1907’de Eleanor Hodgman Porter, Miss Billy adlı genç kızın öykülerini anlatan üç kitap yayımladıktan sonra bir başka kızın, Pollyanna Whitter’ın öyküsünü yazmaya karar verir; bu, bir çocuk klasiğinin doğduğu andır. Pollyanna 1913 yılında okuyucu ile tanışır tanışmaz övgülerle karşılaşır. Anne ve babasını kaybetmiş olan Pollyanna, Beldingsville adlı küçük kente, teyzesinin yanına gider. Asık suratlı, işgüzar, dediğim dedik, sevgisini gizlemeyi erdem sayan bu kadın, Pollyanna’nın herkese bulaşan iyimserliği karşısında bocalayıp duracaktır. Pollyanna dertli, yalnız, hasta, karamsar, hayattan umudunu kesmiş insanlara “bardağın dolu olan yarısını” görmeyi öğretecektir. Sinemaya, çizgi filmlere ve tiyatroya uyarlanan bu çocuk klasiğinin küçük kahramanının adı; iyimser, en olumsuz durumda bile mutluluk bulan ve saçan, biraz da mutlu olduğuna kendini ve çevresini inandıran insanların davranışlarını tanımlayan “polyannacılık” kavramını bizim dilimize bile sokmuştur.
Tünelin ucundaki ışık.
***
ÖNSÖZ
Amerikalı roman ve öykü yazarı Eleanor Hodgman Porter 18 Aralık 1868’de ABD’nin Littleton kentinde doğdu. 21 Mayıs 1920’de Cambridge’de 52 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, dünya çocuk edebiyatına ya da belki bütün dünyaya küçük bir kızın adını armağan etmişti: Pollyanna. Pollyanna zamanla edebiyatın sınırları dışına da çıkan bir ad, daha doğrusu bir anahtar kavram olup çıktı. Biz bile zaman zaman “polyannacılık”tan söz ederiz. Bir kavram olarak “polyannacılık” iyimserliği elden bırakmayan, hayatı hep iyi yanlarıyla görmeye çalışan, verili ömrünü bir armağan gibi algılayan insanın, dünya ile, öteki insanlar ile kurduğu ilişkiler, hayat karşısındaki gülümseyen bakışıdır.
Eleanor Hodgman Boston Konservatuvarı’nda şarkı söyleyerek daha yazar olmadan öne çıkmış bir öğrenciydi. Konserlerde ve kilise korolarında yer aldıktan sonra 1892’de bir işadamı olan John L. Porter ile evlendikten sonra da şarkıcılığını sürdürdü. 1901’de yazmayı müziğe tercih etti; yazdığı öyküler çeşitli popüler dergilerde ve gazetelerde yayımlanmaya başlandı. 1907’de ilk uzun öyküsü Cross Currents’i (Akıntılara Karşı), The Turn of the Tide (1908), The Story of Marco (1911); ilk büyük gerçek başarısını temsil eden Miss Billy ve Miss Bill’s Decision (Bayan Billy’nin Kararı, 1912) izledi.
Porter, 1913’te Pollyanna’yı yayımladı. Öyle pek kolay rastlanmayacak karakterde, olağandışı bir genç kızın duygusal masalıydı Pollyanna. Hayatla kurduğu “mutluluk oyunu”, insanlara her koşulda mutlu olmayı, onlara hayatın ışıldayan taraflarını göstermeyi hedefliyordu. Hayatın gerçekten de ışıldayan, sevindirici, mutluluk veren yanları vardır da, insanların çoğu bunu görmezler mi? Ya da yaşayabilmek için biraz da görmemezlikten mi gelmeli? Yoksa hayatın hep karanlık, gölgeli, umutsuzluğa götüren dehlizlerine bakmaktan, oralarda yaşamaktan bıkmayan insanlar mı var? Bu türden soruları çoğaltabiliriz. Kuşkusuz Pollyanna, insan ile hayat arasındaki ilişkiyi insan merkezci bir anlayışa çekiyor: Gerçek, daha çok, siz onu nasıl algılayabiliyorsanız odur diyor. Bu algılamanın da epey bir gayret, istek talep ettiğini söylüyor: Pollyanna dünyaya, hayata, olaylara bakarken, onların hep ışıldayan yanlarını buluyor, kendisine katılmayanları, karamsarlıkta, mutsuzlukta direnenleri değiştiriyor; mutsuzlara mutluluk aşılıyor, dünyanın yanlışlarını düzeltmekten de geri kalmıyor. Ama yazarın, küçük kahramanının duygusallığı dolayısıyla da topluma verdiği mesajın iyimserliği ile araya belirgin bir ironi yerleştiren anlatım tarzı, bütüne biraz da bir “mutluluk oyunu” atmosferi kazandırıyor. Belki de ilk günden itibaren gördüğü ilginin temelinde yazarın bu yeteneğini aramak pek yanlış olmayacaktır.
Dikkatli okurlar, Pollyanna kimliğinde insanlığa yönelik genel bir vaazın, dinsel boyutlu bir iyimserliğin izlerini rahatça bulabileceklerdir. En eski felsefelerden bu yana sıkça karşılaştığımız bir anlayış, Tanrı’nın yapıtı olan bu dünyanın kötü olamayacağı şeklindedir; Uzakdoğu, Hint, Yunan felsefesinden bu yana uzanagelen, tek Tanrılı dinlerde de yansımasını bulan bir kavrayıştır bu.
Eleanor H. Porter romanın gördüğü ilgi üzerine 1915’te, Pollyanna Büyüyor adlı bir devam romanı yazdı. İlk kitap öyle büyük bir üne kavuşmuştu ki, kısa sürede dünyanın çeşitli dillerine çevrildi, baskı üzerine baskı yaptı.
1916’da Pollyanna, Brodway oyunu olarak seyirciyle tanıştı. 1920’de, Amerikan sessiz sinemasının “büyümeyen kızı” Mary Pickford, Pollyanna’yı beyazperdede canlandırdı. 1960’ta yeniden çekilen filmde bu kez Hayley Mills oynuyordu. Çok sayıda kitap, çizgi roman ve ürün Pollyanna’yı ölümsüz kılıp günümüzde de yaşatmayı başarıyor. “Memnuniyet” kulüpleri, Pollyanna cemaatleri, Pollyanna adını kendi adına ekleyip mutluluk şarkıları söyleyen yıldızlar; internete bakacak olursak bu zincirin halkasını din kurumlarına kadar götürebiliyoruz. Sözcük Amerikan sözlüklerine anlamını biraz da olumsuz bir düzleme çekerek girmiştir. Japonlar Pollyanna’yı ana öyküye bağlı kalarak çizgi film haline getirdiler ve 51 bölümlük bir dizi olarak (Ai shoujou Pollyanna monogatari) 1986 yılında televizyon dünyasına armağan ettiler.
Annesi ölmüş olan Pollyanna babası ile birlikte Birleşik Devletler’de kasaba kent arası bir yerde yaşamaktadır. Babası, annenin eksikliğini karşılasa da, günün birinde o da dünyaya veda edecektir. Teyze Polly Harrington yeğenini yetiştirmek üzere yanına alır… Ve Pollyanna’nın hayat ile kurduğu memnuniyet oyunu da başlamış olur.
Veysel Atayman
Ocak 2006, İstanbul
POLLYANNA
I
BAYAN POLLY
O Haziran sabahı, Bayan Polly Harrington mutfağına biraz telaşlı bir halde girdi. Bayan Polly genelde sakin bir insandı ve bununla övünürdü, ama bugün telaşlıydı; gerçekten telaşlı.
Lavaboda bulaşıkları yıkayan Nancy onun bu haline şaşırmıştı. Nancy, Bayan Polly’nin yanında yalnızca iki aydır çalışıyordu, ama hanımının genelde telaşlı biri olmadığını çoktan öğrenmişti.
“Nancy!”
“Evet, hanımefendi,” diye Nancy neşeyle cevap verdi, ama elindeki sürahiyi kurulamayı da sürdürdü.
“Nancy,” –Bayan Polly’nin sesi şimdi çok sertti– “seninle konuştuğum zaman, işini bırakıp söyleyeceğim şeyi dinlemeni isterim.”
Nancy çok kötü kızardı. Elindeki sürahiyi üzerindeki bezle birlikte aceleyle mutfak tezgâhının üzerine bıraktı. Bu arada sürahiyi az daha deviriyordu. Soğukkanlı davranmaya çalışmış, ama becerememişti.
Sürahiyi aceleyle düzeltip hanımına dönerek, “Evet hanımefendi; dinliyorum, hanımefendi,” diye kekeledi. “Siz bana bu sabah özellikle bulaşıkları çabuk bitirmemi söylediğiniz için işime devam ediyordum.”
Hanımı kaşlarını çattı.
“Bu kadar yeter, Nancy. Senden açıklama istemedim. Dikkatini bana vermeni istedim.”
“Evet, hanımefendi.”
Nancy iç çekmemek için kendini tuttu. Bu kadını memnun etmenin bir yolu olup olmadığını merak ediyordu. Nancy daha önce hiç “dışarıda çalışmamıştı”; bir gün babası ölüp hasta annesi üçü Nancy’den daha küçük dört çocukla aniden dul kalınca, kızcağız geçimlerini sağlamak için bir şeyler yapmak zorunda kalmış ve tepedeki büyük evin mutfağında bu işi bulunca çok sevinmişti. Nancy altı mil uzaktaki ‘The Corners’ köyünden gelmişti ve Bayan Polly Harrington’ı yalnızca eski Harrington malikânesinin hanımı ve şehrin en varlıklı sakinlerinden biri olarak biliyordu. Bu iki ay önceydi. Ama şimdi Bayan Polly’nin yere bir bıçak düşse ya da bir kapı çarpsa, hemen kaşlarını çatan –ama bıçaklar ve kapılar yerlerinden kıpırdamadan dursalar bile, gülümsemeyi aklının ucundan bile geçirmeyen– sert, haşin yüzlü bir kadın olduğunu biliyordu.
Bayan Polly şimdi, “Nancy, sabah işini bitirdiğin zaman, çatı katındaki, merdivenlerin hemen başındaki odayı temizleyip oradaki küçük yatağı yapabilirsin. Sandıkları ve kutuları çıkardıktan sonra odayı süpür, sil, tabii ki,” diyordu.
“Evet, hanımefendi. Peki söyler misiniz, çıkardığım o şeyleri nereye koyayım?”
“Ön taraftaki tavan arasına.” Bayan Polly önce tereddüt etti, sonra duraksadı: “Sanırım, şimdi sana da söyleyebilirim, Nancy. Yeğenim, Bayan Pollyanna Whittier buraya gelecek ve artık benimle yaşayacak. On bir yaşında ve tavan arasındaki odada kalacak.”
Nancy kendi küçük kız kardeşlerinin ‘The Corners’taki evlerine getirdikleri cıvıl cıvıl havayı düşünerek, “Buraya küçük bir kız mı geliyor, Bayan Harrrington? Ah, ne kadar hoş!” diye bağırdı.
Bayan Polly sertçe, “Hoş mu? Eh, ben tam olarak bu kelimeyi kullanmazdım,” diye cevap verdi. “Yine de elimden geleni yapmak niyetindeyim. İyi bir kadın olduğumu ve görevimin neyi gerektirdiğini bildiğimi düşünüyorum.”
Nancy kıpkırmızı kesildi.
“Elbette, hanımefendi; ben yalnızca düşünmüştüm ki burada küçük bir kız olması… sizin için daha neşeli bir hava yaratabilir,” diye bocaladı.
Hanımı kuru bir sesle, “Teşekkür ederim,” dedi. “Yine de böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumu söyleyemem.”
Nancy, “Ama, elbette, siz… siz onu, yani kız kardeşinizin çocuğunu istersiniz,” demeyi göze aldı; bir yandan da belli belirsiz bir şekilde bu yalnız, küçük yabancıya güzel bir karşılama hazırlaması gerektiğini hissediyordu.
Bayan Polly kibirli bir tavırla çenesini kaldırdı.
“Nancy, doğrusunu söylemek gerekirse, evlenip zaten yeterince dolu olan bir dünyaya gereksiz çocuklar getirecek kadar aptal olan bir kız kardeşim var diye, onların bakımını üstlenmeyi neden özellikle istemem gerektiğini anlayamıyorum. Ama daha önce de dediğim gibi, umarım, görevimi biliyorumdur,” dedikten sonra odadan çıkarken sert bir şekilde, “Köşeleri de temizlemeyi unutma, Nancy,” diye ekledi.
Nancy iç çekerek, “Peki, hanımefendi,” dedi ve yarı yarıya kurulanmış sürahiyi eline aldı. Sürahinin tekrar durulanması gerekiyordu.
Bayan Polly odasına çıkınca, iki gün önce uzaklardaki bir Batı şehrinden gelen ve onun için çok tatsız bir sürpriz olan mektubu bir kez daha okudu. “Bayan Polly Harrington, Beldingsville, Vermont” adresine gönderilen mektup şöyleydi:
SEVGİLİ HANIMEFENDİ – Üzülerek bildiriyorum ki Rahip John Whittier, arkasında on bir yaşında bir kız çocuğu bırakarak iki hafta önce bu dünyadan göçtü. Kendisinden birkaç kitap dışında hemen hiçbir şey kalmadı; çünkü hiç kuşkusuz, sizin de bildiğiniz gibi kendisi bu küçük köy kilisesinin rahibiydi ve çok az bir maaşı vardı.
Sanıyorum kendisi merhum kız kardeşinizin kocasıydı, ama bana ailelerin arasının pek iyi olmadığını belirtmişti. Yine de kız kardeşinizin hatırı için çocuğu yanınıza alacağınızı ve Doğu’daki kendi akrabaları arasında yetiştirebileceğinizi düşünüyordu. Size bu yüzden yazıyorum.
Siz bu mektubu aldığınız zaman küçük kız yola çıkmaya hazır olacak; eğer onu kabul edebilecekseniz, bize hemen gelebileceğini bildirmenize çok sevineceğiz, çünkü çok yakında buradan Doğu’ya doğru yolculuğa çıkacak bir karı koca var ve onlar kızı yanlarında Boston’a götürüp oradan Beldingsville trenine bindirecekler. Elbette, Pollyanna’nın hangi gün ve hangi trenle orada olacağı size bildirilecek.
Yakında sizden olumlu bir haber almayı umuyor ve saygılarımı sunuyorum.
JEREMIAH O. WHITE
Bayan Polly kaşlarını çatarak mektubu katlayıp zarfına soktu. Mektuba önceki gün cevap yazmış ve elbette ki çocuğu kabul edeceğini bildirmişti. Bu her ne kadar tatsız bir görev olsa da üstüne düşen sorumluluğun ne olduğunu iyi bildiğini düşünüyordu.
Elinde mektupla otururken aklına, bu çocuğun annesi olan kız kardeşi Jennie geldi; Jennie yirmi yaşında genç bir kızken ailesinin itirazlarına karşın genç bir rahiple evlenmekte ısrar etmişti. Onunla evlenmek isteyen varlıklı bir adam vardı ve ailesi rahiple değil de o adamla evlenmesini istiyordu; ama Jennie’nin tercihi bu yönde değildi. Bu varlıklı adamın, itibarını artıran parası gibi yaşı da fazlaydı; oysa rahibin yalnızca gençlik idealleri ve coşkusuyla dolu genç bir kafası, sevgiyle dolu bir kalbi vardı. Jennie de doğal olarak bunları tercih etmiş ve rahiple evlenip bir misyoner* eşi olarak onunla birlikte Güney’e gitmişti.
Araya soğukluk o zaman girmişti işte. Evin en küçüğü olan Bayan Polly o günlerde daha on beş yaşında olmasına rağmen bunları çok iyi hatırlıyordu. Ailenin bundan sonra misyonerin karısıyla pek bir ilişkisi kalmamıştı. Ama Jennie yazdığı bir mektupta, son bebeğinin adını iki kız kardeşi Polly ve Anna’nın anısına Pollyanna koyduğunu, diğer bebeklerin öldüğünü haber vermişti. Bu, Jennie’nin son mektubuydu ve birkaç yıl sonra da ölüm haberi gelmişti; rahip bunu Batı’daki küçük bir kasabadan yazdığı, kısa ama üzüntülü bir notla bildirmişti.
Bu arada zaman tepedeki büyük evin sakinleri için de olduğu gibi durmamıştı. Bayan Polly aşağıda uzanan geniş vadiye bakarak aradan geçen yirmi beş yılın kendisine getirdiği değişiklikleri düşündü.
Şimdi kırk yaşında ve koca dünyada yapayalnızdı. Annesi, babası, kız kardeşleri… hepsi ölmüştü. Yıllardır, bu evin ve babasından kalan binlerce doların tek sahibiydi. Yaşadığı bu yalnız hayat yüzünden kendisine acıdıklarını açıkça gösteren ve onu yanına bir arkadaş ya da dost almaya teşvik eden insanlar olmuştu; ama Bayan Polly onların ne duygudaşlıklarını ne de tavsiyelerini hoş karşılamamıştı. Yalnız olmadığını söylüyordu. Kendi başına olmak hoşuna gidiyordu. Sessizliği tercih ediyordu. Ama şimdi…
Bayan Polly kaşlarını çatıp ağzını sımsıkı kapatarak ayağa kalktı. İyi bir kadın olduğu için de, yalnızca görevini bilmekle kalmayıp bunu yerine getirecek kadar güçlü bir karakteri olduğu için de memnundu, elbette. Ama… Pollyanna ne tuhaf bir addı böyle!
————
* Misyoner: Güçlü bir Hıristiyanlık camiası kurmakla görevlendirilen din adamı.
“Pollyanna” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPollyanna
- Sayfa Sayısı256
- YazarEleanor H. Porter
- ÇevirmenPınar Güncan
- ISBN9786053540502
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oteldekiler ~ Vicki Baum
Oteldekiler
Vicki Baum
Almanya’nın çalkantılarla dolu savaş öncesi yıllarında yazarı Vicki Baum’u tüm dünyaya tanıtan bu roman, yeniden keşfedilmeyi hak ediyor. 1920’lerin ışıltılı ve kalabalık Berlini’nde şaşaalı...
- Bir İdam Mahkûmunun Son Günü ~ Victor Hugo
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü
Victor Hugo
Hugo, aydınlanmacı hümanizmin geleneğinde, suç ile ceza ilişkisinin insansız bir mıntıkada tartışılmasının anlamsızlığına işaret eder gibidir. Onun kişisi, hayat ile ölüm arasındaki dar sınır...
- Zorro ~ Isabel Allende
Zorro
Isabel Allende
Zorro, 19. yüzyılda, İspanyol egemenliğindeki Kaliforniya’da yaşamış bir efsane kahramanıdır. Çizgi filmlerden, çizgi romanlardan anımsayacaksınız: Maskeli Zorro, İspanyol valinin zorbalığına karşı halkın yanında yer...
yaa ben soru diyorum gelmiş bana önsözden bahsediyo sinir oldum yaaa