Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yürekteki Hayvan
Yürekteki Hayvan

Yürekteki Hayvan

Herta Müller

EEdebiyat, bugüne kadar, bir diktatörlüğün ne olduğunu hiç böyle anlatmadı. Yürekteki Hayvan, sürekli korku ve baskı altında yaşama deneyiminin bir öyküsü değil, bir provası….

EEdebiyat, bugüne kadar, bir diktatörlüğün ne olduğunu hiç böyle anlatmadı. Yürekteki Hayvan, sürekli korku ve baskı altında yaşama deneyiminin bir öyküsü değil, bir provası.

Tehlikeli günlerde arkadaşlıklar hayatın -ya da yoklaşan hayatın- gerçek anlamı durumuna gelir. Arkadaşlar birbirlerine bel bağlar, birbirlerini korur, birbirleri tarafından korunurlar. Bu karşılıklı güven, hayata düşman olan dış dünyadan kurtulmuşluk duygusu yaratır. Ama arkadaşlıklar, insanları hem rahatlatan, hem öfkelerini boşaltma olanağı sağlayan sohbetler ile etkisiz kalan eylemler arasında, kopma noktasına gelir. Aşk filizlenir ve solar. Ot gibi biçilir, yine aynı sürgün verir.
Bir arkadaş kendini astıktan ya da pencereden attıktan sonra, artık intihar ile sahneye konmuş cinayet arasında fark yoktur. “İp” ve “pencere” sözcükleri öylesine dev sözcüklere dönüşür ki, bunlar ne tartışılabilir ne de suskunluğa gömülebilir. İkisinin ortası diye bir yer yoktur, ama gene de, yaşayanlar, o olmayan yerde yer almak zorundadır. Yürekteki Hayvan, diktatörlüğün yıkıma uğrattığı arkadaşların öyküsü: Yozlaşma ve sindirmenin, norma karşı çıkma, direnme davranışlarının, yaşamayı becerememenin, insanları nasıl kendilerine karşı bir yanlışlığa dönüştürdüğünün öyküsü.

İşte size 21. yüzyılın en büyük romancılarından biri: Herta Müller. Bütün dünyanın ilgisini çeken, yayın hakları bir anda 10’dan fazla ülkeye satılan ilginç bir roman: Yürekteki Hayvan.

***

Sustuğumuzda itici oluyoruz, dedi Edgar, konuştuğumuzda ise gülünç.

Uzun zamandır yerdeki resimlerin karşısında oturuyorduk. Oturmaktan bacaklarım uyuşmuştu.

Tıpkı otlan ayaklarımızla ezip geçtiğimiz gibi, ağzımızdaki sözcüklerle de ezip geçiyoruz pek çok şeyi. Ama suskunluğumuzla da.

Edgar susuyordu.

Hâlâ bugün bile mezarlar gelmiyor gözümün önüne. Yalnızca bir kemer, bir pencere, bir fındık ve bir ip. Her ölüm bir çuval sanki.

Bunu duyan olsa, dedi Edgar, deli olduğunu düşünür.

Bense bunu düşündüğümde, her ölünün, ardında bir çuval sözcük bırakmış olduğu sanısına kapılıyorum. Aklıma hep, artık ölülerin gereksinim duymayacakları berber ve tırnak makası geliyor. Bir de ölülerin artık düğme kaybetmeyecekleri.

Belki de yanlışlık diktatörün varlığında değildi onlar için, dedi Edgar.

Bizim varlığınuzın da hata olduğunu kanıtladılar. Hataydı, çünkü saçlarımız ve tırnaklarımız uzarken, bu ülkede yaşamımızı korkular içinde yürüyerek, yiyerek, uyuyarak ve birisini severek sürdürmek zorundaydık, berbere gitmeye ve tırnaklarımızı kesmeye devam ediyorduk.

Mezar açan birinin varlığı, bizim varlığımızdan daha büyük bir hatadır, dedi Edgar, sırf yürüdüğü, uyuduğu, yediği ve birisini sevdiği için. Herkes adına hatadır o, herkesin üzerinde egemenlik kuran bir hata.

Otlar kafamızın içinde. Konuşarak biçiyoruz onları. Ama susarak da. Sonra ikinci bir ot çıkıyor, ardından bir üçüncüsü, dilediklerince. Gene de şanslıyız.

.

Lola ülkenin güneyinden gelmeydi ve yoksul bir yöreden geldiği yüzünden okunuyordu. Neden bilmiyorum, ama okunuyordu, belki elmacıkkemikleri, belki ağzı, belki de gözbebeklerinden. Bu ayırımı yapmak zor, yöreler için de, yüzler için de. Ülkenin her yöresi yoksuldu, yüzler de öyle. Gene de Lola’nm geldiği yöre belki daha yoksuldu, elmacıkkemiklerinden, ağzından ya da gözbebeklerinden okunuyordu bu. Manzarasız, tekdüze bir yöre.

Verimsizlik her şeyi yutuyor, diye yazıyor Lola, koyunlar, kavunlar ve dut ağaçları dışında.

Ama Lola’yı kente kaçırtan şey yörenin verimsizliği değildi.

Öğrendiklerim verimsizliğe vız geliyor, diye yazıyor Lola defterine. Ne bildiğime bakmıyor verimsizlik. Ne olduğuma, yani kim olduğuma bakıyor. Kentte bir şey olmak, diye yazıyor Lola, dört yıl sonra da köye geri dönmek. Aşağıdaki tozlu yoldan değil, yukarıdan, dut ağaçlarının dalları arasından.

.

Kentte de dut ağaçları vardı. Ama sokaklarda değil, avlularda. Üstelik de hepsinde yoktu. Yalnızca yaşlı insanların avlularında. Dut ağaçlarının altında da bir iskemle dururdu. Oturma yeri kadifeydi, içi kıtıkla doldurulmuştu. Lekeli, lime lime olmuş bir kadife. Delinen yerin altına da bir tutam ot tıkılmış olurdu. Üstüne oturmaktan yassılaşmış bir tutam ot. Aşağıdan saç örgüsü gibi sarkardı ot.

Çürümüş iskemlenin yanma kadar gidilirse, sarkmış örgünün tek tek sapları da seçilebilirdi. Ayrıca bir zamanlar yeşil oldukları da.

Dut ağaçlı avlularda gölge dinginliğe dönüşüp, iskemlede oturan yaşlı bir yüzün üzerine iniyordu. Dinginlik olup, çünkü ben de, kendim için bile beklenmedik bir zamanda bu avlulara giriyor, sonra da uzun zaman bir daha uğramıyordum. Bu seyrek uğrayışlarda, ağacın tepesinden dosdoğru yaşlı yüze düşen ışık çizgisi uzak bir yöreyi gösteriyordu. Çizgiyi yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya izliyordum. Ürperiyordum, çünkü bu dinginlik dut ağaçlarının dallarından değil, yüzdeki gözlerin yalnızlığından geliyordu. Bu avlularda beni kimsenin görmesini istemiyordum. Burada ne yaptığımı kimsenin sormasını da. Seyretmekten başka bir şey yaptığım da yoktu. Uzun uzun dut ağaçlarını seyrediyordum. Ardından da, gitmeden önce bir kez daha iskemlede oturanın yüzünü. Yüz bir yöreydi. Bu yöreyi terk eden ve bir çuvalın içinde dut ağacı taşıyan genç bir adam ya da kadın görüyordum. Kentin avlularına birlikte getirilmiş bir sürü dut ağacı görüyordum.

Sonraları Lola’nın defterinde şunları okudum: Yörelerden getirilenler yüzlere taşınıyor.

Lola dört yıllık okulda Rus dili okumak istemişti. Giriş sınavı kolaydı, çünkü yüksekokullarda da ülkenin ortaokullarında olduğu gibi herkese yetecek yer vardı. Ve Rusçaya talep azdı. Talepler zor, diye yazıyor Lola, oysa hedefler daha kolay. Üniversite eğitimi alan bir erkeğin, diye yazıyor Lola, tırnakları temiz kalır. Dört yıl sonra da benimle gelir, çünkü köyde efendi olacağını bilir. Berberin evine kadar gelip kapının önünde ayakkabılarını çıkaracağım da. Bir daha asla koyunlar olmamalı, diye yazıyor Lola, kavunlar da, yalnızca dut ağaçları, çünkü bizim de yapraklarımız var.

.

Oda dediğimiz yer küçük bir dikdörtgenden oluşuyor, bir pencere, altı kız, altı yatak, her bir yatağın altında bir bavul. Kapının yanında bir gömme dolap, tavanda bir hoparlör, işçi koroları akşama kadar tavandan duvara, duvardan yataklara yansıyan şarkılar söylüyorlardı. Sonra da pencerenin baktığı sokak ve o saatte artık kimsenin gelip geçmediği bakımsız park gibi sessizliğe gömülüyorlardı. Her yurtta bu küçük dikdörtgenden kırk tane vardı.

Hoparlörler yaptığımız her şeyi görüp duyar, dedi birisi.

Altı kızın giysileri dolapta sıkış sıkıştı. En az giysisi olan Lola’ydı. öteki kızların giysilerini kullanıyordu. Kızların çorapları yatakların alandaki bavullardaydı.

Birisi şarkı söylüyordu:

Annem bana kocaman
Yirmi yastık verecekmiş
Hepsi de sivrisinek dolu
Minik yirmi yastık verecekmiş
Hepsi de karınca dolu
Yumuşak yirmi yastık verecekmiş
Hepsi de çürümüş yaprak dolu
Bunları bana evlendiğimde verecekmiş.

Lola yerde, yatağın kenarına oturmuş bavulunu açıyordu. Çorapları karıştırıp, bacak, parmak ve topuk kısımları dertop olmuş bir yığını çıkarıp yüzüne tuttu. Çorapları yere attı. Lola’nın elleri titriyordu, gözleri de sanki bir çiftten fazlaydı. Havadaki elleri boştu ve sanki bir çiftten fazlaydı. Havada kalan elleri neredeyse yerdeki çoraplar kadar çoktu.

Gözler, eller ve çoraplar iki yatak ötede söylenen şarkıya katlanamıyordu. Ayakta söylenen şarkıya; söyleyenin kederinden alnı kırışmış, sonra da hemen düzelmişti.

.

Her yatağın altında içinde pamuklu çoraplar olan birer bavul vardı. Onlara ülkede örme çorap deniyordu. Jilet gibi incecik ve pürüzsüz külotlu çoraplar giymek isteyen kızlar için örme çoraplar. Sonca saç jölesi istiyordu kızlar, rimel ve oje de.

Yataklardaki yastıkların altında altı tane rimel kutusu vardı. Kızlar kutulara tükürüp, tozu kürdanlarla karıştırıyorlardı, ta ki siyah bulamaç kürdanlara yapışana dek. Sonra da gözlerini kocaman kocaman açıyorlardı. Kürdan gözkapaklarını gıdıklıyor, kirpikler çoğalıp koyulaşıyordu. Ama bir saat sonra tükürük kuruyor, toz göz altlarına akıyordu.

.

Kızlar yanakları için pudra tozu istiyorlardı, yüzlerinde rimel tozu, fabrika tozu değil. Bir sürü de ince çorap, çünkü ince çoraplar kolayca kaçıyor, kızlar da bileklerine ve dizlerine kadar gelen kaçıkları tutmak zorunda kalıyorlardı, tutmak ve ojeyle yapıştırmak.

.

Bir erkeğin gömleklerini hep beyaz yıkamak zor olacak. Dört yıl sonra benimle birlikte verimsizliğe gelmeyi kabul eden bir yavuklum olacak. Beyaz gömlekleriyle köydekilerin gözlerini kamaştırmayı başaran bir yavuklu. Berberin evine kadar gelip ayakkabılarını kapısının önünde çıkardığı bir bey. Pirelerin cirit attığı bu pislikte gömleklerin beyaz kalması zor olacak, diye yazıyor Lola.

Ağaç kabuklarında bile pire var, dedi Lola. Onlar pire değil, bit, dedi birisi, yaprak biti. Yaprak pireleri daha da kötü, diye yazıyor Lola defterine, insanlara gitmez onlar, çünkü insanların yaprağı yok, dedi birisi. Güneş kavurduğunda her şeye gidiyorlar, rüzgâra bile, diye yazıyor Lola. Üstelik hepimizin yaprakları var. Büyüme bittiğinde yapraklar dökülür, çünkü çocukluk bitmiştir. Buruşma başladığında ise yapraklar yeniden çıkar, çünkü aşk bitmiştir. Yapraklar dilediklerince büyüyor, diye yazıyor Lola, tıpkı odar gibi. Köydeki iki-üç Çocuğun yaprakları yok, onların çocuklukları var. Anne- babaları eğitilmiş insanlar oldukları için tek çocuk onlar. Yaprak pireleri çocukları küçük gösterir, dört yaşındaki çocuk üç yaşında, üç yaşındaki çocuk bir yaşında görünür. Bir yaşındakini altı aylık, diye yazıyor Lola, altı aylık çocuğu yeni doğmuş gibi. Yaprak pireleri kardeş sayısını çoğalttıkça, çocukluk dönemi kısalır.

.

Bahçe makasım, diyor bir büyükbaba. Yaşlanıyorum ve her gün biraz daha küçülüp zayıflıyorum. Ama tırnaklarım daha hızlı uzayıp sertleşiyor. Tırnaklarını bahçe makasıyla kesiyordu.

Bir çocuk tırnaklarını kestirmiyor. Acıyor, diyor çocuk. Anne çocuğu giysilerinin kemerleriyle iskemleye bağlıyor. Çocuğun gözleri doluyor ve bağırıyor. Tırnak makası durmadan düşüyor annenin elinden. Her parmakta makas bir kez yere düşüyor, diye düşünüyor çocuk.

Kemerlerden birine, çimen yeşili olanına kan damlıyor. Çocuk biliyor: bir yerin kanarsa ölürsün. Çocuğun nemli gözleri anneyi iyi seçemiyor. Anne çocuğu seviyor. Kurtulamadığı bir bela gibi seviyor ve bir türlü durmuyor, çünkü tıpkı çocuğun iskemleye tutsak olduğu gibi onun aklı da sevgisine tutsak. Çocuk biliyor: anne bu zorunlu sevgisiyle onun ellerini doğrayacak. Kopmuş parmakları, ev giysisinin cebine koyup, onları atacakmış gibi yaparak avluya gidecek. Avluda kendisini kimsenin göremeyeceği bir yerde çocuğun parmaklarını yiyecek.

Büyükbabası akşam, parmakları attın mı diye sorduğunda, annesinin yalan söyleyip kafasını sallayacağını şimdiden biliyor çocuk.

Akşam kendisinin de ne yapacağını şimdiden biliyor. Parmaklar onda, diyeceğini ve her şeyi anlatacağını:

Parmaklarla dışarıya çıktı. Otların üzerinde yürüdü. Bahçede dolandı, tarhların orada da. Duvar boyunca yürüdü, sonra duvarın arkasına geçti. Çivilerin bulunduğu alet dolabının yanında durdu. Sonra da gardırobun yanında. Gardıroba ağladı. Bir eliyle yanaklarını sildi, öteki elini de ev giysisinin cebinden çıkarıp ağzına soktu. Bir daha, bir daha.

Büyükbaba elini ağzına götürüyor. Belki de burada, odanın içinde, parmaklar avluda nasıl yenir göstermek istiyor, diye düşünüyor çocuk. Ama büyükbabanın eli kımıldamıyor.

Çocuk anlatmaya devam ediyor. Anlatırken dilinin üzerinde bir şey hissediyor. Dilimin üzerinde kiraz çekirdeği gibi duran ve yutulmaya niyeti olmayan şey, olsa olsa gerçek olabilir, diye düşünüyor çocuk. Konuşurken kulağa ulaşan ses, o aralıkta gerçeği bekliyor. Oysa suskunluk gelip çattığında, her şey yalan diye düşünüyor çocuk, çünkü gerçek yutulmuştur. Çünkü ağız sözcüğü yemiş, ama söylememiştir.

Sözcükler çocuğun dudaklarını aşıp dışarıya çıkmıyor. Erik ağacının oradaydı. Bahçedeki yolda tırtılı ezmemek için dikkat eden o değil, ayakkabısıydı, demekle yetiniyor.

Büyükbaba gözlerini yere indiriyor.

Anne dönüp dolaptan iğne iplik alıyor, iskemleye oturup cebi görünecek şekilde ev giysisini düzeltiyor, ipliği düğümlüyor. Anne yalanlar atıp duruyor, diye düşünüyor çocuk.

Anne düğmelerden birini dikiyor. Yeni iplik eski ipliğin üzerini örtüyor. Gerçek, annenin yalan dolanında gizli, çünkü ev giysisinin düğmesi gevşemiş. Dikilince, öteki düğmelerin arasında en sağlamı bu oluyor. Ampulun ışığı da iplik gibi tire tire.

Sonra çocuk gözlerini sımsıkı kapıyor. Kapalı gözlerinin ardında, anne ve büyükbaba, ışık ve iplikten yapılma bir iple masanın üzerinde asılmış sallanıyorlar.

En sağlam düğme en uzun süre dayanacak. Anne onu hiç kaybetmeyecek, diye düşünüyor çocuk, ama o kendiliğinden kırılacak.

Anne makası çamaşır dolabının içine atıyor. Bundan böyle ertesi gün ve her çarşamba berber büyükbabanın odasına geliyor.

Berberim, diyor büyükbaba

Makasım, diyor berber.

Birinci Dünya Savaşı’nda saçlarım dökülmüştü, diyor büyükbaba. Tümden kel kaldığımda bölük berberi kafa derime yaprak özü sürdü. Saçlarım yeniden çıka. Eskisinden daha güzel oldu, dedi bölük berberi bana. Satranç oynamayı severdi. Satranç taşı oymak için bol yapraklı dallar getirdiğimde, yaprak özü sürmek gelmişti berberin akima. Aynı ağacın dallarında hem kül grisi hem de kırmızı yapraklar vardı. Ağacın üstündeki renkler de yaprakları gibi farklıydı. Siyah beyaz satranç taşlan oydum o ağaçtan. Açık renk yapraklar güz sonunda koyulaşırdı ancak. Ağaçlar iki renkti, çünkü kül grisi dallar her yıl büyürken bu gecikmeyi yapardı. Renkler satranç taşlarımın işine yaramıştı, dedi büyükbaba.

Berber büyükbabanın önce saçlarını kesiyor. Büyükbaba kafasını hiç oynatmadan iskemlede oturuyor. Kesilmeyen saç çalı gibi olur, diyor berber. O sırada anne, giysilerinin kemerleriyle çocuğu iskemleye bağlıyor. Kesilmeyen tırnak kürek gibi olur, diyor berber. Bir tek ölülerin tırnakları öyledir.

Çöz, çöz hadi.

.

Dikdörtgendeki altı kız içinde en az ince çorabı olan Lola’ydı. Onların da diz ve bilekleri ojeyle tutturulmuştu. Baldırları da. Lola sokakta, bir kaldırımda ya da bakımsız parkta yalnız başına koşar adım yürüdükçe, çoraplar kaçıyor, Lola onları durduramıyordu.

Lola beyaz gömlek düşünün peşine düşerek geldiği yerden koşar adım uzaklaşmalıydı. Bu düş, yüzündeki yöre kadar yoksuldu.

Bazen de Lola parti oturumunda olduğu için çorap kaçıklarını durduramıyordu. Farkında değildi, ama kürsü sözcüğü Lola’nın çok hoşuna gidiyordu.

Akşamları Lola külotlu çoraplarını ayaklarından tutturarak pencereye asıyordu. Çoraptan sular damlamıyordu, çünkü hiç yıkanmıyorlardı. Çoraplar pencerede sallanıyordu, Lola’nın ayaklarıyla bacakları içindeydi sanki, parmakları, nasırlaşmış topukları, baldırları ve dizleri de. Bakımsız parkı geçip kente, Lola’sız da gidebilecek gibiydiler.

Tırnak makasım nerede, diye sordu dikdörtgendeki birisi. Paltonun cebinde, dedi Lola. Hangi paltonun, seninkinin mi, diye sordu birisi, dün onu yine yanında mı götürdün. Tramvaya götürdüm, diyerek tırnak makasını yatağın üzerine koydu Lola.

Lola tırnaklarını hep tramvayda kesiyordu. Tramvaya bindiğinde gideceği belli bir yer olmuyordu. Tramvay giderken tırnaklarını kesiyor, törpülüyor, dişleriyle tırnak derisini öyle bir geriye itiyordu ki, her bir tırnağının beyazı fasulye tanesi gibi oluyordu.

Duraklarda tırnak makasını çantaya koyuyor, binen olduğunda kapıya bakıyordu. Çünkü gündüzleri binenlerle tanışıyoruz, diye yazıyor Lola defterine. Oysa aynı kişiler geceleri bindiklerinde sağa sola bakıp beni arıyor gibiler.

Geceleri, yoldan, sokaktan ve bakımsız parktan artık kimse gelip geçmez olduğunda ve gökyüzü kendini yalnızca rüzgârın sesine teslim ettiğinde, Lola jilet gibi ince çoraplarını giyiyordu. Dışarıya çıkıp kapıyı kapamadan önce de, dikdörtgenin ışığında Lola’nın ayakları iki çiftmiş gibi görünüyordu. Nereye gidiyorsun, diye sordu birisi. Ama uzun boş koridorda Lola’nın ayak sesleri duyulmaya başlamıştı bile.

Bu dikdörtgendeki ilk üç yıl, adı öteki kızlarınki gibi birisiydi belki de. Lola dışında herkesin adı birisi olabi-

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Alçak Adam ~ Samantha GraceAlçak Adam

    Alçak Adam

    Samantha Grace

    BİR Londra, İngiltere 26 Mayıs 1816   O gece, Eldridge Balo Salonu’nda iki tip erkek bulunuyordu:  ateşli, ancak münasip ilgileriyle her genç kızın hemen...

  2. Güven ~ Henry JamesGüven

    Güven

    Henry James

    Bernard Longueville, Sienna’ya geldiğinde, orada sadece 2 gece kalmayı planlıyordur ama yaşam karşısına güzel bir kız olan Angela Vivian’ı çıkartır. Sienna’nın doğal güzelliği içinde,...

  3. Aşk Her Yerde ~ Rachel GibsonAşk Her Yerde

    Aşk Her Yerde

    Rachel Gibson

    Genç ve güzel Faith Duffy, Chinooks Hokey Takımı’nın yeni sahibi olmuştur..Kendisine miras kalan takımıyla kazanması gereken bir kupa vardır.Fakat Faith hokey hakkında hiçbir şey...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur