Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kitapçının Kızı
Kitapçının Kızı

Kitapçının Kızı

Daniela Sacerdoti

“Savaş sırasında kaçırılan kitap koleksiyonunun peşinde gizemli bir serüven…” Uzun süredir devam eden ilişkisinin aniden sona ermesinin ardından kalbi kırılan Francesca, nadir kitaplardan oluşan…

“Savaş sırasında kaçırılan kitap koleksiyonunun peşinde gizemli bir serüven…”

Uzun süredir devam eden ilişkisinin aniden sona ermesinin ardından kalbi kırılan Francesca, nadir kitaplardan oluşan bir koleksiyonu çalıştığı galeri adına satın almak için sakin İtalyan adası Santa Caterina’ya gitme fırsatını kaçırmaz. Oraya vardığında, koleksiyonun gizemli sahibesi Lavinia’dan, yerel kitap koleksiyoncusu Thiago’nun da kitaplara talip olduğunu öğrenir.

Thiago ile birlikte, kitapların İkinci Dünya Savaşı sırasında, onları Nazilerden kurtarmaya çalışan Helèna adlı bir genç kız tarafından adada bir yere saklandığını öğrenirler. Helèna’nın günlüğünün rehberliğinde kendilerini gizli koleksiyona götürecek sırrı ortaya çıkarmaya çalışırlarken, ikisinin de bu görev için seçilmelerinin bir nedeni olduğunu ve savaş zamanı yaşanmış olağanüstü bir aşk ve fedakârlık hikâyesinin ikisinin de hayatını sonsuza dek değiştireceğini fark edeceklerdir.

Giriş
Venedik, Kasım 1930

Korkmuş bir çocuğun iç çekişleri ve çığlıkları havayı dolduruyor, açık pencereden dışarı sızıp, ay ışığının aydınlattığı kanalda asılı kalıyor. İşte o çocuk, benim… Neredeyse her gece gördüğüm bu kâbusta, pencerede arkalarında alevler yükselen annemle babamın yüzlerini görüyorum. Dükkânımızdaki kitaplar küle dönüşüyor ve gecenin karanlığında gökyüzüne doğru uçuşuyor. Annemin gözleri son bir kez benimkilerle buluştuğunda; onun dehşet içinde olmasına rağmen, kız kardeşimle benim bu cehennemden kurtulduğumuz için rahatladığını görebiliyorum. Sadece altı yaşındayım ama şimdiden kalbimde bir ömür boyu yetecek korku ve keder var. Çırpınıyorum, yorganı tekmeliyorum ve kendimi yatakta doğrulup otururken buluyorum. Yüzümdeki hayali külleri siliyorum… Gözlerimi açıyorum. Pencereden içeri süzülerek yatağımın ucunda biriken beyaz ay ışığı dışında etrafım karanlık. Hâlâ uyuyor olmalıyım, hâlâ rüyada olmalıyım, çünkü gümüş ışıklarda yıkanan annem, orada, uzun siyah saçları beline kadar inmiş, kolları iki yanında, karşımda duruyor. O yangın ve yıkım gecesinde ölen annem. O burada, yaşayanların dünyasında olamaz; o hayal dünyasına ait. Ama eğer uyanık değilsem, neden her şey gerçekmiş gibi geliyor; terimle ıslanan çarşafın tenime değişi, kanalın puslu sularından süzülen havadaki soğuk ve nem, korkudan birbirine vuran dişlerimin çıkardığı ses… Evet, uyanığım. Ve karşımda gördüğüm kadın bir szellem yani bir hayalet. Babam beni ruhlara, golemlere(1) ve iblislere karşı uyarmıştı; onların pek çok kılığa girebileceğini, beni kandırıp aldatabileceklerini söylemişti. Ama kendimi durduramıyorum, deli gibi çarpan kalbimin ritmiyle ona sesleniyorum: “Mamusia,(2) Mamusia!” Özlem ve korku arasında gidip geliyorum. Kendimi onun kollarına atmak istiyorum ama onun bu dünyadan olmadığını biliyorum. Hayalet, anneme benziyor ama gözlerinin içine baktığımda yüzü değişiyor, hatları sanki kayboluyor, onu tam olarak göremiyorum. Korku beni ele geçiriyor ve olduğum yerde kalıyorum. Göğsüm geceliğimin altında öyle hızlı inip kalkıyor ki, görüş alanımın kenarında siyah noktalar beliriyor. Saçları sanki mürekkepten bir bulut. Kolları ay ışığı kadar beyaz. Bir an için –öyle kısa bir an ki gerçekliğinden bile emin olamıyorum– yüzü şekilleniyor ve işte orada, tüm güzelliği ve zarafetiyle kaybettiğim annem. Tam da onu hatırladığım gibi. Uykuya dalmak üzereyken bana yukarıdan bakan, iyi geceler öpücüğü için yaklaşan yüz. “Mamusia,” diye tekrar fısıldıyorum ve göz açıp kapayıncaya kadar karşı duvarda asılı duran, her tarihin yanında azizlerin günlerinin listesinin bulunduğu takvimin yanında beliriyor. Ay ışığını da yanına almış olmalı ki duvar artık soluk, beyaz bir ışığa bürünmüş. Annemin kolu yavaşça duvara doğru ilerliyor, ta ki takvime ulaşıp elinin tersi kâğıda değene kadar. Biri hariç tüm parmaklarını büküyor ve orada duraklıyor. Ağzını açmak üzereyken birden hava sanki titreşmeye ve erimeye başlıyor. Bu sıvılaşan hava, kararıyor ve ufak bir figüre dönüşüyor; bir hayaletten çok gravüre benziyor. Şekli var ama cismi yok; yine de annemi kaplıyor, onu yutuyor ve geldiği yere geri sürüklüyor. Korkuyla tekrar bağırıyorum, bu seferki beni bile ürküten gerçek bir dehşet çığlığı. Hayaletlerin son izleri de kayboluyor ve bir kez daha yalnız kalıyorum. Ama sadece birkaç dakika için. Jacopo, erkek kardeşim ve koruyucum, çığlıklarımı duyuyor. Ne zaman bir kâbus görsem, ki bu sık sık oluyor, çığlıklarım kanal boyunca benim odamın köşesindeki odasına kadar gidiyor. Beni rahatlatmak için kendi balkonundan benimkine atlıyor. Henüz pencereden içeri atlamadan ona koşuyorum. Ben beline yapışmışken, bana teselli sözcükleri mırıldanıyor ve saçlarımı okşuyor. Yüzüne bakıyorum; aya karşı silueti, küçük bir kızın gözlerine bir masal kitabındaki prens gibi görünüyor. Dudaklarımı omzuna dayayarak, “Bir hayalet gördüm,” diye fısıldıyorum. Ama şimdiden kendimden şüphe ediyorum. Gördüklerim gerçek miydi? “Sadece bir rüyaydı,” diye beni yatıştırıyor ve elimi tutuyor. Elimi tutan parmaklarının güven verici şeklini hissediyorum; pürüzlü, buruşuk bir deri parçası avucunda yuvarlak bir iz oluşturuyor: Küçük bir çocukken elini kızgın maşa ile yakmış. “Emin misin?” diye soruyorum. “Kesinlikle eminim.” Ona inanmak istiyorum ama böyle şeyler var olmasaydı babam beni neden uyarsın ki? Pek çok anıyı zihnimden söküp attım, çünkü hepsi hatırlanamayacak kadar acı vericiydi. Çocukluğuma dair anılar nadirdir, ama o anda bir tanesi aklıma geliyor. Ailemin dükkânında, okuyamadığım bir dilde, garip çizimler ve kelimeler içeren eski bir kitap bulmuştum. Burnu ve ağzı olmayan, alnına bir işaret kazınmış uzun boylu bir yaratığın tasviri beni ürkütmüştü. Babam omzumun ardından, baktığım sayfayı görmüş ve kitabı elimden almıştı. Onu yüksek bir rafa, ulaşamayacağım bir yere koymuştu. “Sana göre değil, çocuğum. Böyle şeylerden uzak dur.” Babamın alışılmadık sertliği karşısında biraz irkilmiştim. “Onu korkutma, Bela. Bunların hepsi batıl inanç,” diye araya girmişti annem. O da babam kadar eğitimliydi ve o da nadir kitaplar ve bilimsel yayınlar aramaya gelen akademisyenlere yardımcı olurdu. Babam romanları, efsaneleri ve masalları tercih ederken, annem bilimi severdi. Babamın fantezilerle dolu dünyasına ayıracak vakti yoktu. “Bu şeyler… Batıl inanç değildir. Onlar gerçektir ve tıpkı senin benim gibi hayatın bir parçasıdırlar. Onlara güvenilmez. Bunun için onlardan uzak dur kızım.” Annemi ve babamı hayalimde canlandırabiliyorum. Eski raflardaki kitap yığınlarının önünde bir siluet oluşturmuşlar. Babamın gri sakalı, annemin narin sırtı, ensesindeki siyah topuz… Ablamın işten gelişi, kapıyı ardına kadar açışı ve sanki tüm dünyanın sahibiymiş ve asla kötü bir şey olamazmış gibi emin adımlarla içeri girişi. Ve sonra, unutmak istediğim ama unutamadığım ve asla unutamayacağım kısım. Alevler, çığlıklar, atların toynakları, kâbuslarımda tekrar tekrar geri geliyor… Ve sonrasında ne olduğuna dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece karanlık. “Helèna?” Jacopo’nun sesi beni gerçeğe döndürüyor. Ay ışığında gri gözlerini buluyorum. “Annem bu odadaydı,” diye fısıldıyorum. “Eminim.” Ona daha fazlasını; takvime nasıl dokunduğunu ve geriye çekilmeden önce bana nasıl bir şeyler anlatmaya çalıştığını söylemek istiyorum. Ama çocuk aklım bu sahneyi kelimelere çeviremiyor. Jacopo’nun annesi Kontes, kötü şeyler, şeytani şeyler derdi. Eğer şeytani şeyler görüyorsam, belki de ben kötü biriyimdir? Jacopo’ya her şeyi anlatırsam, kötü biri olduğumu düşünür mü? “Sadece bir kâbustu,” diye tekrarlıyor sabırla. Sözleri şüphelerimi azaltıyor; ona inanabilirim. Ona gerçekten inanmak istiyorum. Belki de haklıdır: Annemi sadece rüyamda görmüştüm ve onu sürükleyip götüren siyah figür, hafızamın dumanından başka bir şey değildi; o gece onu, babamı ve kitapçı dükkânımızı saran dumandan başka bir şey değildi… Yüzümü yine Jacopo’nun göğsüne saklıyorum. Sadece on dört yaşında ama neredeyse bir yetişkin gibi görünüyor ve davranıyor. Beni saran kolları ve bu tehlikeli dünyada yalnız olmadığım hissi nefesimi yavaşlatıyor, ta ki sakinleşene kadar. Neredeyse… Yatağımda yan yana oturuyoruz. “Daha iyi misin?” diye soruyor Jacopo. “Daha iyiyim.” “Şimdi battaniyenin altına gir. Üşüteceksin,” diyor, her zaman düşünceli, her zaman beni koruyan tavrıyla. Beni yatırmasına izin veriyorum ama tam rahatlamak üzereyken birden doğruluyorum. “Bir daha rüya görmek istemiyorum.” Yanan evimin ve ailemin penceredeki yüzlerinin görüntüleri hafızama kazındı; her zaman geri geliyorlar, her zaman. “Şimdi uyu, ben sana göz kulak olurum.” Onun yanına kıvrılıyorum. Tam olarak rahatlamamış olsam da, uyku yaklaşıyor, yaklaşıyor, ta ki beni sarana kadar. Şimdilik kâbus da annemin görüntüsü de yok oldu. O bir hayalet değil, hayal gücümün bir ürünü ve kalbimin en derin arzusu. Ben altı yaşında, yetim, evinden uzakta, kayıp mamusia’sının hayalini kuran bir çocuğum. Ancak ertesi sabah, gün ışığında bir şey görüyorum: Takvimde, annemin parmağının olduğu yerde, küle çok benzeyen küçük gri bir leke var, Santa Caterina’nın gününü işaret ediyor.

Bölüm 1
New York, 2022

“Bu saatte galeride misin, Francesca?” diye sordu Isaac. Isaac’in arka planda kâğıtları karıştırdığını duyabiliyordum. Telefonu kulağıyla omzu arasında tuttuğunu hayal ettim; alnı kırışmış, her zamanki gibi meşgul. Kısa bir süre öncesine kadar, ne zaman benimle konuşsa, her şeyi bırakır, tüm dikkatini bana verirdi. Şimdi ikinci plandaydım. Ne de olsa artık nişanlısı ya da kız arkadaşı değildim. Onuncu yılı geride bıraktığımızda, düğün planlarımızı yaparken, beni önemsediğine fakat sevmediğine, deneme amaçlı bir ayrılığa ihtiyacımız olduğuna karar vermişti. En iyi arkadaşı, biricik dostu olarak kalacaktım. Paramparça olmuştum ama bu arkadaşlık durumunun onun hayatımda hiç olmamasından daha iyi olacağı sonucuna varmıştım. Üstelik ben evlenmek için ona baskı yapmamıştım. Hâlimizden mutluydum. Çok, çok mutluydum. Sanırım bu, doğal olarak ya evliliğe ya da ayrılığa evrilen durumlardan biriydi. Sonuçta olaylar düşündüğüm gibi gelişmemişti. “Evet, zaten uyuyamadım. Hem yapacak çok iş var.” Son aylarda ruh hâlim kötüye gitse de neşeli bir ton yakalamaya çalıştım. Üzerime geçirdiğim kurşundan kayıtsızlık zırhıyla, bacaklarıma kadar saplandığım kesif çamurun içinde ilerlemeye çalışıyor gibiydim. Galeride de yapacak pek bir şey yoktu. En azından ilginç bir şey yoktu. Zilberstein Galeri ve Antika Evi, el yazmaları ve kitaplar konusunda uzmanlaşmış, küçük ama prestijli bir yerdi. Benim sanat simsarlığı dünyasında kara listeye alındığımı göz önünde bulundurursak, bana iş teklif ettiklerinde, turnayı gözünden vurduğumu düşünmüştüm. İki işte çalışıp, hâlâ borç içindeyken yapmayı başardığım doktoradan sonraki on yılımı Hex için çalışarak geçirmiştim. Evet, o Hex. Organize suçlara karışmış oldukları ortaya çıkan ve tüm haberlere konu olan o ‘hoş’ insanlar. Birkaç başkan, kraliyet üyesi ve karanlık karakterler… Güçlü insanlar yaptıkları kötülüklerin bedelini ödemezler; küçük insanlar öder. Sonunda sanat dünyasından neredeyse silindim, itibarım yerle bir oldu. Zilbersteinlar beni işe aldığında, hislerim minnettarlıktan da öteydi; ama patronun kızı Cassidy Zilberstein’ın benden yaptığım işin sadece kazancını değil şanını da kapacağını anlamam uzun sürmedi. Onun gölgesinde kalmıştım, asistan maaşı alıyor ve ofis işlerinin yanı sıra Cassidy’nin giysilerini kuru temizlemeye götürüp getiriyordum. Ama ya böyle olacaktı ya da kariyerimi tümden değiştirecektim. Hayatımı Hex’e adasam da onların karanlık işlerine hiçbir şekilde dahil olmamıştım. Yine de bir şey fark etmemişti. Adım lekelenmişti ve New York’ta kimse beni işe almayacaktı. Bir sekreter maaşına, bir sanat tarihçisi ve paleograf(1) çalıştırmanın, eski bir Hex çalışanıyla ilişkilendirilmeye değer olduğuna inanan bir yer dışında. “Ruhunu yemelerine izin verme,” dedi Isaac. Her ne kadar onun işi başından aşkın ve sürekli meşgul olsa da, bütün o karışık günler boyunca bana destek olmuştu. Hex felaketinden sonra New York’ta kalmamın sebebi oydu. Uzaklara taşınmak benim için daha iyi olabilirdi ama Isaac’in şehirde iyi bir işi vardı ve kariyerim uğruna onu bu işten uzaklaştıramazdım. Bu çok bencilce olurdu. Ona bu konuyu açamazdım bile. “Hımm. Söylemesi kolay,” diye cevap verdim. “Cassidy’nin sabah lattesiyle birlikte ruhları da yuttuğunu biliyorsun.” “Bu arada, yine kâbus gördün. Seni duydum.” Evet, Isaac ve ben hâlâ birlikte yaşıyorduk (teşekkürler New York emlak piyasası) ve sırayla kanepede uyuyorduk. Evet, acınası bir durumdu. Ama burası Isaac’in iş yerine yakındı ve ben… Ona yakın olmak istemiştim. “Evet. Aynı rüya.” Bu kâbus beni haftalardır rahatsız ediyordu: Bulanık bir figür beni yakalamak için peşimden geliyor, ondan kaçarken karanlık sularla dolu bir havuza düşüyordum… Uyku hapları, ertesi sabah beni bir zombiye dönüştürmek dışında bir işe yaramıyordu. “Zor olmalı, üzgünüm…” Hattın diğer tarafında, kapının açıldığını ve bir kadın sesinin Isaac’in adını söylediğini duydum. Seslenen, Isaac’in aynı ofisi paylaştığı iş arkadaşı Rowena’ydı. “Kapamam gerekiyor. İyi günler,” dedi Isaac. Güzel bir gündü. Ayaklarımı, masanın altında duran ve bir türlü atıp kurtulmaya cesaret edemediğim düğün katalogları ile dolu bir kutunun üzerine koymuş, bir Excel belgesine veri yerleştirmekle uğraşıyordum, ki bu da toplantılardan sonra kahve fincanlarını yıkamaktan ve Cassidy’nin kıyafetlerini kuru temizlemeden almaktan biraz daha iyiydi. Bunlar iyi günlerimdi. “Sana da.” “Ah, Francesca, unutmadan.” “Evet?” “Bu akşam fajitaya ne dersin? Uzun zamandır yemedik…” Kalbimde küçük bir sevinç balonu patladı. Eskiden her çarşamba Meksika yemeği yerdik. Her çarşamba, o ilk randevumuzda sipariş edip heyecandan yiyememiş olduğumuz tavuk fajitaları… Ayrıldığımızdan beri –hâlâ birlikte yaşıyor olsak da– tüm küçük geleneklerimizi kaybetmiştik. Isaac bir rutine takılıp kaldığımızı, rutinlerin boğucu olduğunu söylemişti. Bir Meksika yemeği siparişi vermenin çok da boğucu olduğunu düşünmüyordum ve tüm küçük alışkanlıklarımızı seviyordum. Belki de bu iyiye işaretti? “Tabii. Dönüşte restorana uğrarım.” “Güzel. Çok geç kalma, yarın benim için önemli bir gün.” Isaac erken yemeyi, bense geç yemeyi tercih ederdim. Bu yüzden akşam yemeğini genellikle erken yerdik. “Anlaşıldı.” Telefonu kapattım, sıcak basmıştı ve kendimi mantıksız bir şekilde mutlu hissediyordum. Bunun onun için muhtemelen pek bir şey ifade etmediğini biliyordum –sadece bir Meksika yemeği, kendine gel Francesca!– ama belki de ileri doğru küçük bir adımdı? Derin bir nefes aldım. Bu kadar umut etmek dayanılamayacak kadar zordu ama umudu yitirmek daha da kötüydü. Isaac hayatımı bir arada tutan dayanaktı. Onsuz sürükleniyordum. Birlikte olmadığımız hâlde birlikte yaşamak işkence olsa da, en azından hâlâ hayatımda olduğu için fazlasıyla minnettardım. Evet. Acınası bir durum. Daha dün gece kız kardeşim Sofia’ya bunları söylediğimde gözlerinde beliren ifade çok şey anlatıyordu. Isaac’i hiç sevmemişti, ki bu benim için her zaman bir sorun olmuştu ama şimdi onu adam yerine koymuyordu. Sözleri hâlâ kulaklarımda: “Minnettar mı? Adam seni neredeyse mihrapta terk etti ve sen hâlâ hayatında olduğu için minnettar mısın?” Aniden, o gece işten sonra Sofia’yla buluşmam gerektiğini hatırladım. Ama Isaac’le Meksika yemeğimiz için eve erken dönmem gerekiyordu. Bu bir ikilemdi. Sofia’nın tepkisini duyar gibiydim: Seni terk eden ve kalbini kıran adamın evine mi gitmen gerekiyor? Seni kanepede uyutan ama yine de her gün iş yerini arayan adama mı? Sofia’ya benimle biraz erken buluşması için mesaj attım. Excel ile birkaç saat boğuştuktan sonra nihayet masamı toplayıp işten erken ayrıldım. Nasıl olsa kimse fark etmezdi. Cassidy kendi işiyle meşguldü –muhtemelen yine brunch yapıyordu ve buna halkla ilişkiler diyordu– ve Zil, İtalya’da Santa Caterina adlı bir yerde bulunan özel bir koleksiyondan bazı el yazmaları satın almaya çalışıyordu; bu görev bana verilemeyecek kadar ilginçti. Görünüşe göre koleksiyonun sahibi zor ve tuhaf biriydi, Zil bana bunu, bıyıkları parlak yeşil renkli bıyık bakımı pomadıyla kaplıyken söylemişti. Onu o hâlde dinlerken, yıllarca sanat alanında çalışırken mükemmelleştirdiğim ciddi yüz ifademi korumuştum. “Bu el yazmalarının hepsi kadınlar tarafından tezhiplenmiş,(1)” demişti. “Bildiğin gibi, bu aslında nadir görülen bir şey değil, çünkü…” “Orta Çağ’da kadınların yazı ve tezhip üzerine çalıştıklarını düşünmek mantıklı.” Sözünü keserek cümleyi onun için bitirmiştim. Zorlukla edindiğim bilgileri kullanmak için sabırsızdım. “Bu yazmaları ilginç kılan şey, hepsinin üzerinde çalışan kadınlar tarafından imzalanmış olması. Ve birkaç tanesi de… Bekle…” Notlarını kontrol etti. “Hypatia mı? Hayır, Ip…” “Ippolita?” diye haykırdım. “Ippolita mı?” O bir Oswen başrahibesi ve çok yönlü bir bilgeydi: Şair, besteci, bitki bilimci, mistik… O benim idolümdü. Orta Çağ’dan bir başrahibenin rol model olmasının pek yaygın olmadığını biliyorum ancak, eski el yazmalarının deşifre edilip incelendiği paleografinin tuhaf ve harika dünyasına hoş geldiniz! “Anlaşılan öyle.” Zil’den görevi devralma arzusuyla yanıp tutuşuyordum. O el yazmalarını edinmek, onları görmek, onlara dokunmak (tabii ki eldivenlerle, Tanrı korusun)… Ama orada durmuş, susuyordum. Cılız bir sesle tek söyleyebildiğim: “Yardımcı olabilir miyim?” olmuştu. “Elbette. Sen şu Excel işlerini halledersen ben de bu işi rahatça hallederim.” “Demek istediğim…” “Ne demek istediğini anlıyorum. Peki sence onlar Hex’ten Francesca Lombardo ile herhangi bir şekilde bağlantı kurmak isterler mi?” demişti, elinde tuttuğu kâğıtları sallayarak. Bu, konuşmanın sonu olmuştu. Konuyu bir daha açmayacaktım. Zedelenen itibarım bana her hatırlatıldığında, kalbim bir kez daha parçalanıyordu. Sofia, benimle haftanın her günü işten çıkan kalabalığın akın ettiği ama günün bu saatinde neredeyse boş olan bir barda buluşacaktı. Onu hemen fark ettim, siyah saçları minik omuzlarına dökülmüş, bir tabureye yerleşmişti. Öpüştük, pencere yakınındaki bir masaya geçtik. Onu görmek bana kendimi çok iyi hissettirmişti. Bir süredir Isaac’le ilgili suçluluk duygumdan kaçınmaya çalıştığım için eskisi kadar sık görüşememiştik. Ona karşı olumsuz tutumu aramızı açmıştı. Şimdi gülümsüyor, soru soran ve belki biraz da acıyan kara gözlerle bana bakıyordu. Bu bakışın muhatabı olmaktan nefret ediyordum. “Nasılsın?” “Fena değil. Yoğunum. Sen?” “Ben de. Çok kalamam, eve yemek götürmem gerekiyor…” Kız kardeşimin yüzü düştü. “Ona akşam yemeği götürmen gerekiyor.”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKitapçının Kızı
  • Sayfa Sayısı272
  • YazarDaniela Sacerdoti
  • ISBN9789751422200
  • Boyutlar, Kapak13,4x19,8 cm, Karton Kapak
  • YayıneviRemzi Kitabevi / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Güneş De Doğar ~ Ernest HemingwayGüneş De Doğar

    Güneş De Doğar

    Ernest Hemingway

    Güneş de Doğar‘daki kişiler, savaş sonrası değer yargıları yiten, değişen yaşamları üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen insanlardır. Roman başkişileri, bu çöküntüyü olanca derinliğiyle...

  2. Deja Vu ~ Susan FraserDeja Vu

    Deja Vu

    Susan Fraser

    Aşka ve hayata ikinci bir şans vermek üzerine büyüleyici ve etkileyici bir roman Geçmişe dönmek mümkün olsaydı, hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz? Annie ve Marc...

  3. Bütün Günlerin Akşamı ~ Jenny ErpenbeckBütün Günlerin Akşamı

    Bütün Günlerin Akşamı

    Jenny Erpenbeck

    İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur