“ONUN GÖKYÜZÜYDÜM. ONUN SONSUZUYDUM. BU YAŞAMIN TA KENDİSİYDİ ÖZGÜRLÜĞÜN NEFESİYDİ.”
Evera Alfen soğuk zindanda gözlerini açtığında işkence dolu günler onu bekliyordu. Düşman topraklarına sığınmakla suçlanırken en sevdikleri tarafından ihanete uğradığını anlamakta geç kalmıştı.
Yuva’nın kanlı tarihindeki yalanlarla yeniden yüzleşirken kırk yıldır süregelen düzene isyan etmenin cezasını biliyordu: İdam edilecekti.
Kardeşinin intikamını almak ve ölümündeki sır perdesini aydınlatmak için ona yardım eden adam, bir Vahşi olan Rans Kalt çok uzaklarda kalmıştı. Mavi gözlerindeki özgürlük umudunu, aşkını ve savaşçı ruhunu yitirmişti. Evera Alfen artık yapayalnızdı. Ya da öyle sanıyordu. Zincirini kıranların, kıvılcımı bir yangına çevirenlerin, İsyancılar’ın hikâyesi.
*
1. Bölüm
İhanete İtaat Et
“Başaramadın.”
Kaçışlar. Direnişler. Yaşamak uğruna verilen savaşlar. İntikam, dilimde acı bir tat… İhanetler, göğsümdeki sızı… Acıyan saç diplerim, ezilen elmacık kemiğim… Yoksa ezilen kalbim mi?
Uğultular zihnimi esir ediyordu. Göz kapaklarımı aralamaya çalıştım ancak fayda etmedi. Korkunç bir uğultu kulaklarımı sağır ediyordu. Parmaklarım şakaklarıma uzandı, dişlerimi sıkarken acıyla dudaklarımı araladım. Bir inilti, bir feryat dudaklarımdan kaçmak ister gibiydi. Ses çıkarıp çıkarmadığımı duyamadım.
“Ablacığım, kocaman bir adam olduğumda ben de senin gibi korkusuz olabilecek miyim?”
“Benim korkusuz olduğumu da nereden çıkardın, Zey?”
Gözlerini kocaman açıp gülümsedi. “Çünkü ben sana sarılınca masallardaki o devasa canavarlardan korkmuyorum! Eğer cesur ve korkusuz olmasaydın nasıl bu kadar güvende hissedebilirdim ki?”
Canavarların boyunu göstermek için koltuğa zıpladı, ellerini havaya kaldırdı ve kendisinin iki katı büyüklüğündeki bir canlıyı anlatmaya çalıştı.
“Bu kadarlar!” diye haykırdığında sırıtıyordum.
“Sen sadece beş yaşındasın,” diye homurdandım yerimden kalkarken. “Şu bilmiş cümlelerin beni öldürüyor. Canavarları nereden uydurdun?”
“Olven!” diyerek kaşlarını çattı. “Dün akşam arka bahçede sizi yalnız bırakmadığım için kızarak, ‘Canavarlar söz dinlemeyen küçük çocukları geceleri kaçırırlar,’ dedi.”
Olven’in sersemliğine iç çekerken Zey’in tepesine çıktığı koltuğa yaklaşıyordum. Bir adım, sonra bir adım daha… Küçük çocuk uzaklara dalmış, Olven’in kim bilir nasıl korkutucu bir ifadeyle anlattığı canavarları hayal ediyordu! Hiç beklemediği bir anda Zey’in bacaklarına doğru atıldım.
“Böh!”
“İmdat!” diye çığlık atarak kaçmaya çalıştı. Bacaklarına sıkıca yapışıp onu koltuğa devirdim, annem bu manzarayı görse kalp krizi geçirirdi çünkü koltuk çok eski olduğu için bizi defalarca üzerinde zıplamamamız konusunda uyarmıştı.
Kimin umurundaydı?
Çığlıklarıyla dikkatleri üzerimize çeken Zey’in ağzını parmaklarımla örttüm, sonra üzerine kapanıp onu gıdıklamaya başladım. Önce korkuyla beni itti, sonra gıdıklandığı için dayanamayıp kahkaha atmaya başladı. Biraz daha devam etseydim zavallı çocuk neredeyse çatlayacaktı!
“Era, Era, Era!” diye ellerimi itekledi. “Ne olursun, dur artık!”
“Isırmadan olmaz!”
“Abla, ben patates değilim!”
Cümlesiyle duraksadım, patates de nereden çıkmıştı? Zey’e baktım; gülmekten kıpkırmızı olmuş yanakları, iri gözleri, hızlıca kırpıştırıp durduğu upuzun kirpikleri, nefes almak için araladığı dudakları… Dünyanın en güzel erkek çocuğuydu.
“Haklısın,” diye fısıldadım gözlerimi kısıp. “Bir patates bu kadar şekerli olmaz. Yani seni daha çok yemeliyim.”
Dudaklarımı boynuna yapıştırınca yeniden kahkahalarla gülmeye başladı. Yanaklarını ısırıyor, boynunu öpüyor, karnını gıdıklıyordum. Nihayet geri çekildiğimde çok lezzetli bir yemek yemişim gibi dudaklarımı yaladım.
“Mmm, bayıldım. Birazını da geceye saklayayım.”
“Senden kaçacağım,” dedi hâlâ kıkırdarken. Uzanıp küçük bedenini koltuktan kaldırdım, kucağıma oturttum ve o bana bakarken tatlı yüzünü avuçlarımın içine aldım.
“Demek benden kaçacaksın,” dedim tek kaşımı tehditkâr bir ifadeyle kaldırarak.
Bana sataşmaya bayılıyordu. Gözleri yaramazca parladı. “Evet!”
“O zaman, seni canavarlarla korkutan Olven’den intikam almıyoruz demektir. Sen bilirsin, küçük adam…”
Hızla atıldı. “Alalım! Alalım!”
Savaşçı bir ifadeye bürünüp gözlerimi kıstım. “Şu yalancı insanlara bizi korkutmanın bedelini ödetelim.”
“Ya Olven canavarları çağırıp bizi öldürürse?”
Sesi titrer gibi oldu, daha sıkı sarılıp başını boynuma gömdüm. Saçlarına yumuşacık bir öpücük kondurdum, mis gibi kokusunu içime çektim. Ve eğilip kulağına fısıldadım.
“Dünyanın en güçlü canavarları bile gelse karşılarında beni bulurlar. Seni hepsinden koruyacağım. Kimse benim kardeşime dokunamaz!”
Kalbim küt küt atıyordu. Göz kapaklarımı hareket ettirmeye çalıştım. Acı şakaklarımdan başlayıp elmacık kemiklerime iniyor, çeneme doğru yol alıyor ve tüm kemiklerimi sızlatarak beni âdeta kilitliyordu.
Acı bir inilti dudaklarımdan kopuverdi. “Ah…”
Kimse yoktu. Sesim yankılandı ve bana döndü. Kirpiklerimden içeri sızan titrek ışık dünyamı aydınlatmaya yetmiyordu ancak bilincimin yerine geldiğini anlamaya başlıyordum. Kalbim kulaklarımı sağır eden gürültüsüyle göğsümde çırpınmaya devam etti.
Küt… Küt…
Göz kapaklarımın ardındaki Zey kayboldu.
Küt küt…
Karanlık bir orman bütün hayallerimi öldürdü.
Küt küt…
Yuvam bana sırtını döndü.
Küt küt…
Birimizin hayalleri gerçekleşti. Olven artık aç uyumayacak. O bir Gözcü.
Kalp atışlarım hızlandı. Ellerimi yumruk yaptım; tırnaklarım yığılıp kaldığım beton zemine sertçe sürtündü, canımı acıtana kadar orayı tırmalamaya devam ettim.
Küt! Küt! Küt!
Zey haklıydı. Olven canavarları çağırmıştı.
“Hayır!”
Çığlıklarla uyandığımda ışık artık titrek değil, netti. Her şeyi görüyordum, öyle iyi görüyordum ki dünyaya anlam verdiğim ilk an, şahit olduğum büyük yıkım beni şoka uğrattı. Yakalanmıştım. Olmaması gereken en korkunç şey olmuştu: Tuzağa düşmüştüm.
Uyandığım yerde çaresizce etrafa bakarken sesim duvarlara çarparak yankı yapıyordu.
“Yapamaz!” dedim dudaklarım tir tir titrerken. “Yapamaz! Bunu bana yapamaz!”
Başımı iki yana sallıyordum. Dağılmış saçlarım, tutamlar hâlinde önüme düşerek yüzümü kapatıyordu. Sarı perçemlerimi geriye atıp çabucak doğruldum, kanım çekilmiş gibiydi. Dehşet kazanları benim için kaynıyordu, biri beni çırılçıplak soyup o kazanlara atmıştı. Ürküyordum; betonlar üzerime üzerime geliyor, hapsedildiğim bu mahzende beni boğmak istiyordu. Son yaşanılanları hayal meyal hatırlıyordum. Kollarımdan tutulup sürüklendiğim, bir çöpmüşüm gibi buraya fırlatıldığım o anları… Dudağım sızladı, parmaklarım istemsizce oraya dokununca yaramı fark ettim. Öyle büyük bir kaostu ki suratıma ne zaman saldırıldığını hatırlamıyordum. Bir aynam yoktu ancak yüzümün ne kadar şiştiğini tamamını açamadığım gözlerimden anlayabiliyordum.
Sonra acıyan yer dudaklarım olmaktan çıktı. Bir anda kalbim sıkışıverdi.
“Rans,” dedim ağlarcasına.
Kaçmış mıydı? Parmaklarım ağzımı kapatırken hıçkırıklarla sarsılarak ağlamamak için kendimi tutuyordum. Düşünceler zihnimi işgal ediyor, kötüyü fısıldıyordu.
Rat yaralıyken ve bedeni öylesine ağırken nasıl kaçabilirlerdi ki? Yakalanmışlarsa ne yapacaktım? Üstelik bunu öğrenmemin bile bir yolu yoktu. Artık ben de hapistim.
“Çıkarın beni buradan!” diye haykırdım boğazım yırtılırcasına. Bir anda ayağa fırladım ve üzerime kapattıkları demir kapıyı tekmeledim. Her yerim acıyordu ancak içinde bulunduğum durum kalbimin acısından vahim değildi.
“Çıkarın beni dedim! Açın şunu!” diye haykırdım.
Yumrukladım, tekme attım, küfürler savurdum. Bağırmaya devam ettim. Ancak sesim benden başkasına duyulmuyordu. Bana sağır olmuşlardı.
“Çıkarın,” dedim dakikalar sonra, sesim güçsüz bir fısıltı hâlini alırken. “Çıkarın beni.”
Ellerimle yüzümü kapattım; sırtımı uzun, demir parmaklıklara dayayıp yavaşça yere çöktüm. Büyük bir karmaşanın içinde yapayalnızdım. Sonunu göremediğim o denize, yüzme bilmediğim hâlde çok yüksekten atılmıştım. Kendi ellerimle bir uçurum yaratmış, sonra onun ucunda asılı kalmıştım.
İnandıkları her şeyi öldürmüştüm. Bu bir yıkım değildi, idamımın kendisiydi. Bunu nasıl yapmıştım?
Ben Öncü İles’i öldürmüştüm.
“Alın şunu oradan!”
Duyduğum gaddar sesle yerimden sıçradım. Biraz ileride gölgeler görüyordum. Nereye kapatıldığımı bilmiyordum. Işık çok azdı. Görüntünün devamında sadece korkutucu bir karanlık vardı.
Anahtarların birbirine çarpma sesini işitiyordum, giderek yaklaşıyorlardı. Belki de sesimi duymuşlardı.
“Acele et!” dedi aynı otoriter ses yeniden.
“Ediyorum, efendim.”
Sonra onları gördüm. Çöktüğüm yerden yavaşça kalktım, üzerime kapatılan demir parmaklıklara sıkıca tutundum. Yüzlerini seçebildiğim ilk an dudaklarım aralandı.
En önde o vardı. Dostum, arkadaşım, hayatım boyunca sırtımı korkusuzca göğsüne yaslamaktan bir an şüphe duymayacağım can yoldaşım: Olven.
Suratı bembeyaz olmuştu, orada hiçbir ifade barınmıyordu. Biri ondan duygularını çekip almıştı. Ben yokken ona ne yapmışlardı?
Kalbim acıyla çarptı; yapabilseydi bambaşka bir şekil alır, acıya bürünürdü. Ritmi, onun her adımıyla yavaşladı. Acıdan başka hiçbir duyguya yer kalmadı. Bu adamın ihanetine bu kadar yakından tanık olmanın ruhumda yarattığı infial, bana attığı her adımda beni yeniden öldürdü.
Sonra minik Zey yeniden kulağıma fısıldar gibi oldu: Olven canavarları çağırdı, abla.
“Açın zindanı.”
Konuşan Celesa’ydı. Bu kadın, Seçkinlerin önde gelen isimlerinden biriydi. Onu en son gördüğüm zamanı anımsamaya çalıştım. Sanki yıllar önce yaşanmış gibi hissettiren bir anıydı. Taşlık Meydan’daydık. İles konuşma yapmadan önce hemen ön tarafında bekliyorlardı, bize Hürmet Töreni’nin öneminden söz edeceklerdi. Hayır, bu zaman dilimi yıllar gibi geçen bir aydan ibaretti.
Kadın, tok sesiyle emrettikten sonra dolgun dudaklarını bir çizgi hâline getirip susmuştu. Koyu kahverengi saçlarını her zamanki gibi tepesinde toplayarak sımsıkı bir atkuyruğu yapmıştı. Kalın ve biçimli kaşları, sivri yüz hatlarına uygun olarak çatıktı. Kalkık burnunun kanatları öfkeli nefesleriyle büyüyüp küçülüyordu. Aynı anda hem çok güzel hem de çok acımasız görünüyordu. Bakışları yavaşça gözlerime değdiğinde kahverengi hiç bu kadar gaddar görünmemişti.
Olven elindeki anahtarlardan en büyüğünü deliğe soktu. Hemen yanındaki iki Gözcü, emirleri yerine getirmek için hazırda bekliyordu. Zindanın kapısını açtılar. Parmaklıklı kapıları dışarı doğru açtıkları an, kaçma ihtimalimi düşünen diğerleri içeri koştu.
Ben daha ne olduğunu anlayamadan üzerime çullandılar. İki kişi beni kollarımdan sıkıca tutup dizlerimin üzerine çökmemi sağladı. Olven kapının ağzında ruhsuz bakışlarıyla öylece dikilmeye devam ediyordu. Zaten yaralı olan bedenim daha çok acırken onun bana bakmasını ve çektiğim acıya ne tepki vereceğini görmek istedim. Koşulsuzca sığındığım o sıcak gözlerde arta kalan tanıdık bir hisse rastlamak istedim. Bulamadım.
Olven bana bakmadı. Yeni bir emir için öylece beklemeye devam etti.
“Onu kaçırırsanız sizi gebertirim.”
Celesa dişlerinin arasından tısladıktan sonra içeri bir adım attı. Uzun bacaklarını sımsıkı saran dar bir pantolon giymişti, kumaş o yürüdükçe parlıyordu. Tamamen içeri girdi, daracık alanda dört kişiydik. Ben, beni kollarımdan sertçe tutup canımı yakmaktan çekinmeyen iki Gözcü ve tepemde bekleyerek gözlerini bana diken kadın.
“Yuvana hoş geldin,” dedi dolgun dudakları usulca kıvrılırken.
Başımı kaldırıp sadece ona baktım, yüzündeki kindar ifade bugünü çok hayal ettiğini haykırır gibiydi. Dudaklarının alaycı kıvrımı, hafifçe havaya kaldırdığı kaşları, yapabilseydi beni defalarca bıçaklamak isteyen gözleri… Aç bir yırtıcının, savunmasız bir hayvana iştahı kabarmış bir şekilde bakışını anımsatıyordu bana.
Bir şey söylemediğimi görünce hafifçe diz çöküp bana doğru eğildi.
“Konuşmayacak mısın, aptal kız?” diye sordu.
Yine cevap vermedim. Gülüşü yavaşça soldu, dilini dudaklarında gezdirdikten sonra dişlerini sıktı, yeniden öfkeyle bana yöneldi.
“Nasıl hayatta kaldın?” diye sordu. “Bize ihanet edip düşmanlarımıza sığınarak mı?”
Gözlerim alev alevdi. Yalnızca yutkundum. Rans ya da ailesiyle ilgili bir şey söyleyecek diye ödüm kopuyordu. Onca darbeden sonra abisi Rat’ın hayatta olup olmadığını bile bilmiyordum, belki de yolda kan kaybından ölmüştü. Bu düşünce kalbimi sızlattı. Göğsüm sıkışır gibi oldu ancak karşımdaki kadının bunu anlayabileceği bir ipucu vermedim.
Yeminliymiş gibi konuşmamaya devam ettim.
“Sana söylüyorum!” diye haykırdı, dayanamayıp patlamış gibiydi. Ayağa kalktı, saçlarımı sıkıca tuttu, başımı geriye doğru eğdi ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Nefesi suratıma çarpıyordu.
“Vahşilerle birlik olduğunu itiraf edeceksin!”
Öyle bağırıyordu ki sanki boğazı yırtılacaktı. Öfkelendikçe saçlarımı daha sıkı kavradı, canım o kadar acıyordu ki gözlerim yaşardı. Yine de ona istediğini vermedim. Çenemi kapalı tutup dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, saç diplerim acıdan uyuşmaya başlasa da çıtımı çıkarmadım.
“Demek öyle!” dedi beklediğimden daha erken pes ederek.
Saçlarımı bir anda bıraktığında başım öne düştü. Uyuşma hızla geçmeye başlarken gözlerimi sıkıca kapattım, aç oldukları manzaranın bir parçası olmamak için direniyordum. Hayır, kaybettiğimi düşünmemeliydiler.
Geriye doğru iki adım attı. Geldiği andan beri zindanın girişinde öylece duvara bakan Olven’e seslendi.
“Buraya gel, Gözcü.”
Olven bir an bile beklemedi, sadece emirlere odaklanmıştı. İçeri hızlı adımlarla girdi ve itaat ettiği Seçkin’in karşısında başını öne eğip bekledi. Celesa denilen kadın bu tutumdan memnundu, dudakları kıvrılırken göz ucuyla bana baktı. Bu manzara bana binlerce tokat yemişim gibi hissettirdi. Yuva’daki gençler… Evet, hepimiz Gözcü olmak istemiştik ancak şimdi görüyordum ki benim hayalim bu değildi.
Benim hayalim hiçbir zaman bu olmamıştı. Bu, kölelikten başka bir şey değildi.
“Sen onun arkadaşıydın, değil mi?”
Kadın bu soruyu sorarken bilmediğim bir sebepten gülümsüyordu.
“Ben bir hainin hiçbir şeyi olamam, efendim.”
Kelimeler kalbime saplanırken Celesa, “Haklısın,” diye tok sesiyle onayladı. “Kimse olmamalı.”
Sonra dönüp bana baktı. Beni kışkırtmaya çalışıyor, konuşmama konusunda hâlâ ısrarcı mıyım diye kontrol ediyordu. Benim yüzümde ise hiçbir değişiklik yoktu. Yıllarımı verdiğim dostumun beni nasıl terk ettiğini boş gözlerle izliyordum. Karşılarında ağlayacak değildim.
“Yani artık ona herhangi bir bağ hissetmiyorsun, doğru mu anlıyorum?”
Olven bir an bile duraksamadan bağırdı. “Asla, efendim!” Sonra iğrenir gibi bir ifade takındı, adımı anmaktan nefret ettiğini gördüm. “Onu dün gece kıskıvrak yakaladığımda başka bir ispata gerek kalmadığını görmüş olmalısınız.”
Kadın onu onaylarken sesinde takdir vardı. “Bizi gururlandırdın.”
Sonra bana bakmadan Olven’e başıyla işaret etti. “Geç hadi. Bakalım sana ne kadar dayanabilecek.”
Sonrası hızlı gelişti. Yanımdaki Gözcüler omuzlarıma daha sıkı bastırdılar, ezileceğim zannettim. Bir yandan da kuvvetli tutuşlarıyla kollarımı geriye doğru kıvırıyorlardı. Etimle, kemiğimle, her zerremle müthiş bir acı duyuyordum.
Olven tam karşımda durdu. Buradan kaçtığım günden beri hatıralarımda bir sır gibi sakladığım, unutmamak için çok direndiğim o güzel gri gözleriyle gözlerimin içine baktı. Kıvırcık saçları alnına ve kulaklarının üstüne doğru dağılmıştı, vücudunu olduğundan daha iri gösteren kalın bir yelek ve siyah, bol bir pantolon giymişti. Bu hâliyle tam bir Gözcü’ydü. Benim biricik Olven’im değildi.
Artık ondan iz yoktu.
“Bana bak,” dedi. Konuştuğunda sesinde en ufak bir titreme yoktu. Ben ise onun aksine hemen şuracıkta yere kapanıp ağlamak üzereydim. Benimle konuşuyordu, bu ses onundu ancak ruhu artık onun değildi. Bu bir başkasıydı.
“Onlarla iş birliği yaptın mı?” diye tükürürcesine sordu.
Az evvel Celesa’dan gördüğü gibi üzerime eğilmiş, bekliyordu. Gözlerinde hiçbir duygu yoktu. Değil sevgi, herhangi birine en ufak merhamet kırıntısı duymuyor gibiydi. Cevap vermediğimi görünce beklemediğim bir şey yaptı.
Çekip gitmedi. Bana sert bir yumruk attı.
“Ah!”
Dudaklarımdan acı dolu bir yakarış koparken başım sağa doğru düştü, dün patlamış olan dudağım yeniden kanamaya başladı. Hızlı hızlı soluklanmaya çalıştım, beynim yaşadığımız anı idrak etmekte zorlanıyordu.
Olven bana vurmuştu.
“Sen…” dedim hayal kırıklığıyla.
Beklemedi, uzanıp çenemi sertçe tuttu. Canımın acısı arttı ama bunu biraz bile umursamadı. İyice üzerime eğildi, yüzü yüzüme çok yakındı. Hızlı nefeslerimi, kapıldığım dehşeti yakından görüyor, hayal kırıklığıma anbean şahit oluyordu. Ama sanki kalbini sökmüşler ve oraya sert bir taş koymuşlar gibi hissizce suratıma bakmaya devam ediyordu.
Çenemdeki parmaklarını dişlerime doğru bastırdı, istesem de konuşamazdım.
“Sana sordum,” dedi korkunç bir fısıltıyla. Öfkeyle yanan gözlerini kısıp yanıtımı bekledi. “Onlarla iş birliği yaptın mı?”
İçerideki herkes nefesini tutmuştu. Celesa aç bir köpek gibi salyalarını akıtarak bekliyordu. Olven’in bana vurmasından müthiş bir haz almıştı, suratından anlaşılıyordu. Yanımızdaki Gözcüler de onunla aynı durumdaydı. Hepsi intikam istiyordu. İtaat ettikleri insanı öldürdüğüm gibi ben de öleyim istiyorlardı.
Konuşmadan önce onun gözlerine bakıyordum. Arkamda bir dağ gibi durduğunu zannettiğim, geride bıraktığım gün karanlık bir kuyuya dönüşmüş Olven’in gözlerine… Eski dostuma bakıyordum. Kaybettiklerime bakıyordum.
Korkunç sessizliği böldüm. Bakışlarım bitkin, bedenim dermansızdı ancak sesim bir an bile titremedi.
“Zey’i öldürdüklerinde yalnız senin kollarında ağlamıştım.”
Donakaldı. Nefesleri yavaşladı, çenemi sıkıca tutan parmakları gevşedi. Aralık dudakları bir nefes ötemdeydi, öylece tutulup kaldığını görüyordum. Ağzımdan çıkan cümleler önce benim dilimi yaktı, sonra bir zehir olup onun kalbine aktı. Bana nasıl bir adilik yaptığını kulaklarıyla duysun istemiştim.
“Keşke bu şerefsizliği bana bir başkası yapsaydı,” diye fısıldadım. “Göğsüne sığındığım sen değil.”
Soğuk mahzenin duvarları yalnızca bana değil, onlara da dar oldu. Benden her şeyimi alabilirlerdi ancak düşüncelerimi değil… Beni istedikleri kadar bağlayabilirlerdi ama sözcüklerimi hapsedemiyorlardı.
Olven’in anlık bir şok yaşadığını gören Celesa öfkeyle yanımıza geldi.
“Çekilin!” diye bağırırken suratı kıpkırmızı olmuş, şah damarı belirginleşmişti. Kardeşimin adını anmam hiçbirinin hoşuna gitmiyordu.
Çünkü suçlulardı. Hissediyordum. Sadece hissetmiyordum. Artık biliyordum.
“Ne dikiliyorsun öyle karşısında? Çekil dedim, aptal!”
Olven’i ittiği an çocuk kendine geldi, sanki zihnindeki büyük bir savaşın fitilini ateşlemiştim. Geriye doğru sarsak adımlar attı, Seçkin Celesa etrafa hiddetli emirler yağdırırken mahcubiyetle başını eğdi.
“Çok özür dilerim, efendim.”
“Çıkın dedim! Bu hainin yanına kimse yaklaşmayacak!”
Herkes telaşla zindandan çıkarken Celesa korkusuzca yanımda dikilmeye devam etti. Diz çökmüş hâlde beklemeye devam ediyordum. Başımı kaldırmıştım, gözlerimi gözlerinden çekmiyordum.
Kolumdan tutup beni sertçe kaldırdı, ona saldıracak gücümün kalmadığının farkındaydı. Oysa benim aksime kusursuz görünüyordu. Dinçti, sadece gözleri bile milyonlarca tehdit vadediyordu. Sımsıkı topladığı saçının tek bir teli bile isteği dışında havalanmamıştı, tüm hareketleri olağanüstü derecede kontrollüydü. Kolumu sıkıca kavradığında gücünü yeniden hissettim.
Benim yorgun bedenimin ise hiçbir şeye mecali kalmamıştı.
“Daha erken ölmek istemiyorsan o çeneni kapalı tutacaksın,” dedi dişlerinin arasından.
Uzun kirpiklerinin gölgelediği gözleri alev alevdi, beni duvara itip vücudumu yapıştırdı. Hareket etmedim, benden böyle ürktüklerini görmek hoşuma gidiyordu.
“Ya tutmazsam?” diye sorarken meydan okuyordum, tek kaşımı kaldırdım ve sinir bozucu bir şekilde gülümsedim.
“Sonuçlarına katlanırsın.”
Beni duvara sertçe itip kolumu bıraktı. Baştan aşağı süzdü, mahvolmuş hâlime baktı. Kurumuş kanın yapışıp kaldığı yırtık kıyafetlerim, dağılmış saçlarım, bitkinliğimin belli olduğu yüzüm… Ne gördüğünü hayal edebiliyordum.
Başını iki yana sallarken bana acıyor gibiydi. “Kendi ellerinle hayatını bitirdin. Yolun sonundasın, burası son durak. Hâlâ cesur taklidi yapman beni güldürüyor.”
Gülümsemem büyüdü. Ona doğru bir adım attım, dip dibeydik.
Fısıldadım. “Gerçekten cesur olma ihtimalim hepinizi titretiyor, değil mi?”
Duyduklarından hoşlanmadı ancak bunu belli edecek bir şey yapmadı. Yalnızca aşağılayıcı ifadesiyle bana bakmaya devam etti.
“Kimsin ki?” Başını hareket ettirmeden beni şöyle bir süzdü. “Artık hiç kimsesin. Bu hayatta kaybetmeye mahkûm edilmiş bir hiç kimse.”
Tek kaşımı kaldırdım. “İnsanlar bana inanmaya başladıklarında kimin esas kaybeden olduğunu seyredeceğiz.” Cümlelerim onu korkutmaya devam ediyordu, bu defa duygularını iyi maskeleyemedi. Öfkeyle bir nefes verdi, kulağıma doğru eğildi. Konuşurken sesi çok acımasız çıkıyordu.
“Ama hiçbir şey kaybettiklerini yerine getirmeyecek. Tıpkı kardeşin gibi.”
Sanki biri dünyamı durdurdu ve tüm ışıklarımı söndürdü. O an sadece karanlık bir gecede, karanlık bir odada, kan kokusuyla kalakaldım. Bu korkunç ızdırap üç saniye sürdü. Her saniyesi yaşadığım yılları çürüttü, mutlu anlarımı yok etmeye yetti.
Dişlerimi sıktığımda geri dönüşü olmayan bir kıyametin eşiğindeydim, o pis ağzı hiç anmaması gereken bir şeyi telaffuz etmişti. Bu beni çıldırtmaya yetti.
Beklemediği bir anda parmaklarım boğazına sarıldığında Celesa şaşkınlığa uğradı ve tepki veremedi. Onu zindanın parmaklıklarına sürükleyip kafasını demirlere çarpmam bir dakikamı bile almadı, parmaklarım nefesini kesmek için tüm kuvvetimle derisine geçerken boynunu parçalayacağımı zannettim.
Gırtlağından yardım istercesine çıkardığı seslerin hiçbiri çığlığa dönüşemedi. Tüm gücümü kaybettiğim bir anda böyle ani bir saldırı beklemiyordu. Fakat ben, onun tahmin edemeyeceği kadar hararetli bir ateşten arta kalan küldüm. Yeniden alevlenmem için şöyle bir üfürmeleri yeterdi.
Zey’in anısından uzak durmayı öğreneceklerdi.
“Ya-yardım!”
Kısa bir an parmaklarım gevşeyince boğazındaki kırmızı izleri gördüm. Eliyle zindanın kapısına yumruklar atarken parmağındaki metal yüzüğün aniden çıkardığı tiz ses yankılandı. Bu ses onun kurtuluşu oldu. Ben nefesini kesmiş, onu öldürmeye bir adım uzakken koşan adımların sesini işittim.
Gözcüler üzerime çullanmadan bir saniye önce Celesa’ya fısıldadım. “İkincisi olursa bu kadar merhametli olmam.”
Kaç kişi olduğunu sayamadığım bir grup beni yere yığarken Celesa deli gibi öksürüyor, öksürdükçe suratı mosmor kesiliyordu. Hâlâ nefes alamadığını görmek çektiğim acılara rağmen bana iyi geldi, üzerimde yüz kiloluk bedenler olmasaydı gülümserdim.
Biri kadının ağzına su şişesini dayarken diğeri koluna girmişti. O ise kendine gelebildiği ilk an çevresindekilere haykırdı.
“Aptallar! Beni öldürecekti!”
“Efendim, siz çıkın dediğiniz için…”
“Kes sesini!”
Tökezleyerek ayağa kalkıp yanıma geldi. Kollarım, başım ve bacaklarım sıkı eller tarafından tutulmuştu. Öfkeli kadın karnıma sağlam bir tekme atınca iki büklüm olup acıyla kıvrandım ancak bu bile beni bayıltmaya yetmedi.
Son kalan umudumla ayaktaydım, bunu biliyordum.
“Bu burada bitmedi. Seni mahvedeceğim.”
Sesi hâlâ pürüzlüydü, arkasını dönüp giderken peşinden bir sürü insan koştu. Başımda kalanlar ise onların çıkmasını bekledi. Benden iyice ürkmeye başladıklarını çaresiz bakışlarından anlıyordum.
“Ne yapacağız?”
“Aç ve susuz bırakmamızı istediler.”
“Hain sürtük.”
Diğeri suratıma gaddarca baktı. “Daha fazlasını hak ediyor.”
Beni sertçe bırakıp zindanın demir kapısını üzerime kilitlerlerken küfretmeye devam ediyorlardı. Sıcak yuvama dair zihnimde kalan son anılar da bununla beraber silinip gitti. Gerçekler, onları ayırt edebileyim diye öylece ortada duruyordu. Soluk soluğa yerde yatıyordum, beton zemine yapışan yanağım üşüyor ve acıyordu. Sanırım oraya da bir darbe almıştım ancak hangi ara olduğunu hatırlamıyordum.
Kalkacak dermanım bile yoktu, soğuk bir yorganın altına girmişim gibi üşürken öylece uyuyakaldım.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Roman (Yerli) Romantik
- Kitap AdıUnutulmuş Kuşlar Göğü 2
- Sayfa Sayısı400
- YazarK. Kübra Berk
- ISBN0117000031
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Ciltli
- YayıneviEphesus / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babam Hz. Muhammed (Asm) ~ Nuriye Çeleğen
Babam Hz. Muhammed (Asm)
Nuriye Çeleğen
“Üzüntüye uğrayan beni hatırlasın!” buyurmuştu Babam. Üzüntüde Muhammedî (asm) sır vardı. İnsana en çok üzüntü anında uzanırdı Muhammed’in (asm) eli… Babamın parçasıyım… Hayatımın hepsine...
- Sevda Karası ~ Rabia Gümüş
Sevda Karası
Rabia Gümüş
Ortak bir operasyon, bir asker ve bir polisi yıllar sonra aynı odanın içinde buluşturdu. Sevda, yıllardır âşık olduğu adamın onu fark etmesini sağlamak için...
- Sevgilinin Geciken Ölümü ~ Murat Gülsoy
Sevgilinin Geciken Ölümü
Murat Gülsoy
Hazır yanıtların değil soruların yazarı olmayı seçen Murat Gülsoy, Sevgilinin Geciken Ölümü’nde aşkın büyübozumuna kalkışıyor. Bu Kitabı Çalın’dan tanıdığımız gazeteci Cem, bitkisel hayata girmiş...