günlüğüne B.’ye uğrayan ve eski pansiyonlarına nostaljik bir gezi yapan insanlardan, yalnızca Noel’de değil, yıl boyunca gelen kartpostal ve hediye paketi yağmuruna alışmıştık. Yemeklerde sık sık iki ya da üç konuk daha, bazen komşular veya akrabalar, bazen iş arkadaşları, hukukçular, doktorlar, kendi yazlık evlerine giderken babamı görmek için uğrayan zengin ve ünlü kişiler olurdu. Bazen, eski villayı duyup da bir görmek isteyen rastgele turist çiftleri bile masamıza buyur ederdik; bizimle yemeğe kalmalarını ve kendilerinden söz etmelerini istediğimizde çok sevinirler, son anda haber verilen Mafalda da hazırda ne yemek varsa tabaklara koyup getirirdi. Aslında çekingen ve utangaç bir adam olan babama hiçbir şey birkaç bardak rosatellodan sonra, sıcak yaz güneşi kaçınılmaz öğleden sonra mahmurluğunu getirirken, bir alanda genç yaşta yükselmiş bir uzmanı birkaç dilde konuşturmaktan daha fazla zevk veremezdi. Biz bu işe yemek cefası adını vermiştik; bir süre sonra, altı haftalık konuklarımızın çoğu benimsedi bu adı. Belki de onun, bu cefa çektiren yemeklerden biri sırasında gelişinin hemen sonrasında başlamıştır her şey. Yemekte yanıma oturmuştu ve sonunda, teninin o yaz daha önce Sicilya’da geçirdiği kısa sürede kazandığı hafif bronzluğa karşın, avuç içlerinin soluk kaldığını, ayak tabanlarının, boğazının, kolunun yumuşak derisinin de pek güneş görmediğini fark etmiştim.

Avuç içleri açık pembeydi neredeyse, bir kertenkelenin karnının alt kısmı gibi parlak ve düzdü. Mahremdi, lekesizdi, çocuksuydu, bir atletin kan hücum etmiş yüzü ya da fırtınalı bir gecede gün ağarması gibiydi. Onun hakkında, sormayı hiç akıl edemediğim bir şeyleri söylüyordu bana bu. Belki de öğle yemeğinden sonra herkesin evin içinde ya da dışında mayoyla tembel tembel oturduğu, vücutların sağa sola yayıldığı, sonunda birisi çıkıp kayalara yüzmeye gitmeyi teklif edinceye dek vakit öldürüldüğü, bitmek bilmez saatlerde başlamıştır. Tanıdıklar, akrabalar, komşular, arkadaşlar, arkadaşların arkadaşları ya da kapımızı çalıp, tenis kortunuzu kullanabilir miyiz diye soran herhangi birileri; herkes gelip uzanır, yüzer, yemek yer ve çok uzun kalırsa misafirhaneyi kullanırdı. Yahut belki plajda başlamıştır. Ya da tenis kortunda. Veya geldiği ilk gün ona evi ve çevreyi göstermeyi teklif ettiğim, şurası burası derken onu çok uzaktaki, bir zamanlar B.’yi N.’ye bağlayan terk edilmiş tren yoluna doğru uzanıp giden uçsuz bucaksız boş arazideki çok eski demir bahçe kapısına kadar götürmeyi başardığım, birlikte yaptığımız ilk yürüyüş sırasında. “Terk edilmiş bir istasyon var mı buralarda?” diye sordu kavurucu güneşin altında, ağaçların ötesine bakarak; belki de ev sahibinin oğluna yerinde bir soru sormaya çalışarak. “Hayır, burada hiçbir zaman istasyon olmamış. Tren sen ne zaman istersen o zaman dururmuş.” Tren merakını uyandırmıştı; raylar dar görünüyordu.

Kraliyet arması taşıyan, iki vagonlu bir trenmiş bu, diye bilgi verdim. Şimdi içinde Çingeneler oturuyordu. Annem çocukken buraya yaz tatiline geldiği zamanlardan beri oradaydılar. Çingeneler iki vagonu raydan çıkarıp daha içerilere götürmüştü. Onları görmek ister miydi? “Daha sonra. Belki.” Kibar bir kayıtsızlık; sanki ona yaltaklanmak için duyduğum yersiz hevesi fark etmiş de beni başından savıyormuş gibi. Ama bana battı bu. Bunun yerine bana, B.’deki bankalardan birinde bir hesap açtırmak, sonra da İtalyan yayıncısının kitabı için bulduğu İtalyanca çevirmeni ziyaret etmek istediğini söyledi. Onu oraya bisikletle götürmeye karar verdim. Bisikletlerin üzerindeki sohbet de yayayken yapılandan daha iyi değildi. Yol üzerinde bir şeyler içmek için durduk. Bartabaccheria tümüyle karanlık ve boştu. Dükkân sahibi yerleri keskin bir amonyaklı suyla paspaslıyordu.

Olabildiğince çabucak dışarı çıktık. Bir Akdeniz çamına tünemiş yalnız bir karatavuğun söylediği birkaç notalık şarkı, ağustosböceklerinin cırıltısıyla boğulup gitti. Büyük bir madensuyu şişesinden epey içtikten sonra ona verdim, sonra tekrar içtim, suyun birazını elime döküp yüzüme sürdüm, ıslak parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. Su yeterince soğuk değildi, yeterince köpüklü de değildi ve sönmemiş susuzluk gibi bir şey bıraktı geriye. Buralarda ne yapılırdı? Hiçbir şey. Yazın bitmesi beklenir. Kışın ne yapılırdı peki? Vereceğim cevaba güldüm. Anladı ve “Dur söyleme: yazın gelmesi beklenir, öyle değil mi?” dedi. Düşüncelerimin okunması hoşuma gitmişti. Yemek cefasını kendisinden öncekilerden daha çabuk kapacaktı.

“Aslında kışın burası çok gri ve karanlıktır. Noel için geliriz. Bunun dışındaki zamanlarda hayalet şehir gibidir.” “Peki, Noel’de burada kestane pişirip eggnog* içmekten başka ne yaparsınız?” Beni sıkıştırıyordu. Daha önceki gibi gülümsedim. Anladı, bir şey söylemedi, güldük. Bana neler yaptığımı sordu. Tenis oynuyordum. Yüzüyordum. Geceleri dışarı çıkıyordum. Koşuyordum. Müzik adaptasyonları yapıyordum. Okuyordum. O da koştuğunu söyledi. Sabah erken. Burada nerede koşulurdu? Gezinti yerinde, genellikle. İsterse ona gösterebilirdim. Tam ondan tekrar hoşlanmaya başlamışken, suratıma çarpıverdi: “Daha sonra, belki.” Kitap okumayı listenin sonlarına koymuş, o ana dek sergilediği dik kafalı, küstah tavrından ötürü, kitap okumanın onun için sonlarda geleceğini düşünmüştüm. Birkaç saat sonra, Herakleitos hakkında yazdığı bir kitabı henüz bitirmiş olduğunu ve “okuma”nın onun yaşamının herhalde pek önemsiz bir parçası olmadığını hatırlayınca pedalları ustaca geri çevirmem ve benim asıl ilgi alanımın onunkiyle aynı olduğunu bilmesini sağlamam gerektiğini fark ettim. Ama beni sarsan şey, kendimi kurtarmak için gereken ayak çabukluğu değildi.

Gerek o anda, gerekse tren yolunun orada havadan sudan konuşmamız sırasında boyuna, dışarıya hiç öyle görünmeksizin, hatta kendi kendime bile kabul etmeksizin hep çabaladığım –ama beceremediğim– bir şeyi, onu tavlamaya çalıştığımı sonunda birden fark etmemin yol açtığı nahoş tedirginlikti. Onu San Giacomo’ya götürmeyi ve Ölümlük adını taktığımız çan kulesinin en tepesine çıkarmayı teklif ettiğimde –bütün konuklar bu fikri beğenirdi çünkü– öylece durup da olumlu bir yanıt beklemeyecek kadar akıllı olmam lazımdı. Onu oraya çıkarıp, kasabanın manzarasını, denizi, sonsuzluğu göstererek gönlünü kazanabileceğimi düşünmüştüm. Ama hayır. Daha sonra! Ama düşündüğümden daha sonra, ben hiçbir şeyin farkına varmadan başlamış da olabilir. Birisini görürsün, fakat aslında onu görmezsin, sırasını bekliyordur. Yahut onu fark edersin, ama tık eden, “çarpıcı” bir şey yoktur ve sen bir varlığın ya da kafanı karıştıran bir şeyin farkına bile varamadan, sana verilen altı hafta neredeyse geçmiştir ve adam ya gitmiş ya da gitmek üzeredir. Sen aslında, haftalardır hiç fark etmeden, burnunun dibinde olup biten ve istiyorum demen gerektiğinin tüm belirtilerini taşıyan bir şeyi kabullenmeye çabalıyorsundur. Nasıl anlayamadım? diye sorarsın. Ben arzuyu hemen tanırım…

ve bu kez yine tümüyle kayıp gidiyordu. Gerçekte tek istediğim ten, sadece tenken zihnimi her okuduğunda, yüzünde aniden beliren o alaycı gülümsemeye kapılıyordum. Onun üçüncü akşam yemeğinde, o sıralar Haydn’dan uyarladığım İsa’nın Son Yedi Sözü hakkında bir şeyler anlatırken, gözünü dikip bana baktığını hissettim. O yıl on yedi yaşındaydım; masadakilerin en genci ve söylediği şeyler en dinlenmeyen kişi ben olduğumdan, mümkün olan en az sözle çok şey anlatmak gibi bir alışkanlık edinmiştim. Hızlı konuşuyordum ve bu yüzden insanlar, hep heyecanlandığımı ve konuşurken kelimeleri yuttuğumu sanıyorlardı. Yaptığım adaptasyon hakkında anlatacaklarımı bitirdikten sonra, en ilgili bakışın sol tarafımdaki olduğunu fark ettim.

Bu beni heyecanlandırdı, koltuklarım kabardı; anlattıklarım ilgisini çekmişti besbelli, benden hoşlanmıştı. O kadar zor değildi demek. Ama hiç acele etmeden, bir süre sonra ona dönüp de göz göze gelince, soğuk ve buz gibi bir bakışla –düşmanca ve zalimliğin sınırında camlaşmış bir şeyle– karşılaştım. Bu bakış beni tümüyle mahvetti. Bunu hak edecek ne yapmıştım? Bana yine sevecen davranmasını, daha birkaç gün önce terk edilmiş tren yolundaki gibi, yahut aynı günün öğleden sonrasında, ona B.’nin İtalya’da corriera’nın, yani araçlarında İsaheykelciği bulunduran yerel otobüs şebekesinin hiç durmadan vın diye geçtiği tek kasaba olduğunu söylediğim zamanki gibi, benimle gülmesini istiyordum. O zaman hemen gülmüş ve Carlo Levi’nin kitabına gizliden göndermeyi fark etmişti. Zihnimizin paralel çalışması, hangi sözcüklerin diğerleriyle oyun oynadığını hemen anlamamız hoşuma gitmiş, ama son anda kendimi frenlemiştim. Çetin bir komşu olacağı belliydi. En iyisi ondan uzak durmak, diye düşündüm. Ellerinin, göğsünün, ayaklarının, var olduğu sürece hiçbir pürüzlü yüzeye değmemiş derisine –ve diğer, o daha sevecen bakışı size yöneldiğinde, yeniden diriliş mucizesi gibi gelen gözlerine vurulacaktım az kalsın.

O gözlere asla uzun süre bakamazdınız ama niçin bakamadığınızı anlamak için bakmaya devam etmeniz gerekirdi. Ona, aynı şekilde kötü bir bakış atmalıydım. İki gündür konuşmamız birdenbire kesilmişti.

İkimizin yatak odasının açıldığı uzun balkonda birbirimizden tümüyle kaçınma: Uyduruktan bir merhaba, günaydın, hava güzel, sığ gevezelik. Sonra her şey kendiliğinden düzeliverdi. Bu sabah koşuya çıkmak istiyor muydum? Hayır, Pek değil. Pekâlâ, yüzelim o halde. Bugün, yeni gelen birisinin yol açtığı sıkıntı, huzursuzluk, heyecan; dünya kadar mutluluğun bir parmak ötede dolanıp durduğu düşüncesi; yanlış anlamış olabileceğim ve yitirmek istemediğim; her seferinde hakkında çok iyi düşünmem gereken insanları boyuna yoklayıp durmam; arzuladığım ve beni arzulamasına can attığım herkese yakıştırdığım korkunç şeytanlıklar; sanki dünyayla benim aramda perde yokmuş da incecik kâğıtlardan yapılmış sürgülü kapılar varmış gibi çektiğim perdeler; hiçbir zaman şifreli olmamış şeylerin şifresini karıştırmaya ve sonra yeniden anlaşılır hale getirmeye çalışmalar; bunların hepsi, Oliver’ın evimize geldiği yaz başladı. Bunlar, o yaz popüler olmuş her şarkıda, Oliver’ın kaldığı sırada ve sonrasında okuduğum her romanda, sıcak günlerin biberiye kokularından, ağustosböceklerinin deli gibi cırlamalarına varıncaya dek her şeyde kazılıydı; birlikte büyüdüğüm ve o güne dek hayatımın her yılında tanıdığım kokular ve sesler birden bana düşman kesilmiş ve o yaz yaşanan olayların rengini sonsuza dek taşıyan bir ton edinmişti. Veya belki de onun bizde geçirdiği ilk haftadan sonra başlamıştır; benim kim olduğumu hâlâ hatırladığını, beni yok saymadığını görüp heyecanlandığım ve kendime, bahçeye gittiğim zaman yanından geçerken onu görmezden gelme keyfini yaşama iznini verebildiğim günlerde.

İlk sabah erkenden koşuya çıktık; ta B.’ye kadar ve sonra geriye. Ertesi sabah yüzdük. Daha ertesi gün yine koştuk. Henüz turlarını bitirmemiş süt kamyonuyla yarışmak hoşuma gidiyordu, yahut işlerine başlamaya hazırlanan bakkalla ya da fırıncıyla; henüz bir allahın kulu ortada yokken ve bizim ev uzakta bir serap gibi görünürken, sahilde ve yürüyüş yolunda koşmak hoşuma gidiyordu. Ayaklarımızın uygun adım, solla sol basması ve aynı anda yere vurması hoşuma gidiyordu; sahilde ayak izlerimizi, sonradan gelip gizlice ayağımı onunkinden kalanın üzerine koymak istediğim ayak izleri bırakıyorduk.

Bu bir koşup bir yüzme, onun okuldaki “rutini”ydi. Sebt* günlerinde de koşar mısın? diye takıldım. Daima egzersiz yapardı, hasta olduğunda bile, hatta mecbur kalırsa yatakta. Gece yeni birisiyle yatmış olsam bile, yine sabah erkenden koşmaya giderim, dedi. Bir tek, ameliyat olduğunda egzersiz yapmamıştı. Niçin ameliyat olduğunu sorduğumda, kendi kendime bir daha ona asla söyletmeyeceğime söz verdiğim yanıt, suratında sahte bir sırıtışla kutudan fırlayan soytarı gibi çarptı: “Daha sonra.” Belki nefes nefese olduğu için pek uzun konuşmak istemiyordu veya yüzmeye ya da koşmaya yoğunlaşmak istiyordu sadece.

Yahut belki de onun, beni de aynı şeyi yapmaya – tümüyle kayıtsız olmaya– sevk etme tarzıydı bu. Fakat en beklenmedik anlarda aramıza giriveren bu mesafede, birdenbire buz kestiren, can sıkıcı bir şey vardı. Bunu kasten yapıyormuş gibiydi; oltamı gevşetiyor, gevşetiyor, sonra birden çekip, arkadaşlık namına hiçbir şey bırakmıyordu.

Bu çelik gibi bakış hep yeniden ortaya çıkıyordu. Bir gün, ben arka bahçede havuzun kenarında, “benim masam” haline gelmiş masada gitar çalarken ve o da yakınımda, çimlerin üzerinde yatıyorken o bakışı fark ediverdim. Dikkatim gitarın sapına yoğunlaşmışken, gözlerini bana dikmişti ve birden başımı çevirip de onun çaldığım şeyi beğenip beğenmediğine bakınca, işte orada: Keskin, acımasız, kurbanı tarafından görüldüğü anda hemen geri çekilen, parlak bir kılıç gibi. Donuk bir şekilde gülümsedi bana, Artık bunu gizlemenin bir anlamı yok, dercesine.

Ondan uzak dur. Sarsıldığımı fark etmiş olmalı, gönlümü almak için bana gitar hakkında sorular sormaya başladı. Öylesine gardımı almıştım ki, samimiyetle yanıt vermem olanaksızdı. Bu arada, benim yanıtlarla boğuştuğumu görünce, göründüğümden daha çok gücenmiş olabileceğim kuşkusuna kapıldı. “Açıklamaya çalışmana gerek yok. Yine çal işte.” Ama sinir olduğunu sandım. Sinir olmak mı? Nereden çıkardın bunu? Böyle tartışıp durduk. “Çal, olur mu?” “Aynısını mı?” “Aynısını.” Kalkıp oturma odasına gittim ve aynı melodiyi piyanoda çalarken duyabilsin diye balkon kapısını açık bıraktım. Yarı yola kadar peşimden geldi ve kapının ahşap çerçevesine yaslanarak bir süre dinledi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bul Beni ~ André AcimanBul Beni

    Bul Beni

    André Aciman

    Gurur, korkuya taktığımız bir lakap sadece.” Bazı anlara, insanlara ve aşklara saplanıp kalmak mümkün mü? Neden bazı hatıralar ölümsüzleşirken bazıları kolayca unutulur? Arzu ve...

  2. Enigma Varyasyonları ~ André AcimanEnigma Varyasyonları

    Enigma Varyasyonları

    André Aciman

    Bir adam İtalyan yazının soluk kesen sıcağında, terebentin ve talaş kokuları arasında ilk kez içine düştüğü aşkın ve hüsranın buruk, metalik tadını anımsayıverir. New...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Kara Kule 1 – Silahşor ~ Stephen KingKara Kule 1 – Silahşor

    Kara Kule 1 – Silahşor

    Stephen King

    I Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi. Bütün çöllerin tapınağıydı burası. Gök kubbesinin altında her yana doğru sanki milyonlarca kilometre uzanan dev bir...

  2. Viyana Valsi ~ Vivien ShotwellViyana Valsi

    Viyana Valsi

    Vivien Shotwell

    18. yüzyıl, müziğin ve sahne ışıklarının büyüsü altında, efsanevi bir aşka ev sahipliği yapmıştır. Otuz yaşındaki Wolfgang Mozart, genç, İngiliz soprano Anna Storace ile,...

  3. Sönmüş Hayaller III- Bir Yaratıcının Çektikleri ~ Honore de BalzacSönmüş Hayaller III- Bir Yaratıcının Çektikleri

    Sönmüş Hayaller III- Bir Yaratıcının Çektikleri

    Honore de Balzac

    Büyük Fransız romancısı Balzac, üç ciltlik Sönmüş Hayaller’in üçüncü cildinde, Yıllardır emek verdiği bitkisel kâğıt üretme hayalini gerçekleştiren David’i çekemeyen rakiplerinin aileye yaşattığı felaketler...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur