Hoş bir kız olan Fia’yla tanışması, Thomas’ın İskoçya’daki istihbarat görevini altüst etmeye yeter de artar bile. İnsanı hem baştan hem çileden çıkarmayı aynı anda başarabilen bu muzip ve güzel kız yüzünden, Thomas, MacLean Kalesi’nde tutsak kalır. Ne var ki kaçma girişimleri tutsaklıktan da kötü sonuç verecektir. Fia’yla uygunsuz bir şekilde yakalanan İngiliz kontu, daha hiçbir şey yapamadan, kendini tuhaf bir evliliğin içinde bulur. Aslında çok ciddi bir görevle İskoçya’ya gelmiştir, fakat Fia’nın sivri dili ve cüretkâr tavırları, Thomas’ın hayatına büyük bir kargaşa getirir. Bu güzel kızın tek bir bakışı bile içinin tutkuyla dolmasına yol açarken, acaba Thomas görevini nasıl yerine getirebilecektir?
“Daima eğlenceli, daima seksi. Karen Hawkins kitapları tam bir zevk kaynağı!” -Victoria Alexander
“Karen Hawkins hızlı, eğlenceli, seksi hikâyeler yazıyor. Yağmurlu günlerde, güneşli günlerde, kısacası yılın her günü okumak için mükemmel!” -Christina Dodd
“Karen Hawkins hem sizi güldürecek hem yüreğinize dokunacak.” -Rachel Gibson
“Müthiş komik, dokunaklı ve son derece tatmin edici romanlar: Hawkins bunu hep yapıyor.” -Romantic Times
***
Bölüm Bir
Duart Şatosu
Mull Adası, İskoçya
2 Mayıs 1567
Düşmek bir şeydi ama, ikinci kat penceresinin pervazından itilmek çok daha başka bir şeydi.
Thomas Wentworth uğursuz bir gümleme sesiyle sırtının üstüne düştü. Başı, kalın bir bitki tabakası sayesinde taşlık alandan korunmuştu. Soluksuz kalıp üzerine mutlu bir karanlık çökerken gözlerinin önünde bir ışık parladı.
Birkaç dakika boyunca nefes almak için çabaladı. Ölmediğinin habercisi olan tatlı havayı içine çekerken, heyecanlı ama yumuşak bir çığlık duyuldu: “Ayy, öldürdüm onu!” Kısık ve derinden gelen bu ses Thomas’ın üstünden tatlı bir krema gibi aktı. Birisi gelip yanında diz çökerken çimenler hışırdadı. “Kesinlikle lanetliyim,” diye mırıldandı genç kız. “Gördüğün en yakışıklı erkeği öldürmek bunun alameti olsa gerek.”
Tatlı sesiyle Thomas’ın kendine gelmesi için hayli ısrar ediyordu kız. Thomas en sonunda irkildi ve gözlerini zorlayarak açtıktan sonra, tüm dikkatiyle, yanında diz çökmüş kişiye odaklandı.
“Kutsal Meryem Ana aşkına, yaşıyorsun!” Kız, Thomas’ın alnındaki saçı yumuşacık bir dokunuşla düzeltti.
Ay, Thomas’ın hayatında gördüğü en kalın saç kümesinin etrafında bir ışık halkası oluşturmuştu. Kızın saçları ay ışığının altında parıldıyor, dalgalar ve kıvrımlar halinde omuzlarına doğru dökülüyordu.
İnatçı bir kıvrımın ucu Thomas’ın kulağına dokundu ve Thomas bu saç kıvrımını zayıf bir hareketle iteledi. “Evet, yaşıyorum,” diye mırıldandı ayağa kalkmak için çabalarken.
Daha omuzlarını bile tam olarak yerden kaldıramadan, genç kız onu yere bastırdı. “Yaralı olmadığından emin olana kadar ayağa kalkma.” Sıcak elleri Thomas’ın kolları ve bacakları üzerinden hafifçe kaydı.
Thomas bileklerinden yakalayarak genç kızı itti. Kollarını kaplayan giysinin kaba yününden de, genç kızın şatoda hizmetçilik görevinde olduğunu düşündü. Ağrıyan vücudunu doğrultmak için kendini zorladı. “Beni rahat bırak,” diye homurdandı kararsızca. “İyiyim ben.”
Uzun bir sessizliğin ardından kız, “Sen bir Sassenach’sın*,” dedi. Belli belirsiz bir suçlama tınısı vardı sesinde.
Thomas içinden küfretti. Zonklayan kafası yüzünden İskoç aksanıyla konuşması gerektiğini unutmuştu.
“Siz bayım, hiç de sıradan bir hırsız değilsiniz.” Bir elini Thomas’ın gömleğine dokundurdu. “Kıyafetleriniz fazlasıyla kaliteli.”
İçinde büyüyen sıkıntı ve huzursuzluk, Thomas’ın baş ağrısını daha da artırdı. Koyu renk giysilerini özenle, işler ters giderse gölgelere rahatça karışabilmek için seçmişti.
“Sassenach: İskoçların İngilizler için kullandığı aşağılayıcı bir kelime. Galcede ‘Sakson’ anlamına gelip, Anglo-Sakson İngilizleri tanımlamak için kullanılır. Günümüzde hakaret anlamı taşımasa da, zamanında ağır bir hakaretti. Dilimizde kesin bir karşılığı yoktur. ”
Bunu düşünmek sinirle gülümsemesine yol açtı. Zira Bu macerasında yolunda giden pek az şey olmuştu. İskoç sularına girdiği andan itibaren, o meşhur Wentworth şansı, son raddesine kadar sınanmıştı.
İlk önce gemisi kayalık sahilin ötesinde fırtınaya yakalanmış ve bu fırtınadan güçlükle kurtulabilmişti. Limana vardığında da, atının zorlu deniz yolculuğu yüzünden yaralandığını fark etmiş ve başka uygun bir at bulması da birkaç gününe mal olmuştu.
Ve şimdi de bu: Pencereden itilmişti ve küstah bir hizmetçi parçası kendisinden hesap soruyordu. Dikkatle hazırladığı planlarındaki bir başka aksaklıktı bu.
Aksaklıklar risklere yol açardı ve risk almak, Thomas’ın özenle hazırlanmadan, tüm dikkatiyle detaylara inmeden yaptığı bir şey değildi. Acele ile hazırlanmış planlar kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanırdı. Thomas Wentworth ise asla acele etmez ve hiç başarısız olmazdı.
Genç kız ayaklarının üzerinde hafifçe doğrulup başını yana eğdi. “Evinden bu kadar uzakta ne işin var Sassenach?”
“Bu seni ilgilendirmez,” diye yanıtladı Thomas kabaca. “Katılmıyorum. Panjurları açıp seni pervazdan atan bendim. Artık benim sorumluluğumdasın.”
Thomas somurttu. “Sen kimsin? Hizmetçi mi?”
“Ben buraya aidim fakat aynı şeyi senin için söyleyemeyiz Bay Çalan Çırpan! Ya da her ne isen artık.”
Sözcükleriyle meydan okusa da, canlı sesi tahrik ediciydi. Thomas öne doğru uzandı ve elini kızın ipeksi saçlarına daldırdı. Şaşkınlıkla nefesini tutmasını görmezden gelerek, kendi yüzünü, kızın pürüzsüz yanağında soluk ay ışığı huzmeleri belirene dek eğdi.
Kız eliyle Thomas’ın elini itmeden önce, küçük, düz bir burun ve bir çift öpülesi dudak görmüştü Thomas. “Kes şunu! Pencere pervazına koca bir tavuk gibi tünemiş ne yapıyordun?”
Ağrılarına ve huzursuzluğuna rağmen, Thomas gülümsemesine engel olamadı. “Kendimi biraz daha asil bir kuş gibi düşünmeyi yeğlerim. Mesela şahin gibi.”
“Eminim öyledir. Ama gördüğüm şahinlerden çok, bir tavuk gibi uçuyordun.”
Thomas kıkırdadı. “Anlıyorum.”
“Hâlâ soruma cevap vermedin Sassenach. Pervazda ne işin vardı?”
“Hatırlamıyorum.” Bu söylediğini pekiştirmek için, hâlâ bir miktar ağrımakta olan başını ovaladı.
Kız, etekleri hışırdayarak ayağa kalktı. “Tabii, İngilizlerin kafalarının yumurta kabuğu kadar narin olduğunu bilmeyen yoktur.”
“Eminim bunu elinde ağaç boyunda kılıçlar sallayan vahşi bir İskoç erkeğinden duymuşsundur.”
“Huysuz ve alıngansın demek?” Kız bunu söylerken Thomas’m omzuna eliyle öyle yumuşakça vurdu ki, yüzüne tükürse bile bu kadar küçük düşürücü olmazdı. “O yumuşak İngiliz kafan ağrıdığı için böylesin sanırım.” Kıza karşılık vermek cazip görünse de, Thomas asıl amacından sapmak için kendine müsaade edemezdi. Bir elini cebine soktu ve kâğıdın güven verici hışırtısıyla yatıştı.
Kız Thomas’a baktı ve kınar gibi bir ses tonuyla, “Şatoya yukarıdaki pencereden girmeye çalışman aptallıktı. Daha aşağıdaki bir pencereden girmek daha kolay olurdu.”
Kız hiç farkında olmasa da, Thomas’ı pencereden aşağı ittiği esnada, Thomas aslında içeri girmeye değil, dışarı çıkmaya çalışıyordu. “Sanırım İskoç bir hırsız pencereden girmek gibi ödlekçe bir yol seçmek yerine, ön kapıdan girmeyi tercih ederdi, değil mi?”
Kız kıkırdadı. Sesi kaliteli bir İskoç viskisi gibi boğuk ve sıcaktı. “Böyle yapacak bir-iki hırsız tanıdım. Alt katlarda daha fazla altın ve gümüş var ayrıca.”
“Şato hakkında bayağı bir şey biliyor gibisin.”
“Öyle tabii. Ben lordun…” Birdenbire ani ve kesin bir sessizlik oldu. “Benim kim olduğum önemli değil. Önemli olan, senin bu kadar sıkı korunan bir şatoya girmeden önce hırsızlık becerilerini geliştirmek zorunda olman.” “Yardımınız için teşekkürler Sayın Arsız Hanım.
Böyle nasihatlerde bulunduğunuza göre çok usta bir hırsız olmalısınız.”
Kız başını iki yana salladı. Bunu yapınca, ayın ışığı, saçlarının üzerinden sakin bir gölün suları üstünde titrekçe parlayan alevler gibi süzülüverdi. “Usta değilim. Bu akşam ilk yağmalama girişimimde bulundum ama umduğum kadar heyecanlı değildi,” dedi efkârlı bir ifadeyle.
Hırsız mıydı yani? Thomas bunu doğru mu işitmişti? “Kesinlikle çok sıkıcı geçiyordu, ta ki seni pervazdan atana kadar. Müthiş bir şeydi bu, ama düşerken hiç ses çıkarmadın. Kendini bahçenin çimenleri üzerinde bulana kadar hiç bağırmayıp koca bir taş gibi düştün. Sonra birden ‘off dedin, sanki şey gibi…”
“Aziz Peter aşkına, gevezeliği kes,” diye hiddetle fısıldadı Thomas, gözünde büyüyen şatoya tedirgin bir bakış atarken.
“Pişt. Duyulmamak için kendini kasma. Şatoda hizmetçilerden başka kimse yok. Lord MacLean gitti.”
“Evet, son iki aydır seyahat ediyor.”
“Yo, geçen hafta geri döndü.”
“Ne?” Lanet olsun, haber kaynaklarını yanlış biliyormuş. Thomas’a verilen bilgiye göre, lord on beş gün daha dönmeyecekti.
“Öyle, ama sonra o cadı kendisine canını sıkan bir mektup yolladı. O da intikam almak için apar topar şatodan ayrıldı.”
Thomas kaşlarını çattı. “MacLean yine şey yüzünden mi gitti, eee… Sen ‘cadı’ mı dedin?”
“Evet. Ormanın Ak Cadısı. Onu hiç görmedim ama MacLean’e aklını başından alan bir büyü yaptı. Yargıca MacLean’in topraklarının yarısının aslında kendisine ait olduğunu belirten çok eski belgeler verdi.”
“Aman Tanrım. Hiçbir erkek böyle bir şeye müsaade etmez.”
“Özellikle de MacLean.” Başını iki yana sallarken, gür saçları omuzlarının etrafında iç gıcıklayıcı şekilde kıpırdandı. “Ama ben o cadıya şehveti yüzünden koştuğunu düşünüyorum. Umarım tedbirlidir, çünkü Duncan boyunun çok kısa olduğunu söylese de gerçekten çok güçlü bir cadı bu.” “Cadılara ya da lanetlere inanmam ben.”
“Ben inanırım,” dedi kız. “Sihrin her türlüsüne inanırım.”
“İskoçların mistik şeylere bayıldığını gayet iyi biliyorum.”
“Ben de Ingilizlerin paraya nasıl bayıldıklarını biliyorum.” Genç kız bunu söyledikten sonra, Thomas’ın sözlerini önemsemediğini belirten bir tavırla omuz silkti. “Sonuçta hepimizin zaafları var.”
Thomas dikkatle doğruldu, altında kayan zeminde dengede durabilmek için bacaklarını genişçe açarken başı dönüyordu. Lanet olsun, şiddetli bir fırtınanın ortasında, Glorianna’nın güvertesinde gibiydi. Sıcak bir el, kolunu dirseğinden kavradı. “Yürüyecek kadar iyi misin?” Kızın sesi endişeliydi.
“İyiyim,” dedi Thomas sertçe, kolunu kızın elinden kurtararak.
“Peki o zaman.”
Thomas kızın yüz ifadesini görebilmeyi istiyordu. Ay kızın arkasında kaldığı için, yüzü gölgede kalıyordu. Thomas bir anda onu kolundan yakaladı ve ay ışığı üzerine vuracak şekilde çevirdi.
Ve bir süre öylece bakakaldı. Daha önce attığı kaçamak bakışla kızın alımlı olduğunu fark etmişti, ama daha önce böylesine bir güzellik görmemişti. Işıl ışıl parlayan koyu gözleri kaim kirpiklerle çevriliydi. Dolgun dudakları da öpülmek için can atıyordu adeta.
Belki de büyüye inanıyorumdur, diye düşündü donakalmış vaziyette.
Kız kolunu çekerek kurtardı ve şangır şungur sesler çıkaran koca bir çuvalı omzuna attı. “Burada çok vakit kaybettim. Eğer yakalanmaya niyetin varsa, sen olduğun yerde kal Sassenach. Lord her an dönebilir. Ben ise kesinlikle kendisini karşılamak için burada olmayacağım.”
Thomas’ın saf bir yanı, kızın bal gibi yumuşacık sesini bir süre daha işitmek istedi. “Panjurları gecenin bu saatinde büyük bir gürültüyle açınca beni bir hayli şaşırttın.”
Kız çoktan arkasını dönmüştü fakat duraksadı. “Gerçek bir hırsız gibi pencereden mi çıkayım, yoksa merdivenleri mi kullanayım diye karar vermeye çalışıyordum. Senin düştüğünü gördükten sonraysa, düşündüm ki pencereden çıkmaya çalışırsam çuvalımı yere düşürebilirim; bu yüzden de ganimetlerim kırılıp dökülebilir, tüm çabalarım boşa gidebilir.”
Bu rahat ve kötücül tavrı, Thomas’ı güldürdü. “Sen ne kadar arsız bir kızsın böyle,” dedi istemsiz bir hayranlıkla.
Kız yumuşak bir kahkaha attı ve bu kahkaha sesi Thomas’ın içine dolarak hiç ummadığı şekilde kalbini ısıttı. “Duncan da aynen böyle söyler.”
Thomas bir an bu meçhul Duncan’ı kıskandı. “Adın ne senin küçük hırsız?”
“Fia.” Çuvalı diğer omzuna attı. “Sadece en kaliteli şamdanları aldım. Onları koca tabaklardan daha kolay satarım, değil mi?”
Arkasını döndü ve karanlık ormana doğru giden belli belirsiz bir patikada ilerlerken omzunun üzerinden, “Acele etmeliyiz, Duncan bu sabah geliyor,” dedi.
Thomas bu üstü kapalı daveti kabul ederek kızın yanında ona hemen ayak uydurdu. “Kim bu Duncan?”
“Duncan MacLean işte. Duart Kontu ve klanının reisi.” İğneleyici bir ifadeyle tek kaşını kaldırıp Thomas’a baktı. “Kimin şatosunu soymaya kalkıştığını bilmiyor olamazsın, değil mi?”
“Elbette biliyorum. Sadece, onu ‘Duncan’ olarak düşünmemiştim.” Bu kadın MacLean’i ona ismiyle hitap edecek kadar yakından tanıyordu. O halde kimdi ki? “Ben lordun…” demiş ve cümlesini devam ettirmemişti. O zaman lordun metresi olmalı.
Böylesi bir güzelliğin muhtemel bir hain tarafından kirletiliyor olması düşüncesiyle içinde büyüyen öfkeyi irdelememeye çalışarak, Thomas en sonunda dönen talihine odaklanmaya çalıştı. Fia, MacLean’e bu kadar yakın olduğuna göre, çok değerli bilgilere sahip olmalıydı.
Thomas ormanın karanlığına girdi ve Fia’yı tutup kendine çekti.
“Dur!”
Kız karşı koymaya çalışsa da, Thomas onu kolayca tuttu. “Senin hakkında daha fazlasını bilmek istiyorum… bir de şu Duncan hakkında.”
“Sana niye herhangi bir şey anlatayım ki?” Çamurlu çizmeleriyle Thomas’ın ayağını ezmeye çalışırken iki büklüm oldu. Çuvalından da şangır şungur sesler geliyordu.
Thomas kızın vahşi saçlarını kenara iterek, parmaklarını boynuna doladı. “Kıpırdama şeker şey,” diye fısıldadı. “Duncan MacLean ile ilgili her şeyi bilmek istiyorum. Eğer anlatırsan seni bırakırım.”
Fia mücadele etmeyi bıraktı. “Niye Duncan hakkında bilgi edinmek istiyorsun? Neden?”
“Seni alakadar etmez.”
Fia’nın birbirine bastırdığı dudaklarında inatçı bir çizgi belirdi. “Duncan ile ilgili her şey beni alakadar eder.”
“Onu gözden kaybolduğu an soyduğuna bakılacak olursa, çok fazla önemsediğini pek sanmıyorum.” Dudakları Fia’nın dudaklarına bir nefes kadar yakındı. Parmakları da boynunda imalı imalı hareket ediyordu. “Bildiğini anlat. Sadece biraz bilgi istiyorum senden.”
Fia çuvalını gürültülü bir şangırtıyla bıraktı. Thomas bunu beklemese de, Fia kollarında adeta eridi ve kıvrak vücuduyla vücuduna sokuldu.
“Bir Sassenach’a göre bayağı güçlüsün,” diye mırıldandı Fia.
Thomas, Fia’nın vücudunun kendi bedeninde yarattığı heyecanı göz ardı etmeye çalıştı. Yüce Isa aşkına, bu kız tam sanlmalık.
“Şey, sanırım…” Fia’nın nefesi düzensizdi, bakışları da Thomas’ın dudaklarına kilitlenmişti. “Sanırım beni öpmek niyetindesin.” Dudakları aralandı ve dilinin kenarı, alt dudağının dolgunluğu üzerinde yavaşça gezindi.
Thomas artık dayanamayacak haldeydi, heyecanı gittikçe büyüyordu. Lanet olsun, benden korkmuş olması gerekirdi oysa.
Fakat Fia korkmak yerine, Thomas’ın vermeyi aklından bile geçirmediği öpücüğü beklercesine kafasını eğdi. Thomas onu daha fazla korkutması, boyun eğmeye zorlaması gerektiğini biliyordu. Zira bir Iskoç kızının şehvetli arzularından daha fazlası söz konusuydu burada.
Korkutması gerekirdi.
Ama bunu yapmadı.
Tek düşünebildiği, Fia’nm dudaklarının davetkâr dolgunluğu, vücudunun sıcaklığı ve saçlarından yayılan hafif funda kokuşuydu.
Thomas onu içinde biriken tüm tutkuyla öpmeye başladı. Eteğinin üstünden yuvarlak kalçalarını tutup kendine doğru bastırırken, onu çılgınca öpüyordu.
Fia da Thomas’m bol gömleğine asıldı. Yumuşak, teslim olmuş dudakları, Thomas’ın dudaklarını kana kana içiyordu adeta.
Thomas’ın bedeni tutuşmaya, aklı başından uçup gitmeye başlamıştı. Kolunu beline dolayıp kızı sert bir hareketle kendine doğru çekti. Birbirine dolanmış saçlarını kenara iterek tatlı ve narin boynunun tadına baktı. Elleri vücudunun kıvrımlarını takip ederek sırtından kalçasına doğru inerken, elbisesinin üst kısmını eteğinin içinden çıkarmak için durdu. Yüce İsa, teni ne kadar da ılık ve davetkârdı. Sabırsızca belindeki bağcıklara asıldı. Dudakları insafsızca dudaklarına sahip oluyordu artık.
Bu katıksız tutku sisinin arasında, sert ve soğuk bir şey aniden dikkatini çekti. Bir anda sipsivri bir ucun farkına vardı. Vücudunun yan tarafına doğru bastırılan soğuk ve ölümcül bir şey.
Thomas gözlerini açtı.
Fia’nın yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. “Bu kez yoluna gidiyorsun Sassenach.” Geri çekildiğinde Thomas, ay ışında korkunç bir biçimde parıldayan bıçağı gördü. Kızın diğer elinde ise Thomas’ın para kesesi duruyordu.
Lanet kan! Oyuna gelmişti. “Hay seni küçük hırsız!” Bozguna uğrayan şehveti ve yaşadığı şiddetli hayal kırıklığı yüzünden içi acıyordu.
Fia neşelendi. “İyi bir hırsızım değil mi?”
Thomas’ın içini soğuk bir öfke kapladı. Bıçağa atılmalı mıydı? Hayır; canhıraş bir çığlık hizmetkârları uyandırırdı. Küfretti. “Seni adi soyguncu…”
“Ama böyle kaba saba konuşmayı keser misin? Kabul edelim, bu senin hatan dostum.”
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Yo, umurumda da değil.”
“Ben Thomas Wentworth’üm.” Bekledi. Burada, İskoçya kırsalında bile Wentworth ismi anlam ifade ederdi. Ailesi bütün İngiltere’nin en varlıklı ve güçlü ailesiydi.
Ama görünen o ki, kimse bu hizmetçiye bundan bahsetmemişti. Fia, Thomas’m para kesesini korsesinin altına sıkıştırdı. “Peki, Efendi Thomas, tanıştığımıza memnun oldum fakat işin bu noktaya gelmesi senin suçun.”
“Beni soyman benim suçum mu?”
“Sen beni baştan çıkarmaya çalışana kadar hiç öyle bir niyetim yoktu.”
Thomas acı bir kahkaha attı. “Fahişeler baştan çıkarılmaz. Onlara anca para verilir.”
Fia’nın eli bıçağı sıkıca kavradı. Zarif kaşları çatıldı. “Dikkat et Sassenach. Dilin bıçak kadar keskin olabilir ama benim elimde gerçeği var.”
“Kullanamazsın ki.”
Ama Fia, Thomas’ı şaşırtan bir şekilde, bir kaşını soğukkanlı ve mağrur bir tavırla kaldırdı. “Kafasının üstüne çakılmadan bir pencereye bile tırmanamayan zavallı bir Sassenach’tan niye korkayım?”
Thomas ileri atıldı ve bıçak ay ışığının altında korkunç şekilde parıldadı.
Fia tetikte durarak Thomas’a baktı. “Şimdi sen yoluna ben yoluma. Eğer düşündüğün kadar akıllıysan, Duncan dönmeden gidersin.”
“Seni bulacağım,” diye uyardı Thomas.
“Bu pek mümkün değil.” Fia o korkunç görünümlü bıçağı hâlâ önünde tutuyordu. Çuvalını aldı ve gözlerini Thomas’ın gözlerinden ayırmadan, yavaşça ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı.
Thomas soğuk ve tehditkâr bir tavırla gülümsedi. “Lordun neden aceleyle döndüğünü söylersen, belki -yani bir ihtimal- gitmene müsaade ederim.”
Fia, “Sanki başka şansın var da,” diyerek dalga geçti, ama bakışları şatoya, gökyüzünde yavaş yavaş ağarmakta olan şafağın hafifçe aydınlattığı şatonun çatısına dikildi.
“Haydi,” diye ısrar etti Thomas. Sesini sakin bir seviyede tutmaya çalışıyordu. “Benden çaldığın altınlara karşılık azıcık bilgi ver. Bu, adil bir değiş tokuş olur.”
Fia birden ciddileşerek, “Beni ormanda takip etmeyecek misin yani?” diye sordu.
“Eğer istediğimi yaparsan etmeyeceğim.”
Bir süre sonra Fia başıyla onayladı. “Peki o zaman. Adil olsun bakalım. MacLean evlenmek için dönüyor.”
Lanet olsun, haber kaynakları evlilikten hiç bahsetmemişti. “Kiminle evleniyor?”
Fia gülümseyince, Thomas cevabın ne olduğunu hemen anladı.
“Benimle Sassenach.” Fia’nın canlı sesi alaycı bir hal aldı. “Benimle evlenmeye geliyor.”
Çaldığı şamdanların tıngırtısı ve yaramaz bir gülümsemeyle Fia arkasını dönüp ormanın derinliklerinde kayboldu.
Bölüm İki
Fia omzunun üzerinden bakarak çalılıkların arasından tüm gücüyle koşmaya devam ediyordu. Sassenach kesin takip edecekti. Etmemesi imkânsızdı, çünkü aşırı öfkeliydi ama Fia onunla arasındaki mesafeyi epeyce açtığı için artık güvende sayılırdı.
Hafif eğimli bir yamacın tepesine ulaştığında, Duart Şatosu’na son bir kez bakmak için sık bir çalılığın arkasında durakladı. Sabah güneşi, şatonun etrafındaki çimenli yamacı soluk ışık huzmeleriyle aydınlatıyordu. Eğer şu an orada olsaydı, aşina olduğu kendi konforlu odasının o kırmızı kadife perdeleri, kaim halıları, kocaman meşe yatağı ve koltuğunun arasında uyanacaktı. Soğuk ve rutubetli ormanda öfkeli bir Ingiliz’den saklanıyor olmak yerine, rahat, sıcak ve güvende olacaktı.
Ama o konfor ve güvenlik Fia’ya yetmişti. Artık heyecan arıyordu. Bilinmeyenin heyecanını yaşamak istiyordu. Kuzeninin zorbaca ‘yardımı’ olmadan kendini kanıtlamak için bir şans arıyordu.
Neredeyse yüksek sesle bir kahkaha atacak gibi oldu. Macerası için daha tesadüfi bir başlangıç düşünemezdi. Hem de ne macera! Şu anda, hâzineleri, ormanın derinliklerindeki atının arkasına bağlanmış deri bir kesenin içinde onu bekliyordu; bu hazineler, son altı senedir itinayla yazdığı oyunlarıydı.
Fia gümüş eşyalarla dolu olan çuvalını yoklarken içini büyük bir heyecan kapladı. Şimdiden talihi bir hayli yaver gitmişti. Yakında Londra’da olacaktı ve talih yüzüne gülmeye devam ederse bir oyun yazarı olacaktı. Tek yapması gereken, Duncan gelmeden önce kaçmaktı.
Yüzündeki gülümseme kayboldu ve karşısındaki ormana doğru yöneldi. Acı gerçek şuydu ki, Duncan onu evlendirmeye kesinlikle karar vermişti. “Öyle,” diye mırıldandı Fia tiksinerek, “seni şatonun kapısından giren ilk adamla evlendirmeye kararlıydı.”
Kuzeni geçen iki seneyi Fia için kendince uygun birini arayarak geçirmişti. Neyse ki, Duncan’ın uygunluktan anladığı, doğuştan gelen bir asalete, sonra müthiş bir servete sahip olmak ve kılıca da kaleme de aynı ölçüde hâkim olmaktı.
Adayların bu denli vasıflı olması istendiği için, Fia asla evliliğin o kısıtlayıcı bağlarıyla bağlanmayacağından emin olarak yaşamıştı.
Fakat son dönemde siyasal durum değişmiş, Duncan da sessizleşmeye, yüzünü asmaya başlamıştı. İskoç tahtı tehlikedeydi; Kraliçe Mary ardı ardına hatalar yapıyor, kocasını öldürdüğüne inanılan adamlarla birlikte hareket ediyordu.
Kimse böyle adamların tahtın iplerini ellerinde tutmaları fikrinden hoşlanmıyordu. Ki bir dediği ötekini tutmayan Mary’nin üzerinde tam anlamıyla hâkimiyet kurduklarında böyle de olacaktı. Fısıltılar çoğalmış ve bazı klanlar kendi kraliçelerine karşı açık açık tavır almaya başlamıştı. Artık savaş söylentilerini duymayan yoktu; daha güçlü klanlardan bazıları, savaş ilan etmeden önce MacLean Klanı’nın kimin yanında olduğunu görmeyi bekliyordu. Hiç kimse…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi - Aşk
- Kitap AdıSen Kimseyi Sevemezsin
- Sayfa Sayısı376
- YazarKaren Hawkins
- ÇevirmenMurat Sarlıcalı
- ISBN9789944824552
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2011-9
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sana Soyundum ~ Sylvia Day
Sana Soyundum
Sylvia Day
Ateşle oyna! Sana Soyundum Amerikada haftalarca bestseller listelerinden inmeyen, tüm dünyada 38 ülkeye satılan Crossfire üçlemesinin ilk kitabıdır. Sana ihtiyacım var, Gideon dedim soluk...
- Değişen Kafalar / Bir Hint Efsanesi ~ Thomas Mann
Değişen Kafalar / Bir Hint Efsanesi
Thomas Mann
Thomas Mann’ın 1940’ta Stockholm’de yayımladığı Değişen Kafalar, XII. yüzyıldan kalma bir Hint efsanesine değişik bir açıdan yaklaşıyor. Şridaman ile Nanda, farklı kastlardan gelmelerine, zihnen...
- Oda ~ Emma Donoghue
Oda
Emma Donoghue
“Oda’da her türlü duygusal darbe var. Ama duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor....