Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Y
Y

Y

Cem Akaş

Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya. Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya…

Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya. Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya bu, çünkü hepsi erkek yapımı. Artık yeni kurallar var, çünkü eski insanlar yok.Constantine, böyle bir dünyaya doğan bir erkek çocuk. Nasıl olduğu bilinmiyor. Onu kapılarının önünde bulup evlat edinen iki kadın, oğullarını tam bir kız gibi yetiştiriyor ve cinsiyetini herkesten –özellikle de devletten– gizlemeyi başarıyorsa da, bu yolun sonunun kısa sürede gelmesinden korkuyorlar.Y, kadınlar ve erkekler üzerine, arada sıkışmalar ve geçişler üzerine, toplum üzerine, ama en çok da koca dünyada yapayalnız kalmak üzerine bir mücadele romanı.

Prolog

1.
Kapının zili çalmamıştı. Arendi sonradan, Ben zili duydum sanki, dese de çalmamıştı, eminim. Dışarı çıkmayacaktım, kapının önüne bir şey çıkarmak gibi bir niyetim de yoktu ama adımlarım beni kapıya götürdü işte. Açtığımda Constantine’i hemen görmedim; sokağın karşısındaki binaya, ağaçlara baktım; güneşi alnımda hissettim, gözlerim hafifçe karardı, gözkapaklarım indi. Derin bir nefes alıp gerisingeri içeri gireceğim sırada fark ettim onu. Çiçek desenli, pastel renkli bir sepetin içindeydi, sentetik ve ucuzca bir sepetti, yumuşak bir örtüye sarılıydı bebek, keyfi yerinde gibiydi.

Bakakaldım.

Arendi içeriden, Biri mi geldi? diye seslendi ama konuşamadım o an; Constantine’e bakarken bütün dil yetilerimi yitirmiş gibiydim, İliada ne oldu, kimmiş? diye yeniden seslendi Arendi, o zaman akıl ettim çevreme bakınmayı. Kim bırakmıştı bebeği kapımızın önüne? Ne zamandır oradaydı? Kimse görmüş müydü? Constantine’in gözleri açıktı, cin gibi bakınıyordu, dilinin minik ucu görünüyordu, hiç sesi çıkmıyordu ama. Kararsız kaldım bir anlığına – sepeti içeri almak, geri dönüşsüz bir yolun ilk adımı gibi yankılandı içimde, gürültüsü arttıkça arttı. Tabii ki öyleydi; bunu en başından biliyordum.

Arendi’nin yumuşak elini çıplak omzumda hissettim. Ne tatlı bebek bu, dedi, Zavallım, kim bıraktı seni buraya? Sonra, Ne bakıyorsun, alalım içeri, ağlayacak şimdi, diyerek bana çıkıştı. Apar topar sepeti aldım yerden, içeri girdik. Salonda kanepeye oturup Constantine’i sepetinden çıkardığımızda iç çekti, zar zor duyduk; daha verilecek kararlar zihnimde birer soru olarak bile berraklaşmamışken verdim kararımı, o an. O kadar güzel bir bebekti ki, kim olduğunu bilmediğimiz bir hayranımızın onu bize gerçekten hediye ettiğine kendimizi inandırmamız zor olmadı. Sepetin içini yokladım elimle, bir not ya da bir nesne aradım, açıklama olabilecek, açıklama yerine geçebilecek herhangi bir şey. Örtü dışında hiçbir şey yoktu. Birden Constantine ağlamaya başlayınca üzerimizdeki durgunluğun, rahvanlığın farkına vardım.

Sonra düşündüğümde, sanki çocuğu yetkili makamlara bildirmemiz gerekmeyecekmiş gibi, kapımızda kedi yavrusu bulmuşuz da bakmaya karar vermişiz gibi davrandığımızı hatırladım. Altı yıllık ilişkimizde çocuk yapma meselesini birkaç kez konuşmuştuk Arendi’yle ama bir türlü kendimizi hazır hissedip gerekli adımları atmamıştık, oysa doktor olduğum için çok da kolay olurdu bunu yapmak. Özel bir çocuk sevgimiz de yoktu sanki o güne kadar, en azından bunun herhangi bir emaresini gördüğümü sanmıyorum; arkadaşlarımızın bebekleri bizde hiç imrenme hissi yaratmazdı; sıkılırdık çocuklardan. Bir de tabii şu vardı: Arendi benimle birlikte olmaya başlamadan önce neredeyse yirmi yıl kimseyle olmamıştı; bir ilişkide olma fikrini bile zaman zaman yadırgadığını biliyordum, çocuk sahibi olmak için daha zamana ihtiyacı vardı bence.

Ama o sırada elbette buna değil, Constantine’in acil ihtiyaçlarına odaklanmıştım – altını temizlemek, karnını doyurmak lazımdı. Arendi’ye döndüm, En küçüğünden çocuk bezi, dedi lafı bana bırakmadan, İlk ay maması, biberon – başka? Siparişi verdi, yan yana oturmayı sürdürdük, kucağımda Constantine. Pencere açıktı ama arka taraf da açık olduğu için biraz esiyor, yaz sıcağı o kadar hissedilmiyordu. Constantine’in yüzüne hafifçe üfledim, gözlerini kıstı, ağlamayı kesti, sanki gülümsedi.

Arendi ön kapının güvenlik görüntülerini oynattı. Önceki geceden beri dışarı çıkmamıştık ama Constantine kapıyı açmamdan yalnızca kısa bir süre önce bırakılmıştı, bundan nedense emindim. Geriye doğru oynatsana, dedim Arendi’ye. Gerçekten de çok geçmeden bulduk – 06.32’de elinde saplı bir karton kutuya benzer bir şey taşıyan kapüşonlu biri sokaktan kapımıza doğru yürümüş, kutuyu yere koymuş, sonra tekrar yerden alıp gitmişti. Kapının önündeyse sepet belirmişti – belli ki kutunun içindeydi, kutunun altı da boştu, kutuyu bırakan kadın sepetin ayrılmasını sağlamış, kutuyla birlikte uzaklaşmıştı. Bir dakika sürmemişti hepsi. Sokakta onu görmüş birileri varsa bile, hiç kimse kadının bir şey bıraktığını görmemiş olacaktı.

O sırada kapı çaldı, Arendi gidip açtı – siparişler gelmişti. Sehpaya sepetin içindeki örtüyü serip Constantine’in altını açtım. Arendi yandan beni izliyordu. Başımı kaldırıp ona baktım – geri dönüşsüz yolculuğumuzun neye benzeyeceğine dair minik bir ipucu duruyordu karşımızda. O kadar inanamamıştık ki ikimiz de bir şey demedik bir süre. Constantine kıpraşmaya başlayınca kendime geldim ama geç kalmıştım – ince bir şıpırtı eşliğinde sarı, berrak bir yay, Constantine’in bacak arasından yükselip sehpanın üzerinde ufak bir birikinti oluşturmaya başladı. Hemen bezi üzerine bastırdım, bitince de temiz bir bez daha alıp altını bağladım. Mamasını ısıtalım, dedim Arendi’ye; başını salladı, mutfağa gitti.

Çok zor ve beklenmedik ölçüde sessiz bir gün ve gece oldu, kendimi herhalde hiç o kadar şaşkın hissetmemiştim, Arendi de her zamanki gibi kontrollü görünmesine rağmen benden farklı bir durumda değildi. Constantine çok mülayim bir bebekti, ağlaması sızlaması yoktu; iştahı yerindeydi, gazını çıkardıktan sonra da dört-beş saat uyudu. Ama bizi uyku tutmasının imkanı yoktu. Polise gitmemiz gerektiğini konuştuk – bir aylık bir bebeği tanımadığı birilerinin kapısına bırakıp kaybolan annenin –annesi olduğunu varsayıyorduk– bulunması gerekiyordu, herhangi bir bebek olsa bile ciddi bir durumdu bu, Constantine’in özelindeyse dünya çapında bir olaydan söz ediyorduk. Beni korkutan da buydu, polise gittiğimiz anda Constantine’i bizden alırlar, kendi ailesine asla vermezler, ortalık birbirine girer ve büyük olasılıkla Constantine ya devlet ya da gizli ve özel güçlerden biri tarafından öldürülürdü. Rektifikasyon’dan bu yana geçen 142 yılda pek çok şey kökten değişmişti elbette, ama gariptir, güç kullanan, üzerinde güç kullanılan ve gücü kutsayan denkleminde kayda değer bir değişiklik olmamıştı. Devlet yönetimlerinin iyi ve kötü yanlarını ayırt edebilecek ve devlet aygıtının neler yapabileceğini bilecek kadar kafamız çalışıyordu, ayrıca ikimiz de dindar kadınlar değildik – hayatımızı bu çocuğa adayacaksak bunun tek gerekçesi, doğrusunun bu olduğuna inanmamız olabilirdi, bir de tabii, ileride hangi boyutlara varacağını şu birkaç saat içinde göstermeyi başarmış, insanın benliğini saran aşık olma hali.

O güne kadar aşk uğruna bir şey yapmam ya da bir doğru uğruna neler yapabileceğimi düşünmem gerekmemişti hiç. Karar vermek için kendimize biraz zaman tanıyabileceğimizi düşünüyordu Arendi, bana da makul görünüyordu bu. Constantine hızla günlük rutinimizin bir parçası oldu, daha doğrusu hayatımızın akışını onun çevresinden dolaşacak şekilde yeniden kurguladık, büyük bir doğallıkla ailemize alıverdik. Arendi’nin kuzininin küçük kızı bize gelmeye başladı (alt değiştirmemesi konusunda kesin talimat vermiştik, ben günde iki-üç kere uğruyordum), bu da bize yaz bitene dek zaman kazandırdı. Ben hastanedeki işimden ve anaokulundaki gönüllülüğümden bulduğum her fırsatta eve uğruyordum, ikisi de on-on beş dakika mesafedeydi zaten. Arendi’nin işi daha zordu, su idaresinde çalışıyordu, ofisi şehrin öbür ucundaydı ve zaten çoğunlukla şehir dışında, denetimde oluyordu, neyse ki gönüllülüğünü bizim mahallenin bostanında yapıyordu, arada eve kaçabiliyordu.

Bu düzende yaklaşık üç hafta geçirdik. O gece Arendi denetim turnesinden yeni dönmüştü; kucağında Constantine’le mutfağa geldi, ben meyve salatası hazırlıyordum. Sesinde bir tuhaflık sezince baktım, gözleri yaşlıydı. Adını Constantine koyalım mı? dedi. O ana kadar yalnızca Bebek demiştik. Dünyanın en zorlu mutluluklarından birine ömür boyu kucak açalım mı, diyordu. Başım döndü. Çok iyi bulmuşsun, diyebildim sadece. Birbirimize sarıldık, aramızda Constantine.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıY
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarCem Akaş
  • ISBN9789750737015
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Kişot ~ Cem AkaşSon Kişot

    Son Kişot

    Cem Akaş

    Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de. Birbirine benzemez öykülerden oluşuyor...

  2. Sincaplı Gece ~ Cem AkaşSincaplı Gece

    Sincaplı Gece

    Cem Akaş

    “Seni geberteceğim, biliyorsun değil mi?”diye soruyorum parmağımla omzunu ittirerek.“Ha? Biliyorsun değil mi?”Ses çıkarmıyor.Kafasına kalan bütün kuvvetimle bir tokat yapıştırıyorum.Ses çıkarmıyor.“Bittin oğlum sen,” diyorum.Öylece oturuyoruz....

  3. Olgunluk Çağı Üçlemesi ~ Cem AkaşOlgunluk Çağı Üçlemesi

    Olgunluk Çağı Üçlemesi

    Cem Akaş

    Bir ilişkinin dinamiklerinin ve zıvanadan çıkışının bireysel tanıklıklarla anlatımı olarak başlayan (Balığın Esir Düştüğü Yer); bir ülkedeki devrim hareketinin “belgesel”ine dönüşen (Sönmemiş Kireç); yüzyıllar...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Ayten ~ Burhan Cahit MorkayaAyten

    Ayten

    Burhan Cahit Morkaya

    Kızıl Serap’ın devamı olarak kurgulanan Ayten’de, bu defa anne Ayten ile kızı Ayten’in İstanbul’dan Paris’e uzanan hayatları konu edilir. Cumhuriyet’in ilanıyla hız kazanan modern...

  2. Mete Han – Büyük Hun Hakanı ~ Ahmet Haldun TerzioğluMete Han – Büyük Hun Hakanı

    Mete Han – Büyük Hun Hakanı

    Ahmet Haldun Terzioğlu

    “Hunlar; Gök’ün gururlu çocuklarıdır!” Hunlardan söz ederken, böyle yazmaktadır, eski Çin Kaynakları… Mete Han, “Gök’ün gururlu çocuklarını” yüksek ideallere taşıyan, onlara Dünya Hâkimiyeti Mefkûresini...

  3. 2 Dijital Karınca ~ Dilek Sever2 Dijital Karınca

    2 Dijital Karınca

    Dilek Sever

    Sanmam, kanmam, inanmam demeyin! “Gerçeklerin, er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.” Genç yazar Dilek Sever’in, gazeteciliğin bilinmeyen yüzüne ışık tuttuğu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur