“Sayfaları çevirip duruyorsak, Keret’in sesini duymaya devam etmek istediğimizdendir.” – San Francisco Chronicle
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü’nün mucidinden, gündelik yaşamın göbeğinden kopma, deli dolu ve ‘neredeyse gerçek’ öyküler. Çağdaş edebiyatın ele avuca sığmayan dâhi çocuğu Etgar Keret, bu kez kendi hayatının son yedi yılına kesikler atıyor ve anlattıkları, öykülerindeki kurmaca karakterlerin başlarına gelenleri pek aratmıyor. Yedi Güzel Yıl, savaşla sınanan bir dünyada sonlar ile başlangıçların iç içe olduğu, yaşam da denen komik trajedinin tüm tezatlarını bir bir ortaya koyuyor ve ironi, en tehlikeli durumlardan sağ çıkmayı her zaman mümkün kılıyor.
Etgar Keret, Yedi Güzel Yıl’da yine yapacağını yapıyor ve kaybedenlerin sefaleti ile asaletini benzersiz bir mizah duygusu ile pırıl pırıl parlatıyor; çocuklar kahkahalar eşliğinde füze parçaları topluyor, düşler kâbuslara karışıyor ve müdanasız hayatın darbeleriyle cilveleri, durmaksızın köşe kapmaca oynuyor.
Yedi Güzel Yıl, hepsi bir yana, Etgar Keret’in bir yazar, bir eş, bir baba ve bir oğul olarak yaşamının öyküsünü, tüm güzellikleri ve dehşetiyle okurunun kalbine kazıyor.
“Keret, müthiş bir yazar. Yeni kuşağın sesi.” – Salman Rushdie
*
ANSIZIN, AYNI ŞEY
“Terör saldırılarından nefret ediyorum,” diyor zayıf hemşire yaşlı hemşireye. “Sakız ister misin?”
Yaşlı hemşire bir sakız alıp başını sallıyor. “Elden ne gelir?” diyor. “Ben acil durumlardan da nefret ediyorum.”
“Acil durumlar dert değil,” diyor zayıf hemşire. “Trafik kazaları falan da. Fakat terör saldırıları her şeyi berbat ediyor.”
Yenidoğan servisinin dışındaki bankta otururken, ‘Haklı, diye geçiriyorum içimden. Buraya bir saat önce geldim, heyecan içinde, karım ve karımın suyu geldiğinde koltuk döşemesinin mahvolacağından endişe eden titiz taksi şoförüyle. Şimdi ise kasvet duygusu içinde oturmuş, personelin acil servisten dönmesini bekliyorum. Saldırıda yaralananlara yardım etmek için iki hemşire dışında herkes acile gitti. Karımın kasılmaları da yavaşladı. Bebek bile bu doğma meselesinin artık o kadar da acil olmadığını hissetmiş olmalı. Kafeteryaya giderken yaralılardan birkaçını gıcırdayan sedyelerle önümden geçiriyorlar. Taksideyken karım hastaneye varıncaya kadar deli gibi bağırmıştı, fakat bu insanlar çok sessiz.
“Sen Etgar Keret misin?” diye soruyor ekose gömlekli adamin biri bana. “Şu yazar?” Gönülsüzce başımı sallıyorum. “Şu işe bak,” diyor, çantasından küçük bir kayıt cihazı çıkararak. “Saldırı gerçekleştiğinde neredeydin?” diye soruyor. Bir an tereddüt edince halimden anlarmış gibi yapıyor. “Acele etme. Baskı altında olduğunu hissetmene gerek yok. Travma geçirdin.”
“Ben saldırıda yoktum,” diye izah ediyorum. “Burada başka bir nedenle bulunuyorum. Karım doğum yapmak üzere.”
“Oo.” diyor, hayal kırıklığını gizlemeye çalışmadan. Kayıt cihazını durduruyor. “Tebrikler.” Yanıma oturup bir sigara yakıyor.
“Belki başka biriyle konuşmalısın,” diye öneriyorum Lucky Strike dumanını yüzümden uzak tutma çabasıyla. “Birkaç dakika önce iki kişiyi nörolojiye götürdüklerini gördüm.”
“Rus onlar,” diyor iç çekerek, “tek kelime İbranice bilmiyorlar. Hem, nörolojiye girmene izin vermezler. Bu hastanede yedinci saldırım bu, bütün kuralları biliyorum.” Bir süre konuşmadan öylece oturuyoruz. Benden on yaş kadar daha genç ama kelleşmeye başlamış. Ona baktığımı görünce gülümseyip, “Saldırıda bulunsaymışsın keşke,” diyor. “Bir yazarın tepkisini almak yazacağım makale için çok iyi olurdu. Özgün, farklı bir bakış açısına sahip birinin tepkisi. Her saldırıdan sonra aynı şeyleri duyuyorum: ‘Birden bir patlama sesi işittim,’ ‘Ne oldu bilmiyorum,’ ‘Her şey kana bulanmıştı.’ Dayanılır mı buna?”
“Onların suçu değil,” diyorum. “Saldırılar hep aynı olduğu için. Bir patlama sonrasında saçma sapan gelen ölüme dair başka ne denebilir?”
“Beni aşar,” diyor omuz silkerek. “Yazar olan sensin.”
Acil servisten beyaz önlüklü birtakım insanlar gelmeye başhyor, yenidoğan servisine doğru yürüyorlar. “Sen Tel Aviv’lisin,” diyor muhabir bana, “doğum yapmak için neden böyle bir çöplüğe geldin?”
“Normal doğum istedik: buradaki servis–“
“Normal mi?” diye sözümü kesiyor, kıs kış gülerek. “Karının rahminden göbeğinden kordon sarkan bir cüce çıkmasının nesi normal?” Yanıt vermeye çalışmıyorum bile. “Karıma söyledim,” diye devam ediyor, “Bir gün doğum yaparsan sezaryen olacak, Amerika’da yaptıkları gibi, dedim. Bebeğin vücut yapına zarar vermesini istemiyorum. Günümüzde sadece bizimki gibi ilkel ülkelerde kadınlar hayvan gibi doğuruyorlar. Hadi bakalım, ben işe gidiyorum.” Ayağa kalkarken şansını bir kez daha deniyor. “Yine de saldırı hakkında bir şeyler söylemek istersin belki? Senin için bir şey değişti mi? Bebeğin adını değiştirmeyi falan düşündün mü mesela? Ne bileyim.” Özür diler gibi gülümsüyorum. “Boş ver,” diyor göz kırparak. “Umarım kolay olur, dostum.”
Altı saat sonra karımın rahminden göbeğinden kordon sarkan bir cüce çıkıyor ve hemen ağlamaya başlıyor. Onu sakinleştirmeye, endişe etmek için hiçbir neden olmadığını söylemeye, o büyüyünceye kadar Ortadoğu’da her şeyin yoluna gireceğine ikna etmeye çalışıyorum; barış gelecek, terör saldırıları bitecek ve kırk yılda bir de olsa olup bitenleri mükemmel bir biçimde ifade edebilecek özgün, farklı bir bakış açısına sahip birileri bulunacak. Bir an için susuyor ve bir sonraki hamlesini düşünüyor. Sözüm ona -yeni doğduğu göz önünde bulunduruluncanaif olması gerekiyor fakat o bile yutmuyor bunu ve kısa bir kararsızlığın ve hıçkırığın ardından yine ağlamaya koyuluyor.
KOCA BEBEK
Çocukken ailem beni Avrupa’ya götürmüştü. Seyahatin doruk noktası Big Ben ya da Eyfel Kulesi’nde değil, İsrail’den Londra’ya uçuş sırasında yaşandı bilhassa yemek esnasında. Tepsinin üstünde minik bir Coca-Cola şişesi, yanında da sigara paketi büyüklüğünde bir kutu mısır gevreği duruyordu.
Minyatür paketlerin yol açtığı şaşkınlık ilkin büyük bir heyecan yaratmadı bende, ta ki Coca-Cola’nın gerçek Coca-Cola, mısır gevreğinin de gerçek mısır gevreği olduğunu keşfedinceye kadar. Bu heyecanın nereden çıktığını izah etmek güç. Boyutları çok daha küçük bir meşrubattan ve kahvaltı gevreğinden söz ediyoruz alt tarafı, fakat yedi yaşındaydım o zaman ve bir mucizeye tanık olduğumdan emindim.
Bugün, otuz yıl sonra, Tel Aviv’deki evimde oturmuş iki haftalık oğluma bakarken aynı şeyi hissediyorum; karşımda henüz dört buçuk kilo bile gelmeyen bir adam var fakat öfkeli, bıkkın, gergin ve dingin, gezegendeki bütün diğer adamlar gibi. Ona üç parçalı bir takım elbise giydir, koluna bir Rolex saat tak, eline küçük bir evrak çantası tutuştur ve dünyaya gönder de pazarlık etsin, gözünü bile kırpmadan iş bağlasın. Konuşmuyor, orası öyle. Bir de sürekli altını pisliyor. Uzaya gönderilmeden ya da bir F-16 uçurmadan önce öğrenmesi gereken birkaç şey olduğunu herkesten önce ben kabul ederim. Fakat esasında elli santimlik bir ambalaj içinde tam bir insan bu ve sıradan bir
insan da değil; aşırı biri, bir eksantrik, nevi şahsına münhasır bir karakter. Saygı duyacağın fakat tam olarak anlayamayacağın türden. Çünkü, boyları ve ağırlıkları ne olursa olsun, bütün karmaşık insanlar gibi onun da pek çok farklı yanı var.
Aydınlanmış bir şahıs benim oğlum: Budizm hakkında fazlasıyla kitap okumuş, birkaç gurunun konuşmasını dinlemiş, hatta Hindistan’da ishal olmuş biri olarak, bebek oğlumun hayatımda gördüğüm ilk aydınlanmış şahıs olduğunu söylemek zorundayım. Gerçekten ânın içinde yaşıyor; asla garez duymuyor, asla gelecekten endişe etmiyor. Bütünüyle egosuz. Onurunu savunmaya ya da beğenilmeye falan çalışmıyor. Bu arada, dedesi onun adına bir banka hesabı açtı bile; onu ne zaman beşiğinde sallasa parası için bankadan çok iyi bir faiz aldığını söylüyor, enflasyon ortalamasının beklendiği gibi tek haneli rakamlarda seyretmesi halinde -hesap 21 yıl sonra çözüldüğündeeline kaç para geçeceğini anlatıyor. Ufaklık karşılık vermiyor, fakat dedesi ortalamaları temel faiz oranıyla kıyasladığında oğlumun alnında birkaç kırışıklık belirdiğini fark ediyorum -nirvanasının duvarındaki ilk çatlaklar.
Tam bir bağımlı benim oğlum: Bu yazıyı okuyan bütün bağımlılardan ve tövbekârlardan özür dilemek isterim, onlara ve acılarına saygısızlık etmek istemem, fakat kimsenin harmanlığı oğlumunkiyle kıyaslanamaz. Bütün gerçek bağımlılar gibi boş zamanlarını geçirmek için başkalarının sahip olduğu seçeneklere sahip değil şu bildik seçenekler, güzel bir kitap okuma, yürüyüşe çıkma ya da NBA finallerini izleme gibi. Sadece iki seçeneği var önünde; meme ya da cehennem. “Yakında dünyayı keşfedeceksin kızlar, içki, yasadışı online kumar,” diyorum, onu yatıştırmaya çalışarak. Fakat bu gerçekleşinceye kadar, ikimiz de biliyoruz ki onun için varsa yoksa meme.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYedi Güzel Yıl
- Sayfa Sayısı152
- YazarEtgar Keret
- ISBN9786055903480
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aydede Peynir Değildir ~ Selda Yaşar
Aydede Peynir Değildir
Selda Yaşar
Küçük fare, yattığı yerde bir oraya dönüyordu bir buraya. Karnı öyle bir gurulduyordu ki… Kiler olarak kullandığı kovuğu, en az midesi kadar boştu. Baktı...
- Rabarba ~ Kasım Hasan Ünal
Rabarba
Kasım Hasan Ünal
“Kuyruk acına bir isim takıyorsun. Kaldırımlarda dengesiz, hedefsiz, çarpık yürüyüşünü bu isme yoruyorsun. Altı gece önce kalabalıklar arasında kaldırımda yürürken önünü kesip yüzüne hırlayan...
- Kırmızı Pelerin ~ Gülseren Budayıcıoğlu
Kırmızı Pelerin
Gülseren Budayıcıoğlu
Zamanında zihnimize yazılanlar, sonradan kaderimizi yazar… Açık kapıdan kırmızı pelerinli bir kız giriyor içeri. Bir filmden, bir masaldan kopup gelivermiş gibi hali var. Sabah...