
Okumanın Tarihi, Geceleyin Kütüphane, Hayali Yerler Sözlüğü gibi kitaplarıyla tanıdığımız Alberto Manguel, yeni kitabı Dokumanın Arka Yüzü’nde okurlarını çeviri kavramı etrafında kültür tarihinde bir gezintiye çıkarıyor; çeviriyle ilgili temel tartışmalara, önyargılara, üstünde fazla kafa yorulmamış imkânlara edebiyat tarihinden renkli anekdotlar aracılığıyla yaklaşırken kendi çeviri deneyiminden öğrendiklerine de başvuruyor.
Her biri “siyaset”, “sadakat”, “şans” gibi kırk dört anahtar sözcük etrafında örülmüş bu kısa denemelerde Manguel, kendisinden alıştığımız geniş gönderme yelpazesi ve oyuncu zekâsıyla, özgün metinle çeviri metin arasındaki ilişkiye, çevirmen figürüne, çevirinin kültürlerarası alışverişteki rolüne bakmanın yeni yollarını arıyor, çeviri faaliyetini metinlerle sınırlı tutmayıp hayatın birçok yönünü açıklayan bir anahtara dönüştürüyor.
İçindekiler
Önsöz • 9
Doğru • 13
Aziz • 14
Dingin • 15
Doğa • 16
Arı • 17
İsim • 19
Tohum • 21
Siyaset • 22
Sınıflandırma • 23
Yemin Etmek • 25
Masallar • 27
İhanet • 29
Evren • 31
Ev • 33
Yıkım • 34
Başarılı • 35
Yıldız • 36
Mavi • 37
Yasa • 38
Konukseverlik • 40
Doppelgänger • 41
Ses • 43
Güzel Hava • 44
Dürüst • 45
Yeniden Doğuş • 46
Deniz Yolculuğu • 47
Dünya • 48
Güç • 50
Haritacılık • 52
Zenginlik • 53
Sadakat • 55
Uyanış • 57
Anlaşılabilirlik • 58
Şans • 60
Zaman • 62
Âdem • 64
Mit • 66
Ölüm • 68
Kopya • 69
Arketip • 71
Zincir • 73
Portre • 74
Gölge • 76
Gösterişsizlik • 77
Önsöz
Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın.
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Çocukluğumun son dönemine kadar çeviri diye bir olgunun varlığından habersizdim. Çek bir dadı tarafından İngilizce ve Almanca dilleriyle yetiştirildim. İspanyolcayı daha sonra, sekiz dokuz yaşındayken öğrendim. Çocukluğum boyunca ilk dillerimi hiçbir zaman ayrım gözetmeden, hiçbirini diğerinden üstün tutmadan kullandım ve onları hiçbir zaman aşmam gereken belirgin sınırlara sahip yalıtılmış alanlar olarak görmedim. Benim için dil, ses ve ağırlık bakımından farklı, ancak anlam ve değer bakımından aynı olan çeşitli sözcük kümelerinden oluşan bir tür şenlikli Babil’di. Belli insanlarla konuşurken (örneğin Münihli aşçıya, Amerikalı bir ziyaretçiyle konuştuğum zamankinden farklı sözcüklerle hitap ederken) belli sözcükleri kullanmam gerektiğini biliyordum, ancak bunu yaparken hiçbir zaman bir düşünceyi bir dilsel alandan başka bir alana aktardığımı hissetmezdim. Çocukluğumda semantik pasaportlar olmadığı gibi ulusal kimlikler de yoktu. Bunun herkes için böyle olmadığını ancak bir gün okulda, İspanyolcamdan emin olamayıp Arjantinli öğretmenimle İngilizce konuştuğumda ve öğretmenim tarafından sertçe azarlandığımda fark ettim. Dilsel sınırların var olduğunu ve bu sınırlara saygı duymam gerektiğini böylece öğrenmiş oldum. Fakat bunu hiçbir zaman tam olarak başaramadım. Vasco Pratolini’nin, Attilio Dabini’nin İspanyolca çevirisi aracılığıyla keşfettiğim kronikleri; Gogol’ün Ölü Canlar’ının Isabel Florence Hapgood tarafından Home Life in Russia [Rusya’da Ev Hayatı] ismiyle yapılmış tuhaf, kısaltılmış İngilizce çevirisi; klasik Çin romanı Kızıl Odanın Rüyası’nın Dr. Franz Kuhn tarafından hazırlanan Almanca versiyonu – hepsi okuyabildiğim bir dile aitti. Akademik doğruculuk konusundaki umursamazlığım, İngilizce, Almanca (ve daha sonra İspanyolca) kitaplardan oluşan özel kütüphanemi zenginleştirdi.
Birçok dili konuşabilmenin avantajları vardır: Dünyayı daha geniş bir pencereden görmeye olanak tanır. Nörologlar, bir çocuk altı yaşından önce ikinci bir dil öğrendiğinde, çocuğun zihninde diğer dilleri de öğrenmesine imkân tanıyan bir alan veya yol açıldığını söylüyor. Demek oluyor ki, çocuğun zihninde gördüğü hayvanı adlandırmak için kullandığı sözcük artık (eğer çocuk İngilizce konuşuyorsa) sadece dog değildir, zira artık bu tüylü canlıyı ifade etmek için birçok sözcükten birini kullanabilir. Hund, perro, chien, cane çokdilli bir çocuk için, hayvanı olduğu gibi karşılayan eşdeğerli isimlerdir ve hepsi birbirinin yerine geçebilir, ancak –o uzakta kalmış günde, okulda mahcup olarak öğrendiğim üzere– her bir sözcük farklı bir dilsel bağlam gerektirir. Belirli bir iletişimde bu iletişime has olan sözcüğü kullanırız ve karşımızdaki kişi değişince kullandığımız sözcüğü de değiştirmemiz gerekir, tıpkı günün vaktine bağlı olarak “günaydın”dan “iyi akşamlar”a geçmeyi bildiğimiz gibi. Selamlaşmadaki kelimelerin anlamı aynıdır, sadece etraflarındaki ışık değişir. Çevirinin mümkün olduğunu anladıktan sonra, hoşuma giden metinleri çevirmeye başladım, çünkü o metinleri, o dilleri konuşamayan arkadaşlarımla paylaşmak istiyordum. Bir anlamda kendi kendimi tatmin etme çabasıydı, çünkü her okurun bildiği gibi, tutkuyla okuyacağınız bir metni keşfettiğinizde onu başkalarıyla paylaşmaya can atarsınız; hemen dışarı fırlar, bir arkadaşınızı yakasından tuttuğunuz gibi yüzüne şunu haykırmak istersiniz: “Bunu sen de okumalısın!” Okumak, tek başına olduğunuz bir ortamda başlayan ve çoğu zaman ortak deneyime dönüşen bir etkinliktir. Çeviri, okumanın en kılı kırk yaran türü olabilir (olmalıdır) ve çevirmen –özgün metnin yazımı sırasında olmadığı kadar– okurun mevcudiyetine yaslanmak zorundadır; zaten çeviri de o okur için yapılmaktadır. Aktarılmış olan bu sorumluluk nedeniyle, çevirmen çeviriyi tamamlandıktan sonra özgün esere dönüp bakamaz (ya da bakmamalıdır): Bu noktadan ilerlemesi gereken kişi okurdur. Zira bir çevirinin okuru için özgün metnin varlığının sona ermesi gerekir. Orpheus söylencesi çeviriye dairdir belki de. Şöyle ki: Ölmüş Eurydike’nin tercümanı olan Orpheus, onun gerçekten kendisini takip edip etmediğini görmek için arkasına dönüp baktığında tercüme ettiği aşkını kaybeder. Orpheus, yazar bitirdikten sonra bir metnin, okur onu Ölüler Diyarı’ndan kurtarıncaya değin arafta kalmış bir canlı olduğunu bilir. Çevirinin mucizesi bir diriltme eylemidir. Orpheus’un, sanatının büyülü gücüne güvenmesi gerekirdi. İsmail Kadare, romanlarından birinde, tanrıların Eurydike’nin Ölüler Diyarı’ndan ayrılmasına asla izin verme niyetinde olmadıklarını, ancak Orpheus’un geriye bakmanın cazibesine direnemeyeceğini bildiklerinden, Orpheus onlar için şarkı söyledikten sonra Eurydike’yi serbest bırakacaklarına söz verdiklerini öne sürer. Eurydike ortadan kaybolmadı, zaten hiçbir zaman Orpheus’un arkasından gelmiyordu, onu takip etmesine asla izin verilmedi. Tanrılar, Orpheus’un harika şarkısını dinlemek istediler ve bunun için sanatçının inançsızlığını bir kesinlik olarak varsayan bu numaraya başvurdular. Dolayısıyla Eurydike’nin tercümesi tüm tercümeler gibi sonuçta bir ihanetti, bir yalandı. Özgün olan, ölülerin arasından kurtarılamaz; çevirmenin en fazla umabileceği şey, Eurydike’yi, kaybının yasını sonsuza dek tutacak başka sözcüklere çevirerek yeniden tasavvur etmektir. Her çeviri bir ağıttır.
Doğru
Dil yetersizliğe mahkûm olduğu için sanat ortaya çıkar. Balzac, mükemmel bir başyapıt yaratma takıntısına sahip bir ressamın, sonunda tuvalinde bulanık renklerden başka bir şey kalmayana değin resmini değiştirmeye devam etmesinin öyküsünü anlatır. Zihinsel bakıştaki “doğru” tasavvurun aksine, bir sanatın icrasındaki doğru tasavvurlar kusurlu olmaya mahkûmdur. Şekliyle, rengiyle, müziğiyle, sözüyle her bakımdan doğru olanın, emeğimizle ortaya çıkacağını hayal ederiz. Oysa bu asla gerçekleşmez. Gelgelelim tam da bu “doğruluk” haline hiçbir zaman ulaşılamayacağı için sanat gizli bir ortağın varlığına izin verir: İzleyici, dinleyici veya okurdur bu. Çeviri sanatı okurlara “doğru” bir okumanın asla olmadığını hatırlatır. Her edebi metnin, ortaya çıktığı anda var olduğunu, sonra da bir okur gelip onu hayata, okurun kendi deneyiminin ve anlayışının çeşitliliğini yansıtan bir hayata geri döndürene kadar bir tür kış uykusuna yattığını, askıda kalmış bir tomurcuklanma haline düştüğünü biliyoruz. Freud’un okuduğu Balzac ile Marx’ın okuduğu Balzac aynı Balzac değildir. Tek bir dilde, tek bir okumada bile sözcükler, herhangi bir okurun o anda kavrayabileceğinden daha fazla anlam taşır. İngilizcede fast sözcüğü, hem hızlı hareket etmek hem de hareketsiz kalmak anlamına gelir; keza Fransızcada le ton sözcüğü hem sesin niteliğini hem de rengin niteliğini ifade eder; İspanyolcada bala kurşun anlamına geldiği gibi koyun melemesi anlamını da taşır. İtalyancada piano, “yavaş yavaş” anlamına gelen bir zarf olabildiği gibi, bir binanın planı anlamına gelen bir isimdir de. Nihayet Japoncada sei sözcüğü, her biri birbirinden ayrı olan ve tek tek tarif edilebilen en az yirmi sekiz farklı şeyi ifade eder. Aslına bakarsanız herhangi bir dildeki her sözcük, tek bir sözcük olarak değil, bütün bir anlamlar antolojisi olarak tercüme edilir. Yunancada antoloji “bir demet çiçek” [güldeste] demektir.
Aziz
Altın Efsane’ye göre Evanjelist Aziz Markos, müjdesini üstadı Aziz Petrus’un ağzından duyduğu şekilde yazmış ve Petrus yazılı metni inceleyip hatasız bulduğunda bunu tüm Hıristiyanların eğitimi için onaylamış. Markos İncili bu bakımdan özgün bir metin değil, Petrus’un sözlerinin yazılı bir tercümesidir ve sonuçta o sözler de Ruhulkudüs’ün sesinin bir tercümesidir. Her çeviri bir nakildir. Ortaçağ’da translatio sözcüğü, bir azizin kutsal emanetlerinin bir yerden başka bir yere taşınması anlamına geliyordu: Yer değiştirme, bir simgeye göçebe doğasını geri kazandırma, kutsal bir şeyi bulunduğu yerden alıp başka bir yere koyma olarak çeviri; taşınma olarak çeviri, göç olarak çeviri. Kutsal emanetlerin taşıyıcıları gibi çevirmenler de bir metni dış görünüşünden sıyırıp onu kendi dillerinin toprağına nakleder. Yeni bağlam metni hem dönüştürür hem de muhafaza eder, ona yeni bir görünüm kazandırır: Metafor olarak çeviri. Yunancadaki metafor sözcüğüyle Latincedeki çeviri sözcüğü aynı sözcüktür. Kutsal emanetlerin nakli (translatio) bazen bir furta sacra, yani kişinin kendi toplumunun yararı için kutsal emanetleri çalma eylemiydi. Bilindiği üzere, MS 828’de Aziz Markos’un naaşı İskenderiye’de Mısırlılardan çalındı ve Müslüman sınır muhafızlarının dokunmaya yanaşmadığı domuz eti yükü altında Venedik’e götürüldü. Böylece Venedik zenginleşti. Çevirmenler de tıpkı hırsızlar gibi, kendi dilsel vatanlarını zenginleştirmek için kendilerine ait olmayan şeye el koyarlar. Vatanseverlik adına korsanlık.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıDokumanın Arka Yüzü: Çeviri Sanatı Üzerine Değiniler
- Sayfa Sayısı80
- YazarAlberto Manguel
- ISBN9789750865145
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yan Etkiler ~ Woody Allen
Yan Etkiler
Woody Allen
Ölümsüzlüğe, eserlerimle değil, ölmeyerek kavuşma dileğindeyim. – Woody Allen Çağımızın ünlü sinema ustası, unutulmaz komedyen, kült filmlerin akıllara kazınmış başrol oyuncusu ve kitapları dünyanın...
- Mesleğim Yazarlık ~ Haruki Murakami
Mesleğim Yazarlık
Haruki Murakami
Roman yazmak yüreğinizdeki karanlığın dibine dek inmektir. Yalnız yapılan bir iş olduğunu söylemek sıradan bir ifade olur ama roman yazmak –özellikle de uzun bir...
- Biçem Alıştırmaları ~ Raymond Queneau
Biçem Alıştırmaları
Raymond Queneau
Basit bir hikâyeden ya da motiften yola çıkarak sonsuz sayıda çeşitleme yapmanın mümkün olduğunu gösteren Raymond Queneau’nun Biçem Alıştırmaları; dünya çapında esinlediği yazarlar, kitaplar, illüstrasyonlar,...