Özgürlüğün fazlası insanın başını döndürür – birdenbire karşınızda hiçliği görüverirsiniz. Hiçlik – kendi portreniz!İkinci Dünya Savaşı’nın şafağı. Avrupa, faşizmin ayak sesleriyle sarsılmakta. Serinin ilk kitabı Monsieur’nün sonlarında tanıştığımız Blanford, Oxford’daki arkadaşlarının harap haldeki şatosunu miras alan Hilary’nin yanına, Avignon’a gider. Orada iyi, zeki bir psikanalist olan Constance ve onun çekici, Nazi sempatizanı kız kardeşi Livia’yla tanışır ve ona vurulur.
Durrell’ın “bir kayanın yüzeyindeki tırmanıcılar gibi birbirine bağlı, fakat hepsi birbirinden bağımsız…” diye tanımladığı Avignon Beşlisi’nin ikinci kitabı Livia, ilk kitapta başlayan özlem ve pişmanlığı, hafızanın değişken yanılsamalarını takip ediyor.
“Durrell’ın fikirleri bazen görkemli gemiler gibi yüzer, bazen ürkmüş kuşlar gibi kanat çırpar ama okuru asla sıkmaz.”
The Washington Post
1
Kaçınılmaz bir sessizlik
Tu’nun ölüm haberi ulaştığı zaman, aslında Blanford kadının Sussex’deki evinde oturmuş, günbatımının kızılsarısına bürünen kasvetli gökyüzünden, daha da kasvetli ağaçların arasına inen mevsimin ilk karını seyrediyordu. “Aslında” diyorum; çünkü hem gelecek kuşaklara aktarma, hem de sanatsal anlatım kaygısıyla, Blanford’un kendi versiyonu olayın gerçeğinden biraz daha farklı olacaktır. İçine gömüldüğü yüksek arkalıklı koltuk, Blanford’un sırtını, şöminede çıtırdayan meşe kütüğüne aldırış etmeksizin, müzisyenler balkonunun bile rahatça sığabildiği, eski tarz yüksek tavanlı odada cirit atan cereyanlardan koruyordu. Koltuk değnekleri, ayağının dibinde, halının üzerinde yatıyordu. Blanford kuğu boyunlu telefonu yerine koyarken, kocaman bir tropikal deniz kabuğunun içindeymiş de, dünyanın öte yanındaki dalgaların kumsalda patlayışını duyuyormuşçasına, ölüm haberinin içinde kabarıp patladığını duydu. Tu, kitabına eklediği yeni konuları okuma fırsatını kaçıracaktı demek (ah bu yazarların bencilliği!) – bu kitap, Blanford’un ve Tu’nun gözünde kendisi kadar gerçek bir kişi niteliği alan Sutcliffe adında bir başka romancıyı anlatan bir romandı. Blanford kol ağzından mendilini çekti, çalışırken dişlerinin arasından düşürmediği puro yüzünden kuruyan dudaklarını sildi. Sonra sallanarak kitaplığın üzerindeki aynanın karşısına geçip kendisini süzdü. Telefonun zili çınladı, ardından tık diye kesildi – şehirlerarası telefonlar hep böyle yapar; damardan fışkıran son kan damlası gibi kesilirdi. Yazar, kendisine bakanın Tu olduğunu varsayarak aynaya bakmayı sürdürdü. Demek Tu’nun gördüğü, her zaman görmüş olduğu surat buydu! Göz göze, kafa kafaya olmuşlardı hep. Blanford, çevresinin ölen kadının kitaplarıyla sarılı olduğunu fark ediverdi. Altı çizilmiş satırlar, sayfa kenarlarına düşülmüş notlar. Tu hâlâ oradaydı! Blanford, Tu’nun ölümüyle kendi görüntüsünün birdenbire tazelendiğini, yenilendiğini duyumsadı – aldığı haber öylesine müthiş, sindirilmesi öylesine zordu. Birbirlerine anlatmaları gereken daha o kadar çok şey var ki – oysa şimdi geriye kalan, tamamlanmamış konuşmaların kopuk uçlarından oluşmuş bir düğümdü. Bundan böyle gerçekten içini dökerek konuşabileceği hiç kimse yoktu artık. Blanford yüzünü buruşturup iç çekti. Öyleyse o da bütün o coşkulu ve coşturucu konuşmaları kafatasının içine hapsetmeliydi. Sabahtan beri eski orgu çalmış, belleğinin ve parmaklarının hâlâ işlek oluşuna sevinmişti. Boş bir evde müzikten daha iyi hiçbir şey olamaz. Sonra telefonun zili. Ve şimdi de Tu’yla ilgili düşünceler. Aslında düşünmenin hiç yararı yok – öldünüz mü toprağa girer, eriyip gidiverirsiniz. Ayakkabı, giysi, üzerine telefon numaraları karalanmış kâğıt parçaları gibi kişisel döküntüler bir süre ortalıkta sürünür, o kadar. Sanki insan bir anda çok daha büyük bir yalınlığı özlemiş gibi yok oluverir. Dışarıdan donmuş gölde kızak yapan çocukların cıvıltısı geliyordu. Buzun üzerinde taşlar kayıp tıkırdıyordu. Blanford, kahramanı Sutcliff bu ölüm haberini nasıl karşılardı diye merak etti. Acaba romanında onun ürkütücü bir köpek gibi uluduğunu mu yazmalıydı? Bir gece önce, yatağında Tu’nun en sevdiği Latin ozandan birkaç sayfa okumuştu; Tu’nun koynunda yatmak gibi bir şeydi bu. Şöyle bir cümle geldi aklına: “Latince dizelerin düzenli ritmi, Tu’nun kalp atışlarını yansıtıyor. Sözcükleri onun dingin sesinden duyuyorum.” Odada, şöminenin sıcağıyla yumurtadan çıkmış bir alay sinek uçuşuyordu. Braille alfabesi okuyor gibi kitapların üzerinde geziniyorlardı. Dışarıdan gelen tiz sesler önemsizdi. Kitaplar pişmanlıkları biriktirmekten başka neye yarardı? Birden sırtı ağrıdı – belkemiği bayrak direği gibi kaskatı kesilmişti sanki. Belkemiği kurşunlarla dolu, yaşlı bir savaş kahramanından başka bir şey değildi artık. Sıranın yakında kendisine de gelmesini yürekten diledi. Bundan böyle üzerine “Geziye Götürülmeyecek Eşya” ya da yalnızca “Sahipsiz Bagaj” diye yafta yapıştırıp emanet kasasına, mezara atabilirlerdi. Blanford’un beyninin içinde büyük bir yalnızlık çığlığı patladı, ama hiç ses duyulmadı. Bu, uzayda yuvarlanan yalnız bir gezegenin tiz, göksel çığlığıydı. Tu, İtalya’daki evde yüksek sesle 16. Mezmur’u okuya okuya, hiç utanıp sıkılmadan çırılçıplak gezinmeyi severdi. Bir keresinde “Çok korkunç bir şey ama yaşam hiç kimseden yana değil,” demişti. Monsieur1 adlı romanı için yarattığı Sutcliffe, kitabın ilk taslağında bu yüzden mi aynaya bakarak kendine ateş etmişti? Blanford, aynadaki Blanford’u göstererek, “Mecburdum,” dedi. “Ya o ölecekti, ya ben.” Yazar Blanford, birden kendini çok sıradan bir destanın kısaltılmış kopyası gibi hissetti. Diri diri gömülmek! Koltuk değnekleri koltukaltlarını acıtıyordu. İnleyip küfrederek odayı arşınladı.
Sanatın avuntusu pek azdır. Blanford, yazdıklarının okura ulaşmayacak kadar özel olduğu korkusunu yaşardı içten içe. Saflık tutkunu annesinin aşırı baskıcı ve kapalı yetiştirme tarzının sonucunda tantanalı ve gösterişli, ama tükürük ya da sperm gibi bir atımlık barutu olan modern yazarlardan biri olmuştu. Bunun sonucu da kabızlık – yani modern, münkabız sanatçılara özgü fazla kişisel, fazla özel bir şiir ve düzyazı biçimiydi. Günlük yaşamda dünyayla bağlantı kurmayı, teslim olmayı, verici olmayı reddetmek, son aşamada katatoniye varırdı! Leatherhead’in “akut” hastalıkları koğuşunda, ceketinin yakasından bir et çengeline takılıp cenin pozisyonunda ağır ağır sallanan bu tür bir şizofren vardı. Düşsel bir rahim sıvısı içinde yüzerek, ana karnı düşlerine dalarak bir yarasa gibi öylece sallanırdı. Bir zamanlar iyi bir şair olan adamdan geriye kalan işte yalnızca buydu. Bütün yaşamı yaratıcı kabızlıkla, vermeyi reddetmekle geçmişti, şimdi de böyle yaşamaya – güzel bir söz bulup çıkarabilmek için dışa dönük komalara dalmaya devam ediyordu. Blanford uzanıp Monsieur adlı kitabının ilk yazdığı taslağına dokundu. Bu elyazmasını Tu’ya vermiş, o da ciltlettirmişti. Blanford, aslında gerçek yaşamı olan düşler dünyasında Sutcliffe’in nerelerde olduğunu merak etti – onunla konuşmak isterdi. Son olarak Oxford’da görülmüş, arkadaşının Tapınak Şövalyeleri’yle ilgili incelemesi üzerine yaptığı çalışmayla nam salmıştı. Blanford’un ondan aldığı son haber, gönderdiği kartpostaldaki şifre gibi mesajdı: “Bir Oxford profesörü, geriye çekilebilen sünnet derisiyle başkalarından kolayca ayırt edilebilir.”
Blanford, Tu’yu bir kez daha aklından geçirmeyi göze aldı ve birden ateşi fırlamış gibi oldu. Soluk soluğa doğrulup balkon kapısını açtı, içeriye soğuk hava ve kar tanecikleri doldu. Blanford başını önüne eğip soluğunun bir adım önde tütmesini seyrederek bahçeye yürüdü. Teatral bir tavırla bir avuç kar alıp şakaklarına sürdü. Sonra zar zor şöminenin başındaki koltuğuna ve düşüncelerine döndü. Cade, sarı benizli puriten suratında, ancak çok aptal ama kurnaz kişilerde görülen işgüzar bir anlatımla odaya girdi, tek kelime söylemeden çay tepsisini Blanford’un yanındaki sehpaya koydu. Ismarlama yaptırılıp daha yeni gelen bel korseli ortopedik yeleği, kişiliksiz bir gururla kolunda taşıyordu. Bu mekanizmada günün birinde Blanford’u koltuk değneklerinden kurtarma umudu vardı. Cade, bir mandarin kadar ifadesiz suratıyla, Blanford’un sırtından o çok sevdiği (dirsekleri deri yamalı) eski tüvit ceketi çıkarıp, içi çelik balenli yumuşak, gri kauçuk yeleği giydirirken, Blanford keyifle güldü. Cade, sonunda, “Ayağa kalkın efendim,” dedi ve yazar şaşkın bir gülümseyişle onun dediğini yaptı; evet, ağır ağır da olsa yürüyebiliyor, kendi ayakları üzerinde gezinebiliyordu. Bir mucizeydi bu. Ama başlangıçta, kasları korsenin sıkılığına alışana kadar, günde ancak bir saat giymesine izin vardı. Yüksek sesle, “Bu bir mucize,” dedi. Cade birkaç dakika dikkatle onu seyrettikten sonra, gündelik işlerini yapmaya koyuldu. Kendini yeniden dünyaya gelmiş gibi hisseden Blanford ise şömineye dayanmış, yerde yatan koltuk değneklerine bakıyordu. Cade bu yeni icadın ne demek olduğunu hiçbir zaman kavrayamazdı. Uşak, avam takımının tipik örneğiydi. Blanford onun odada gezinip tablaları boşaltmasını, radyatörün üzerindeki sürahi ile sera çiçeklerinin vazosundaki suları tazelemesini seyrediyordu. “Cade,” dedi, “Constance ölmüş.” Cade aynı ifadesizlikle başını salladı. “Biliyorum efendim. Salondaki paralelden dinliyordum.” Konuşması o kadarla kaldı. İşte Cade böyleydi. İşini bitirince, her zamanki suskunluğa ve içe kapanıklığa gömüldü.
Kömür Elmasa Kum inciye. Her süreç acıya neden olur ve biz de sürecin bir parçasıyız. Ölümün temel dehşetinin yanında sanatın avuntuları ne denli gerçekdışı kalıyor; tıpkı bir böcek gibi musluk deliğinden aşağıya emilip ölümün cloaca maxima’sına anus mundi’ye gidivermek! Sutcliffe romanında ondan söz ederken, daha doğrusu Monsieur adlı romanda kendisi Sutcliffe kimliğiyle kendisinden Bloshford diye söz ederken şöyle demişti: Kadınlar onun için yalnızca metaydı. Kadınlar için deli divane olacak kadar aptal değildi, yo hiç değildi! Onların içini dışını ezbere bilirdi, ya da bildiğini sanırdı. Demek ki aptaldan da beterdi. Yazar, bu sözün Constance ya da kız kardeşi Livia için de geçerli olup olmadığını düşündü. Sarışın kızla esmer kız. Kadife tenli kız ile kuğu boyunlu kız için de geçerli miydi? Öğüt tahılı, bastır ez şarabı, Böl ekmeği, yarısı bana, sana öte yarısı, Soluk al, gel yüz yüze ölümle. Constance’ın altını çizdiği bu dizeleri hangi kitapta görmüştü? Tam o anda telefon yeniden çınlar gibi oldu ve arayanın kim olduğunu Blanford hemen anladı – olsa olsa kendi yarattığı Sutcliffe olabilirdi. Constance’ın (Tu’nun) haberini telepati yoluyla almış olmalıydı. Blanford, sabahtan beri bu telefonu beklediğini fark etti. Alo demeye zahmet etmeden derhal confrère’ine1 , semblable’ına2 ve frère’ine3 şöyle dedi: “Tu’yu duydun.” Ve Sutcliffe’in acıyla titreyen nezleli sesi yanıt verdi: “Aman Tanrım, şimdi biz ne yapacağız Blanford?” “Oturup yeteneksizliğimize yanmaya ve insanları kandırmaya devam edeceğiz. Ben de senin kadar üzgünüm Robin, üstelik bu kadar üzüleceğimi hiç sanmazdım. Ölümü çok sık düşündüğüm için kanatlı atın dizginleri elimde sanıyordum; ama tabii herkes gibi ben de ilk ölenin kendim olacağını düşünerek bir aldatmacaya girmişim. Herhalde Constance da aynı şeyi yapıyordu.” Sutcliffe biraz üzüntü, biraz da sitemle, “Pia öldüğünde sen benim yaşamıma bir nokta koymuştun,” dedikten sonra gürültüyle burnunu temizledi. “Onun üzerine ben de bir süre burada tezgâh kurup, Toby’nin Tapınak Şövalyeleri hakkındaki kitabını yeni baştan yazmaya koyuldum – şurasına burasına biraz yaldız atayım, sarhoş bir profesöre yaraşır tumturaklılık katayım istedim. Ama artık o ünlü oldu, ben de bir değişiklik, yeni bir çevre arıyorum. Tobias, çok istediği tarih kürsüsüne kavuştu. Uyuşturucudan beyni dumanlanmış yeni kuşaklara domuz etinin esnekliği üzerine nutuk çekerek mutsuzluk içinde yaşayacak.” Güldü, ama hiç de neşeli değildi. “Ya ben ne olacağım?” dedi. “Benim için manastıra kapanmanın dışında bir şeyler düşünemez misin?” Blanford, “Sen ölüsün Robin,” dedi. “Monsieur’nün sonunu unuttun mu?” Sutcliffe kahraman bir edayla, “Öyleyse beni geri getir,” dedi, “görelim bakalım ne olacak.” Blanford sert bir sesle, “O büyük şiir ve Tu Quoque kitabı ne oldu?” diye sordu. Sutcliffe yanıtladı: “Kitabı bitirmek için Pia’nın acısı biraz küllensin diye bekliyordum. Pia’yı Constance ile Livia’nın karışımı yapman çok akıllıcaydı, ama aşk gözümü kör ettiği için onun gerçek bir portresini çizmeyi bir türlü beceremedim. Tabii aklım Trash’e, onun zenci sevgilisine de takıldı. Bence senin öykün benimkinden daha iyi, belki biraz daha hü….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAvignon Beşlisi 2: Livia ya da Diri Diri Gömülmek
- Sayfa Sayısı240
- YazarLawrence Durrell
- ISBN9789750760372
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Zambaklar Ülkesinde ~ Grigoriy S. Petrov
Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Grigoriy S. Petrov
İÇİNDEKİLER Tarihten Ders Almak Kahramanlar ve Halk Suomi Tarihi Halk Kahramanı Snelman Kilise ve Halk Eğitim Memurları Kışladan Halk Okuluna Futbol Salgını Ailenin Çocuk...
- Tokyo’nun Son Çocukları ~ Yoko Tawada
Tokyo’nun Son Çocukları
Yoko Tawada
Yaşlıların sonsuza dek yaşadığı, çocukların da bir türlü serpilip büyümediği bir dünya… Ödüllü yazar Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları’nda çağın gerçeklerinden yola çıkarak bir...
- Şafak Tapınağı ~ Yukio Mişima
Şafak Tapınağı
Yukio Mişima
İkinci Dünya Savaşı arifesinden savaş sonrasına, Japonya’ya özgü niteliklerin birer birer yok olmaya başladığı yıllara kadar uzanan Şafak Tapınağı, Yukio Mişima’nın başyapıtı sayılan Bereket...