Yaşamak! Göğe bakmak hürriyeti, çiçek koparmak keyfi, kedileri, köpekleri okşamak saadeti! Yürümek, durmak, etrafa bakmak, kaşınmak, kendi kendine söylenmek, taşın sertliğini, yaprağın yumuşaklığını, bulutların beyazlığını idrak etmek! Hele nefes almak, şöyle göğsünü şişirerek bol bir nefes almak! Ya güneş, ya yağmur, ya kar… Kardeşim, yaşamak başlı başına harikulade bir hadisedir.Cahit Sıtkı Tarancı’nın gazete sayfalarında kalmış, Gün Eksilmesin Penceremden adlı kitabına dahil edilmemiş 39 öyküsü ilk kez kitaplaşarak okurla buluşuyor. 1935 ile 1947 arasında gazetelerde yayımlanan bu öyküler, titiz bir çalışmayla derlendi ve baskıya hazır hale getirildi.Hayata, aşka, aile ilişkilerine dair bu enfes öyküler, büyük bir şairin engin şiir dünyasına eklenmiş dipnotlar gibi de okunabilir.“O, bu hikâyeleri belki para için yazıyor, ama bu yüzden sanatından hiçbir fedakârlık etmiyordu, bir araya getirilmesini o kadar dilediğim o hikâyelerin hepsi, Cahit’in sevimliliğinden bir şey taşıdıkları gibi, çoğu, o yıllarda yaşadığı hür, her kayıttan azade bohem hayatını da en güzel aksettiren –Cahit’in sevdiği bir kelimeyle– aynalar oluyordu.”Ziya Osman Saba
İÇİNDEKİLER
Yağmurdan Sonra Güneş: Tarancı’nın Derlenmemiş
Hikâyeleri Üzerine ……………………………………………….11
Son Cevap ……………………………………………………………….17
Nişan ……………………………………………………………………..21
Gözlüğün Marifeti ……………………………………………………27
Bir Söz Ve Bir Çılgınlık …………………………………………….31
En İyi Çare ………………………………………………………………35
Tarak ………………………………………………………………………41
Müsavat ………………………………………………………………….47
Aspiratör …………………………………………………………………53
Ramazan …………………………………………………………………59
Saadete Doğru …………………………………………………………65
Son Fedakârlık …………………………………………………………71
Kaybolan İnci …………………………………………………………..75
Lügatin Sırrı ……………………………………………………………79
Şaşkınlık …………………………………………………………………83
Kaynanamı Yutan Çiçek ……………………………………………87
Klasik Usul! …………………………………………………………….91
Mezarlığın İyiliği ……………………………………………………..97
Bir Yaralama Hadisesi ……………………………………………..101
Sıkıntılı Adam ……………………………………………………….105
Benden Öğrenmenizi İstemezdim ……………………………. 111
İnsanlar Böyledir İşte… …………………………………………… 117
Şapka …………………………………………………………………….123
Tablodaki Kadın …………………………………………………….127
Neden Sonra ………………………………………………………….131
Bir Ayrılık Masalı …………………………………………………..137
Bu Anda ………………………………………………………………..143
Birinci Hayatı ………………………………………………………..147
Bir Adamın İki Görünüşü ……………………………………….151
Gönül Eğlencesi ……………………………………………………..155
Yağmurdan Sonra Güneş …………………………………………161
Hayat Hasreti ……………………………………………………….167
Güzellik Belası ………………………………………………………173
Kadın Bu! ……………………………………………………………..179
Acaba Aşkından Mı Öldü? ………………………………………185
Müruruzaman ……………………………………………………….191
Milletvekili Adayı ………………………………………………….197
Erdoğan ………………………………………………………………. 203
Mezarlıktaki Hayalet …………………………………………….. 209
Kopya …………………………………………………………………..215
YAĞMURDAN SONRA GÜNEŞ:
TARANCI’NIN DERLENMEMİŞ
HİKÂYELERİ ÜZERİNE
“Otuz Beş Yaş”, “Gün Eksilmesin Penceremden”, “Abbas”, “Desem ki”, “Karasevda” gibi pek çok şiiriyle edebiyat tarihimizde kendine has bir yer edinen Cahit Sıtkı Tarancı, şüphesiz yeni şiirimizin köşe taşlarından biridir. Makale, roman, deneme, biyografi, mektup gibi türlerde de kalem oynatan Tarancı’nın üzerinde durulması gereken yönlerinden biri de hikâyeciliğidir. Kız kardeşi Nihal Erkmenoğlu’na yazdığı bir mektupta hikâyelerini geçim kaygısıyla yazdığını ve önemsemediğini belirten ifadeler kullansa da yakın arkadaşı Ziya Osman Saba onun hikâyeleriyle ilgili şu mühim tespiti yapar:
O, bu hikâyeleri belki para için yazıyor, ama bu yüzden
sanatından hiçbir fedakârlık etmiyordu, bir araya getirilmesini o kadar dilediğim o hikâyelerin hepsi, Cahit’in sevimliliğinden bir şey taşıdıkları gibi, çoğu, o yıllarda yaşadığı hür, her
kayıttan azade bohem hayatını da en güzel aksettiren –Cahit’in sevdiği bir kelimeyle– aynalar oluyordu.
Gerçekten de Tarancı’nın hikâyeleri; şairi yansıtan aynalar gibidir ve diğer eserleriyle birlikte onun ruh dünyasını anlayabilmemiz açısından anahtar rol üstlenirler. Bu bağlamda İnci Enginün, Tarancı’nın şiirleri ve hikâyeleri arasındaki paralelliğe şu cümlelerle dikkat çekmiştir:
Şair şahsî yaşantısının ve kültürünün kendisine kazandırdığı birikimi, hem hikâyelerinde hem de şiirlerinde işlemiştir.
Bazan önce hikâyelerinde işlediklerini, kelimelerin istifinden
doğan şiir sesine ulaştıkları zaman şiirine geçirmiş, bazan da
şiirini yazdıktan sonra onu bir de hikâyede işleyerek açıklamıştır. Böylece hikâye ve şiirleri birbirini tamamlamıştır.
Hikâyelerinde daha çok sıradan insanların hayatlarına eğilen yazar; kadın erkek ilişkileri, yalnızlık, aşk, çocukluk, yaşama sevinci, ölüm gibi temalar üzerine yoğunlaşır. Daha çok Çehov tarzında kaleme alınan bu hikâyelerde şairce bir algılayış ve ressam bakışı kuvvetle hissedilir. Tarancı’nın hikâyeleri bir bütün halinde incelendiğinde görülür ki bu metinler bir şairin para kazanmak için yazdığı hikâyeler olmanın çok ötesinde, sağlam kurmaca yapılarıyla öne çıkan, “derinlikli” ve “usta işi” ürünlerdir.
Tarancı’nın derinlikli bir gözlem gücü ve okuru bir çırpıda öykü evreninin içine çeken samimi bir üslubu vardır. Hikâyelerdeki bu samimi dil ve üslubun oluşmasında yazarın hatıralarıyla birlikte gözlemlediği mekân, olay veya kişilerden beslenmesi etkili olur. Baki Süha Ediboğlu, Tarancı’nın hikâyelerinin o dönemde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın dikkatini çektiğini, özellikle “Mavromatis Efendi” hikâyesinin yayımlanmasının ardından usta yazarın Cahit Sıtkı’yla tanışmak için Doğan Nadi’ye bir mektup yazdığını fakat şairin Paris’e gitmesi sebebiyle arzulanan görüşmenin gerçekleşemediğini yazar.
Tarancı’nın ömrünün son demlerindeki bir konuşmasında, “Şimdilik şiirden başka bir şey düşünmüyorum; fakat ileride piyes denemeleri yapacağımı sanıyorum; hani küçük hikâyede de gönlüm yok değil,” deyişi ilginçtir.3 Çünkü şair; hayatı boyunca zaten hikâyeler yazmış ve bu hikâyeleri de gazetelerde yayımlamıştır. Bu cümle ilerleyen yıllarda Cahit Sıtkı’nın hikâye türüne sevgisinin ve bağlılığının devam ettiğini göstermektedir.
Şimdiki tespitlerimize göre Tarancı’nın ilk hikâyesi 24 Kasım 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Son Cevap”, son hikâyesi ise aynı gazetenin 9 Ekim 1947 tarihli nüshasında çıkan “Kopya”dır. Tarancı’nın 1935-1947 yılları arasında toplam 82 hikâyesi yayımlanmıştır. Cahit Sıtkı’nın hikâyelerinden yirmi dördü ilkin Selahattin Önerli tarafından Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hikâyeciliği ve Hikâyeleri adıyla 1976 yılında kitap halinde neşredilmiştir. Geçen süre zarfında Tarancı’nın hikâyeleri çeşitli yazılarda ele alınmış, 2003 yılında Şaban Sağlık tarafından Tarancı’nın bütün hikâyelerini değerlendiren kıymetli bir inceleme neşredilmiştir. 2006 yılında İsmail Cem tarafından derlenen ve Erdal Öz’e teslim edilen Tarancı öykülerinden yapılmış bir seçki, Gün Eksilmesin Penceremden adıyla Can Yayınları’nca yayımlanmıştır.
Bu kitapta şairin 43 öyküsü bir araya getirilmiştir. Elinizde tuttuğunuz Yağmurdan Sonra Güneş’te ise Gün Eksilmesin Penceremden’de bulunmayan Cahit Sıtkı Tarancı’nın 39 hikâyesi ilk defa dikkatlere sunulmaktadır. Bu kitapta “Son Cevap” ve “Nişan” gibi Tarancı’nın ilk hikâyelerinin yanı sıra “Milletvekili Adayı”, “Erdoğan”, “Mezarlıktaki Hayalet” ve “Kopya” gibi son hikâyeleri de yer almaktadır. Bu hikâyelerden 13’ü “Cevad Sadık”, 26’sı “Cahit Sıtkı Tarancı” imzasıyla yayımlanmıştır.
Yeni Sabah gazetesinde yayımlanan “Kaynanamı Yutan Çiçek” dışındaki bütün hikâyeler Cumhuriyet’te çıkmıştır. Yağmurdan Sonra Güneş’in hazırlık aşamasında başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere 1930-1956 yılları arasındaki dönemin bütün süreli yayınlarını taramaya çalıştım. Aylar süren taramalar neticesinde kitaptaki bu hikâyelere ulaştım. Bu kitaptaki metinlerle birlikte Tarancı’nın derlenmiş hikâye sayısı 82’ye ulaşmış oldu.
Kitabı yayına hazırlarken mümkün olduğu nispette yazarın diline ve üslubuna müdahale etmemeye çalıştık. Bununla birlikte günümüzün dilbilgisi ve imla kurallarını da göz önünde bulundurduk, tefrikalardaki dizgi hatalarını giderdik. Bazı özel isim, kavram ve yabancı kelimelerle ilgili bilgileri ilk geçtikleri yerlerde dipnotlarda açıkladık.
Çalışmanın sonuna günümüz okurunun anlamakta zorlanacağı kelimeleri içeren küçük bir sözlük hazırladık. Kitaba, Tarancı’nın hikâye anlayışını yansıttığına inandığımız bir hikâyesinden hareketle ve Gün Eksilmesin Penceremden’i tamamlayan yönüne de atıfta bulunacak şekilde Yağmurdan Sonra Güneş adını verdik. Umarız bu hikâyeler, yağmurdan sonraki güneş gibi okuyanların içini ısıtıp edebiyat sevgilerini artırır. Tarancı külliyatını tamamlamak hususundaki önerilerimi heyecanla karşılayan ve bu hususta her türlü desteği veren Mustafa Çevikdoğan’a, yardımlarını esirgemeyen aziz dostum Tahsin Yıldırım’a ve kitabın hazırlığı aşamasında emeği geçen Can Yayınları çalışanlarına teşekkür ederim.
Necati Tonga Kırıkkale, 2019
YAĞMURDAN SONRA GÜNEŞ
SON CEVAP
Yazıhanesine geldiği zaman odacısı, “Amcanız içeride sizi bekliyor beyefendi!” dedi. Nail, lahavle kabilinden başını sallayarak kendi kendine, “Acaba moruk gene ne halt karıştırmaya gelmiş!” dedi ve kapıyı hızla açarak içeri girdi. Eşref Bey kanepede oturmuş, gazetesini okuyordu. Yeğeninin öfkeyle içeri girdiğini görünce yerinden sıçradı: “Nerelerdesin evlat! Seni bekliyordum…” Nail eski bir itiyat saikasıyla amcasının elini öptü ve masasının başına geçti. Fazla vakti olmadığını sezdiren bir edayla, “Hayrola amca!” dedi. Eşref Bey gazeteyi bir yana bırakmış, yelek cebinden çıkardığı küçük bir bez parçasıyla gözlüğünün camlarını siliyordu. Gözlüğünü kocaman burnunun üstüne ihtimamla yerleştirdikten sonra, “Dinle evlat!” dedi. “Sana sorulacak mühim bir işim var. Hüsnü Efendi’den zaman-ı evailde bin lira borç almış olduğumu biliyorsun. Bu borcu ödemeye muktedir değilim. Sen de hâlâ servet sahibi olamadın ki bana yardım edebilesin. Şimdi ödemek imkânımız olmadığı için başka bir suret-i hal aklıma geldi. Mevsuk bir membadan haber aldığıma göre Hüsnü Efendi senedi kaybetmiş. Sen ne dersin, avukatsın, alacak verecek işlerinden daha iyi anlarsın, bu borcu inkâr edebilir miyiz?”
Nail namuslu bir adamdı. Amcasının bu sözlerine gizleyemediği bir öfkeyle cevap verdi: “Olmaz amca! Buna sahtekârlık derler. Sultanahmet’teki evi satıp bu borcu ödeyemez misiniz?” Eşref Bey yeğeninin kendisine ait olmayan işlere karışmasına hiddetlenerek, “Sen orasına karışma oğlum!” dedi. “Ben sana bu borcu inkâr edip edemeyeceğimizi soruyorum, ona cevap ver.” Nail, amcasının ne zamandan beridir uykusunu kaçıran, rahatını bozan o açık mavi, soğuk gözlerine baktı: Eşref Bey, küçük yaşta, anadan babadan yetim kalan Nail’i yanına almış, büyütmüş, mektebe yollamış, kendi tabiriyle “adam” etmişti. Nail kendini bildiği günden beri amcasının kendisine yaptığı iyiliğin büyüklüğünü takdir etmiş ve amcasının hiçbir sözünden dışarı çıkmamıştı. Liseyi bitirdiği sene Edebiyat Fakültesi’ne girmek istediği halde amcasının, “Edebiyat para getirmez oğlum, ya mühendis mektebine ve yahut hukuka gir. Mühendislik de, avukatlık da zamanımızın en çok para getiren mesleklerindendir,” demesi üzerine itiraz etmemiş, hakiki iştiyakını kalbinde saklayarak hukuka girmişti. Hukuktan mezun olduktan sonra da amcası Nail’i bir köşeye çekerek, “Oğlum!” demişti. “Artık mektebini bitirdin, evlenme çağındasın. Seni evlendirmek de benim boynumun borcudur. Kızım Selma’yı senden başka birine emanet edemem, zaten oğlum sayılırsın,” demişti. Amcasının bu emrivakisi karşısında da Nail sesini çıkarmamış, amcasına ne kadar minnettar olduğunu düşünerek, hiç hoşlanmadığı halde, Selma’yı almaya razı olmuştu. Fakat Eşref Bey, evlendikten sonra da Nail’i rahat bırakmamış, fırsat düştükçe yeğeninin işlerine karışmaktan vazgeçmemişti; hatta Selma doğurduğu zaman, Nail’e danışmadan, çocuğa istediği ismi koymuştu. Nail bütün bu fedakârlıklarıyla amcasına karşı olan borçları ödediğini sanıyordu. Halbuki Eşref Bey hiç oralı olmuyor, Nail’i ben büyüttüm, ben yetiştirdim düşüncesiyle onun her işine karışmak için kendinde hak ve salahiyet buluyordu.
Yeğeninin cevap vermekte geciktiğini gören Eşref Bey, ihtiyarlıkla hemahenk mazlum bir tavır takınarak, “Ne o evlat!” dedi. “Kırk yılda bir sana bir işim düştü de…” Nail bir yay gibi gerilmişti. Sırf amcasının hatırını kırmamak için en sevgili emellerinden vazgeçmiş, istemediği mektebe girmiş, istemediği mesleğe süluk etmiş, istemediği kızla evlenmiş, kendi işlerine karışmasına bir dereceye kadar tahammül etmeye alışmıştı. Fakat amcasının kendisine sahtekârlık teklif edişi Nail’i çıldırtacak bir şeydi. Ödenmemiş sanılan manevi borçların sefil muhasebesiydi. Nail dudaklarını ısırıyor, amcasına sert bir söz söylememek için kendini güç tutuyordu. Amcasının cevap beklediğini unutmuştu. Yanı başında duran paketten bir sigara aldı, asabiyetten titreyen elleriyle ceplerinde kibrit aradı, bulamadı. Masanın gözünü çekti, beyaz kâğıtlar arasında kabarık bir gölge gibi duran bir şey gözüne ilişti. İki gün evvel, arkadaşı Feridun gelmiş, “Aman Nailciğim, şu tabanca birkaç gün sende kalsın,” diye kendisine emanet etmişti. Nail tabancayı görünce durdu. Sigarası ağzında kibrit bekliyordu. Nail, amcasının açık mavi, soğuk gözlerine baktı, o gözlerde, “Seni ben büyüttüm, ben yetiştirdim, ben adam ettim,” diye insanın beynine kurşun akıtan bakışlarla karşılaştı, bu bakışlardan kurtulmanın vereceği ferahlığı düşündü. Nail çoktan beri biriken bir hıncın ani kararıyla, tabancayı masanın gözünden aldı. “Ne cevap vermiyorsun evladım?” diye sızlanan Eşref Bey’e, “Şimdi amca, şimdi,” dedi ve masanın altında tuttuğu tabancayı havaya kaldırarak amcasının kalbine doğru boşalttı.
Merdivenden koşuşan ayak sesleri geliyordu.
Cumhuriyet, 24 İkinciteşrin (Kasım) 1935
NİŞAN
“Çok memnun oldum Nimet. Semih sevimli olduğu kadar da zeki ve muktedir bir gençtir, mükemmel bir koca olur. İntihabındaki isabetten dolayı seni ne kadar tebrik etsem azdır; zaten ben de annen de Semih’i intihap edeceğini tahmin ediyorduk, öyle değil mi Samiye?” Kemal Bey sofrada, müsterihane, gözlerini kızının ve karısının yüzlerinde gezdirdi; ikisi de sarışın ve zarifti, ikisi de birbirine ne kadar benziyordu! Nimet bir bahar başlangıcı gibi ışıklı, taze ve iç açıcıydı, Samiye’deyse nihayete eren bir yaz mevsiminin baygın harareti vardı. Kocasının söylediklerini tasdikte gecikmeyen Samiye Hanım gülümseyerek kızına baktı, hep beraber gülüştüler. Nişan merasiminin yapılacağı gün tayin edildi. Sonra kahveler geldi, Samiye Hanım ve Kemal birer sigara yaktılar. Saat ikiyi vuruyordu. Kemal Bey daireye gitmek için ayağa kalktı. Ana kız yalnız kalınca Samiye sordu: “Ya sen Nimet, sokağa çıkmayacak mısın?” “Çıkacağım anneciğim, tenis kortunda Semih’e randevu verdim. Sabahleyin sizinle bu mesele hakkında konuşmamı söylemişti. Gidip kabul ettiğinizi kendisine müjdeleyeceğim.”
Samiye, kızını muhabbetle kucaklayarak ilave etti: “Çabucak git de nişanlını bul Nimet. Ben birkaç yere telefon edecek ve burada terziyi bekleyeceğim. Eve döndüğün zaman terziye neler ısmarlayacağını hep beraber kararlaştırırız.” Yarım saat sonra Nişantaşı’ndaki tenis kortunda, Nimet, Semih’e bu güzel müjdeyi veriyordu. Bu zaten Semih’in beklediği bir müjdeydi, zira Semih kendine ve ailesinin içtimai mevkisine çok güveniyordu; bununla beraber Nimet’e karşı büyük bir zaafı olduğu için bu müjdeye çok sevindi. Ne yazık ki Nimet’i kortta bırakıp gitmek mecburiyetindeydi. Semih’in ihtiyar, titiz, zengin ve geveze bir amcası vardı. Böyle mühim bir meselede reyi alınmadığı takdirde kim bilir yeğenine ne kadar kızardı! Semih, amcasının huyunu bildiği için meseleyi ona anlatmaya ve reyini almaya gidiyordu. Nimet’ten ayrılırken, “Akşama, yemekten evvel size gelirim. Ben de annenle babanla konuşmak istiyorum,” dedi. Semih gittikten sonra Nimet bir dakika mütereddit kaldı. Ne yapacağını bilmiyordu. Öğleden sonrasını nasıl geçirmeliydi? Tenis oynamak, sinemaya gitmek, arkadaşlarından birine uğramak… Hayır, Semihsiz hiçbirisinden zevk alamazdı. Nihayet eve gidip odasına kapanmaya ve nişanlısıyla geçireceği müstakbel hayatını düşünmeye, hülyalar içinde, sevgilisinin hayaliyle baş başa kalmaya karar verdi. Cebinde apartmanın anahtarı vardı, sessizce kapıyı açtı; sofadan geçerek odasına gitti. Fakat birdenbire geldiğini annesine haber vermeyi düşündü. Samiye Hanım evde olduğu zamanlar, ekseriyetle alaturka döşenmiş ve “odam” dediği bir odada oturur, sigarasını, kahvesini, romanını ve gazetelerini yanından eksiltmezdi. Bu odaya gitmek için salondan geçmek lazımdı.
Nimet ayaklarının ucuna basarak salonun büyük halısı üzerinde sessizce yürüyordu. Kapısı hafifçe aralık olan odanın önünde, gayriihtiyari olarak durdu; içeriden iki ses geliyordu. Sesleri tanımıştı, birdenbire sapsarı kesildi ve titremeye başladı. Yaptığının münasebetsizlik olduğunu unutarak merak ve helecanla kulak verdi: Annesinin o tatlı, o ahenktar sesi, “Evet,” diyordu. “Sana söz verdim ve göreceksin ki sözümde duracağım. Kızım evleniyor, artık ona bakmak yükü üstümden kalkıyor. Ne zamandan beridir istediğim serbestiye nihayet kavuşacağım. Ben de senin kadar memnunum.” Hararetli olduğu kadar da yalvarışlı bir erkek sesi cevap veriyordu: “Düşün ki beş seneden beri hayatımın merkezî sıkleti, hülyalarımın kadınısın, halbuki başka bir adamın hayatına ortaklık ediyorsun. Seni görmek imkânını kaybedeceğimden korkarak kocanla bozuşmak istemedim, kızına borçlu olduğun annelik vazifesini yapmak arzun önünde hürmetle eğildim. Mademki şimdi bu vazife bitmek üzeredir, çabuk olalım Samiye… Nimet’in evlendiğinin ertesi günü hemen kocandan boşan. Yarabbim, karım olman için daha uzun aylar beklemek lazım.” Nimet fazla dinleyemedi, dinlemek istemedi. Ayaklarının ucuna basmayı unutarak hızla salondan çıktı, doğru odasına koştu, hıçkırıklar boğazını tıkıyordu. Annesi ve Muammer Bey… Şimdiye kadar böyle bir şeyden şüphelenmek hatırına bile gelmemişti. Muammer Bey bir aile dostuydu, esmer, ince, kırk yaşlarına rağmen yirmi beş yaşındaki bir delikanlı gibi ateşli bir adam… Nimet, Muammer Bey’i bütün diğer aile dostları gibi manasız buluyordu. Halbuki Muammer Bey, pek o kadar da manasız bir adam değildi; annesi onu seviyordu ve almak için babasından boşanacaktı. Nimet dehşet içindeydi, kendi kendine, “Babamı terk edecek,” diyordu, “zavallı babacığımı terk edecek ve bütün bunlar ben evleniyorum diye… Hayır, hayır, istemem, sonra ben de mücrim sayılır, ebediyen vicdan azabı içinde kıvranırım… Ben bu hodkâmlığı yapmayacağım. İstemem, istemem.”
Kapı açıldığı zaman Nimet, başını yastığa gömmüş ağlıyordu. Samiye Hanım biraz sararmış olmakla beraber gayet sakin, içeri girdi: “Ne var Nimet? Ne oldu?” Nimet kâbuslu bir uykudan uyanır gibi sıçradı, yaşlı gözlerle annesine baktı: “Artık evlenmek istemiyorum anne.” “Niçin kızım?” “Bana bunu sorma… Asla, asla evlenmeyeceğim.” Samiye Hanım durakladı, sonra Nimet’in yaşlı gözlerine dikkatle bakarak, “Demin salondan çıkan sen miydin?” dedi. “İşittin mi yoksa?” “Evet, işittim.. Fakat anne, anne, böyle bir şeye nasıl cesaret ediyorsun? Tüyler ürpertici bir şey değil mi bu? Bizim için bu kadar iyi olan, bizi bu kadar seven, bizim için bu kadar didinen zavallı ve sevgili babacığımı terk etmek, onu yalnız bırakmak! Sen bunu nasıl yaparsın anneciğim? Bilmiyor musun ki adamcağız teessüründen ölebilir. Ya ben ne yaparım o zaman? Demek şimdiye kadar kendini bana feda ettin ve şimdi de onu feda ediyorsun; vesile de ne güzel, benim evlenmem, değil mi? Duyuyor musun anne, evlenmeyeceğim ve sen bizimle beraber kalacaksın.”
Samiye Hanım, Nimet’i teskin etmek için yanına oturarak ve ellerini avuçlarına alarak, “Dinle beni kızım,” dedi, “sen beni kalpsiz ve hodkâm zannediyorsun. Hiç de öyle değil. Bugün duyduklarını ben sana düğününden sonra söyleyecektim. Babanla evlendiğimiz günden beri geçinemedik. Sen doğmuştun, seni annesiyle babası arasında çırpınan bir çocuk olarak görmeye vicdanımız razı olmadı. Sırf sen üzülmeyesin diye ayrılmadık, ikimiz de kendimizi ve saadetimizi senin için feda ettik; fakat ikimiz de serbest kalmayı çok istiyorduk ve sen evlenir evlenmez ayrılmayı aramızda kararlaştırmıştık. Öğleyin yemekte, senin nişanlanmak istediğini duyunca babanın ne kadar sevindiğini fark etmedin mi? Bu neşeye sebep senin evlenmen kadar kendisinin de hürriyetine kavuşacağı düşüncesiydi. Eğer inanmazsan kendisine de sorabilirsin.”
Hayır, Nimet şüphe etmiyordu. Fakat kalbinde çok ince bir şeyin ebediyen kırıldığını, çocukluğuna, çocukluk hatıralarına, anne baba muhabbetine, yuva sıcaklığına, her şeye, hepsine veda etmek saatinin çaldığını hissediyor, kendini tutamayarak, göğsü sarsıla sarsıla, bebeğini kaybetmiş bir çocuk gibi ağlıyordu. “Hayır anne, bilmiyordum, aklıma bile gelmemişti,” diye kekeledi. Samiye Hanım mazlum bir tavır takınarak: “Zevahiri kurtarmak için elimizden gelen fedakârlığı yaptık kızım. Fakat biraz da bizi düşün, aklını başına topla, çocuk değilsin. Sana düşen gönlünün sevdiği, beğendiğiyle evlenmek ve mürüvvetini bize göstermek.. Ötesi nene lazım?” Bir dakika ikisi de sustular. Sonra Nimet, “Ben ki,” diye mırıldandı, “sizi mesut zannediyordum. Ne müthiş bir darbe Yarabbi!” Annesinin hiç o taraflı olmadığını gören Nimet hiddetlenerek, “Fakat biz anne,” diye ilave etti, “biz mesut olacağız… Bizim içimiz dışımız bir olacak. Semih beni seviyor, ben de onu seviyorum.” Samiye Hanım, yirmi sene evvel, nişanlanırken kurduğu tatlı hülyaların hatırasına dalarak,
“Muhakkak mesut olacaksınız,” dedi, “muhakkak!”
Cumhuriyet, 4 Birincikanun (Aralık) 1935 Cevad Sadık müstearıyla
GÖZLÜĞÜN MARİFETİ
Kadri’nin Münevver’le evlenmesindeki sebeplerden en mühimi genç kızı herkes gibi kendisinin de çok güzel bulmasıydı. Hakikaten Münevver söz getirmeyecek derecede güzeldi, yüzü her bakıldığında yeni bir güzelliği keşfedilen nadir şaheser tablolardandı. Ağzı, burnu, alnı, saçları pembe sarı renklerin harikulade bir senfonisini teşkil ediyordu. Fakat Münevver’in asıl cazibesi iri, bal rengi, derin ve manası günün saatiyle, ruhun iştiyakları, korkuları, öfkeleri vesaireyle değişen canlı gözlerindeydi. Kadri, Münevver gibi bir güzellik hazinesine sahip olduktan sonra korkmaya, titremeye başladı. Ya Münevver’i elinden alsalardı! Olur ya, âlemin karısını ayartmakla geçinen ne Donjuanlar1 var! Kadri iyiden iyiye endişeleniyor, kuşkulanıyor, sizin anlayacağınız karısını son derecede kıskanıyor, Münevver’in meşru bir zevce için lüzumundan fazla güzel olduğuna hükmediyordu. İstiyordu ki bu tehlikeli güzellik kıymetinden ve tesirinden bir-iki derece kaybetsin. Kadri’yi bir düşüncedir aldı: Karısının güzelliğinde ki tehlikeyi uzaklaştırmak için ne yapmalı? Fazla tuvalet1 yapmasına mı mâni olmalı? Para etmezdi, Münevver’in cazibesi tuvaletinden müstakil bir şeydi; en ucuz, en adi cinsinden bir rop2 bile Münevver’in üzerinde en büyük terzilerin elinden çıkmış kadar bir kıymet kazanıyor, göz alıyordu.
Birçok kadınların tuvaletten medet ummalarına mukabil, Münevver tuvaletine kendisi bir güzellik, bir sihir, bir zarafet bahşediyordu. Herhalde Kadri, Münevver’in bir otomobil kazasında tanınmaz bir hale gelmesini temenni etmeye kadar varmıyordu. İstiyordu ki Münevver yalnız kendisi için güzel olsun ve başkalarına da çirkin görünmesin. Bunun için de karısının güzelliğini bütün İstanbul halkı için bir yağ kandili ve kendisi için de fitilini istediği zaman kısabileceği bir ev lambası haline getirmek lazımdı. Kadri bunun çaresini çok zaman aradı ve nihayet bir gün bu müşkül muadeleye bir hal sureti buldu: Münevver’i sokağa çıktığı zaman gözlük takmaya razı etmek. Bundan daha münasip bir hal sureti olmazdı. Âşık ve kıskanç kocanın içi içine sığmıyordu. Bir kadının cazibesini sıfıra indirmek için gözlük birebirdir; zira gözlük yüzün en canlı, en manidar uzuvları olan gözlerin tesirini azaltır ve ona yıldızsız bir gece soğukluğu verir. Evet, fikir parlaktı. Fakat asıl mesele Münevver’i razı etmekti ve bütün güçlük de burada toplanıyordu. Kadri, Münevver’e, “Şekerim, eğer beni seversen gözlük tak,” diyemezdi. Çok şükür ki güzel kadınlar sevgilerini daha başka delillerle ispat etmesini biliyorlar. Böyle bir teklif karşısında Münevver’in kahkahayı basacağı muhakkaktı. Kadri, daha ustaca hareket etmenin lüzumunu anlıyordu.
Münevver’de biraz miyopluk vardı; kararın bizzat Münevver tarafından verilmesi ve tabiatıyla bunun için de Kadri’nin bir erkânıharp gibi manevra yapması şarttı. Artık Kadri, Münevver’le sinemaya gittikleri zaman kasten genç kadının perdedeki resimleri net göremeyeceği bir yer intihap ediyordu. Bir gün gene sinemadaydılar. Film başlar başlamaz Münevver sızlandı: “Keşke daha yakın otursaydık Kadri!” “Daha yakın mı? Çocuk musun Münevver, en iyi yerde oturuyoruz.” Ve Kadri birdenbire endişelenmiş görünerek sordu: “Yoksa bu kadar uzaktan göremiyor musun?” Ve daha fazla ısrar etmenin yanlış bir manevraya sebebiyet vereceğini düşünerek sustu. Fakat birkaç gün sonra Münevver baş ağrısından şikâyet ettiği zaman Kadri hayret etmiş gibi, “Tuhaf şey!” dedi. “İştahın yerinde. Yediğini iyi hazmediyorsun. Sakin ve sıhhi bir hayat yaşıyoruz. Doğrusu bu rahatsızlığına mana veremiyorum. Sakın gözlerinin bu baş ağrısında bir dahli olmasın. Ne dersin? Ben senin yerinde olsam bir kere doktora muayene ettiririm.” Münevver endişelenerek, “Sahi… Doktora baktırsam mı dersin?” diye sordu. Kadri bozmayarak: “Bana kalırsa baktırman lazım… Mamafih gene sen bilirsin.” Ve bir kere daha ihtiyatlı davranmış olmak için sustu. Bir akşam, tiyatro dönüşü, Münevver az daha otomobil altında kalacaktı. Genç kadın titrek bir sesle, “Otomobilin geldiğini görmedim,” diye kekeledi. Münevver’in bu itirafını Kadri ganimet bilerek, “Münevver,” dedi, “gözlerin için söylediğimi hatırla. Yarından tezi yok, bir göz doktoruna gidip gözlerini muayene ettirmelisin. Böyle ihmal etmek ihtiyatsızlık olur. Allahım! Ya otomobil altında kalsaydın!” Kadri’nin sesi heyecandan titriyordu. Münevver, kocasına hak verdi: “Haklısın Kadri. Yarın ilk işim doktora gitmek olacak.” Münevver sözünde durdu, ertesi gün doktora gitti ve tabii eve gözlükle avdet etti. Akşam Kadri eve geldiği zaman Münevver, “Gözlükle çok çirkin oluyorum değil mi Kadri?” dedi. Kadri coşarak, “Çirkin mi?” dedi. “Ne münasebet, gözlük sana o kadar yakışıyor ki! Hem üzülecek ne var, yalnız sokağa çıktığın zaman gözlük takacaksın.” Kadri artık tehlikenin uzaklaştırıldığını, sakin bir evlilik hayatı yaşayacağını zannediyordu. Her ne kadar gözlük Münevver’in cazibesini azaltıyorsa da, ona mukabil etrafını daha iyi, daha net görmesine yardım ediyordu. Bu gözlerin sayesinde Kadri’nin en iyi arkadaşı Nejat’ın Kadri’den ne kadar daha yakışıklı ve kibar olduğunu gördü. Hakikaten Nejat bir ilah gibi genç, kuvvetli ve güzeldi ve malumdur ki ilahlar bir şey istedikleri zaman güzel fanilerin hayır demesi mümkün değildir.
Ve böylece Kadri kendi felaketinin müsebbibi olmuş oldu.
Cumhuriyet, 2 Mayıs 1936 Cevad Sadık müstearıyla
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYağmurdan Sonra Güneş
- Sayfa Sayısı232
- YazarCahit Sıtkı Tarancı
- ISBN9789750740442
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ~ Murat Gülsoy
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul
Murat Gülsoy
Yoruluyorsun. İkinci tekil şahısta düşünmekten yoruluyorsun, ama ben demenin yol açacağı duygusal tepkimeleri de kaldıramayacağını çok iyi biliyorsun. Acaba birkaç benlik daha yaratabilir misin?...
- Anaların Hakkı ~ Selçuk Baran
Anaların Hakkı
Selçuk Baran
Selçuk Baran’ın ikinci öykü kitabı “Anaların Hakkı” (1977) 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Dokuz öyküden oluşan kitapta Selçuk Baran çaresizliklerin, umutsuzlukların, acıların...
- Buraya Kısıldık Sanırım ~ Aslı Akarsakarya
Buraya Kısıldık Sanırım
Aslı Akarsakarya
Aslı Akarsakarya, 2021 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan “Buraya Kısıldık Sanırım”da on sekiz etkileyici öykü anlatıyor. Çok çeşitli konu ve karakterle örülü öyküler, geçmişin...