Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çapraz Ateşte Bir Kadın – Suriye Devrim Günlükleri
Çapraz Ateşte Bir Kadın – Suriye Devrim Günlükleri

Çapraz Ateşte Bir Kadın – Suriye Devrim Günlükleri

Samar Yazbek

Artık her Cuma bir başka isimle sokaklara dökülüyordu Suriye; Değer, saygınlık, itibar Haysiyet Cuması’nda yankı buldu. Dayanmak zorundaydı halk, Metanet Cuması‘ndan güç aldı. Ve…

Artık her Cuma bir başka isimle sokaklara dökülüyordu Suriye; Değer, saygınlık, itibar Haysiyet Cuması’nda yankı buldu. Dayanmak zorundaydı halk, Metanet Cuması‘ndan güç aldı. Ve direniş sürmeliydi; Sebat Cuması’nda namluya karşı durdu. Tüm kıyıma rağmen dik durmalıydı; Meydan Okuma Cuması’nda sesini yükseltti. Rejime söylenecek tek söz kalmıştı onlar için; Defol Git Cuması’nda yükseldi.

Suriyeli gazeteci yazar Samar Yazbek, yüz gün boyunca sıcak çatışma altında yaşadıklarını, gözlemlediklerini ve hissettiklerini yazdı, Çapraz Ateşte Bir Kadın adıyla yayınladı ve PEN Cesaret Ödülü’ne layık görüldü.

“Samar Yazbek, 15 Mart 2011’de devrimin başlamasından çok önce, cesur eylemlere girdi. Bu durum, Esad’la doğrudan karşı karşıya gelmesine yol açtı. Yazbek, hiç tereddüt etmeden protesto hareketine katıldı. Ama onun bu gözü pekliğinden daha etkileyici olan, kendi mezhebine, Alevîlere, Suriye’nin yönetici azınlığına karşı takındığı tavırdır. Hayatı için asıl tehlikeyi yaratan da onlara karşı sergilediği bu duruş olmuştur.”
Rafik Schami

“Kitap, korkunç cepheleşmeyi en acı ayrıntılarla tasvir ediyor.”
New York Times

“Çapraz Ateşte Bir Kadın, isyanın ilk dört ayında yaşanan kâbusu sıcağı sıcağına anlatan bir günlük.”
The Guardian

“Suriye devriminde ne olup bittiğini anlamak için aktivist Samar Yazbek’e kulak vermelisiniz.”
Washington Post

“Suriye’de yaşanan katliam sizi rahatsız ediyor mu? Bu krizin perde arkasını görmek sizi ümitsizliğe mi sürüklüyor? Samar Yazbek’i okuyun.”
Le Monde

***

Önsöz

Bazen gerçeklik, hayal ürünü bir öyküden bile umulmayacak kadar fantastiktir. Hünerli bir belgesel yapımcısı, iyi bir kameramanın da yardımıyla, bir hadiseyi sinema filmlerini gölgede bırakacak, üstün bir yapıma dönüştürebilir. Kurgusal olmayan, şairane ama gerçek bir anlatı yaratmaksa daha zordur; çünkü yazarın elindeki yegâne yaratıcı araç, kelimeleridir. Yazarların çok azı bu meziyete sahiptir. Samar Yazbek bunlardan biri.

Bu Suriyeli yazar ve film yapımcısı, tam yüz gün boyunca ülkesindeki devrimi yakın plandan ve bizzat belgeledi . Bununla da kalmadı, bu devrime aktif bir biçimde katıldı. Günler ve saatler boyunca yaşadıklarını, hissettiklerini ve düşündüklerini, koşullar elverdiği anda çarpıcı ve güçlü bir dille kâğıda döktü. Güçlü, çünkü çevresini kuşatan onca vahşi cinayete, ölümlere, ölmekte olanlara; kendisinin ve kızının can güvenliğine dair endişelerine, güvenlik güçleri tarafından hırpalanmasına ve sorgulanmasına rağmen şiirsel bir dille yazdı. Samar Yazbek’in refakatindeki bu sahici intifada deneyimini, okura, kendini bir posa gibi, boğuluyormuş gibi hissetmeksizin yaşatan da zaten bu şiirsel ifadedir.

Daha önce de belirtildiği gibi Samar Yazbek aktif bir tanık. Aslında o, yaralı göstericilere yardım ederken ya da ana babaları gözaltına alınmış çocukları avuturken, kendi hayatını tehlikeye atıyordu. Ama onun bu gözüpekliğinden daha etkileyici olan, kendi mezhebine, Alevîlere, Suriye’nin yönetici azınlığına karşı takındığı tavırdır. Hayatı için asıl tehlikeyi yaratan da, onlara karşı sergilediği bu duruş olmuştur. Kendi memleketinde bir hain olarak damgalandı. Şebbiha¹ denen rejim beslemesi cinayet şebekelerinin peşine düşmesi için yakılan yeşil ışıktı bu. Şebbiha, küçük bir ücret karşılığında rejimin pis işlerini yapan katiller, sabıkalılar ve paralı askerler gürûhudur. Gözlerini kırpmadan adam öldürürler. Samar Yazbek, azami önlemle yoluna devam etmek zorundaydı. Sokakta attığı her adımın, son adım olabileceğini biliyordu.

Peki bu sıradışı kadın, hali vakti yerinde bir Alevî ailesinin sunduğu onca güvenceyi elinin tersiyle itip Suriye’nin mazlumlarıyla dayanışma içinde olduğunu ilan edecek cesareti nereden buldu? Ailesinin yaşadığı düş kırıklığı, kitabın her sayfasında elle tutulur derecede aşikâr. Samar Yazbek, 1970 yılında, saygın bir Alevî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi; yani Esad’ın babasının, kendi şürekâsını bir darbeyle devirip, aşiret ve dini mensubiyetler üzerine kurulu, eşi benzeri görülmemiş bir diktatörlük kurduğu yıl. Böylece bir zamanların hayat ve enerji dolu ülkesi Suriye, Esad ailesinin çiftliğine dönüştü. Bir başka deyişle Samar Yazbek, şu an mevcut olan dışında hiçbir yönetim sistemiyle tanışmamış bir jenerasyonun üyesidir. Kısa öyküler ve senaryolar yazdı (devlet televizyonu için de), belgesellere imza attı. Sınırları ihlal edip, kuralları hiçe sayarak kurguladığı yasak aşkları, rüşvetçi politikacıları, kendi aşireti içinde yaşanan riyakârlık ve klostrofobiyi konu alan romanlarıyla ünlü oldu. Suriye’nin profesyonel ahlak bekçileri, onun romanlarına yönelik eleştirileri hiç esirgemedi, ama ayrıcalıklıydı, dolayısıyla da cezalandırılmadı.

Samar Yazbek, bir feminist ve kültür eylemcisi. Ailesi ve ailesinin kendisine sağladığı bağlantılar sayesinde başkalarına nasip olmayan bir özgürlüğe sahip olduysa da, bu onun gözlerini kamaştırmadı. 15 Mart 2011’de devrimin başlamasından çok önce, cesur eylemlere girdi. Suriye’nin zayıf ve haklarından mahrum edilmiş insanlarına gösterdiği duyarlık ve dayanışma, Esad’la doğrudan karşı karşıya gelmesine yol açtı. Samar Yazbek hiç tereddüt etmeden protesto hareketine katıldı.

Esad rejimi, romanlarına yasadışı erotik pasajlar serpiştiren bir yazara seve seve göz yumuyordu; Suriye’de yönetici sınıf hiçbir zaman açıktan açığa mütedeyyin olmadı. Alevî cumhurbaşkanının, Emevi Camisi’nde, Şam’daki Büyük Cami’de Sünnî müftünün arkasında namaza durması, riyakârlıktan başka bir şey değildi. Emevilerin, Hz. Muhammed’in damadı olan ve Alevîlerin ismini aldıkları Hz. Ali’nin ezeli düşmanları olduğu bilinir; hiçbir Alevî bu protestoya prim vermedi. Entelektüellerin de harekete geçmesiyle durum çok daha ciddi bir hal aldı. Bu, rejimin doğrudan tehdit altına girmesi demekti ve söz konusu entelektüeller bir de Alevî azınlığın mensubuysa, içeriden gelen bir eleştiri olarak, bir anda çifte tehdit haline geliyorlardı. Bir Alevînin, rejime sadakatini ilan etmek dururken muhalefet taslaması halinde, çok daha acımasızca cezalandırılması beklenir. Dolayısıyla Samar Yazbek, bütün ayrıcalıklarını kaybetti ve bir hain olarak damgalandı.

Samar Yazbek’in konumunu doğru değerlendirebilmek için Suriye diktatörlüğüne daha yakından bakmak gerekir. Esad aşireti yirmi milyon Suriyeliyi kilit altında tutmaktadır ve liderleri Beşar Esad’ın kendisi, kendi sisteminin tutsağıdır. Ne zaman reformlardan söz etse, yalan söylüyordur. Zevk için değil, lütfen unutmayın, elinden başka bir şey gelmeyeceği için. Çünkü reform yolunda atılacak ilk adım, güvenlik servisinin on beş şubesinin birden dağıtılmasını, yüz bin siyasi mahkûmun salıverilmesini ve dört bini aşkın masum insanı katleden canilerin cezalandırılmasını gerektirecektir. Bunlar yapılmadan, ücretlerin yükseltilmesinden ve sağlık sisteminin iyileştirilmesinden söz etmek saçma olur. Ne var ki güvenlik servisinin feshedilmesi, rejimin derhal devrilmesi anlamına gelir.

Esad, defalarca ordu güçleriyle onlara bağlı keskin nişancıları şehir ve kasabalardan geri çekme vaadinde bulundu. Ama bu talimatın verilmesinden bir saat sonra, söz konusu kasaba ve şehirlerin devrimcilerin denetimine geçeceğini gayet iyi bildiği için sözünde durmadı. Hiç de küçümsenmeyecek sayıda tank ve keskin nişancının hâlâ gereken konumda durmasının nedeni de budur. Reformları hayata geçirmek için on bir yılı vardı ama babasının yarattığı adaletsizlikte zerre kadar değişiklik olmadı. Şimdi birkaç hafta içinde bu reformları uygulaması nasıl mümkün olabilir? İmkânsız.

Arap diktatörleri birer kahraman olarak doğduklarına inanırlar. Kendilerini dünyaya getirdikleri için anne babalarına tapar ve onları yüceltirler. Sonsuza kadar yönetmenin kendileri için bir kader olduğuna inanırlar ve öldüklerinde, bu bir hastalık sonucunda da olsa, Esad’ın babasının durumunda olduğu ya da kardeşi Basel’in başına geldiği gibi bir araba kazasıyla da olsa, birer aziz olarak gömülürler.

Esad, Saddam Hüseyin, Kaddafi ve Yemenli Ali Salih, hepsi çocuklukları boyunca, içinde bulundukları umutsuz bir yoksulluğun ve kötü eğitimin üstesinden geldiler. İktidara gelmek için şeytanla pazarlığa oturdular. Devleti yıkıp onun yerine, uzaktan bakıldığında tuhaf bir biçimde ona çok benzeyen başka bir şey inşa ettiler: Kendi vatandaşlarının boyun eğdirmesini sağlayan mafyavari bir iktidar ağı. Bütün iktidar koltukları kardeşlere, kuzenlere, kayınbiraderlere ya da damatlara dağıtıldı. Eğer aşiret yeterince geniş değilse, dost aşiretlere, komşulara ve çocukluk arkadaşlarına kement atıldı. Bu yozlaşmış iktidar piramidi işte böyle, katman katman inşa edildi. En altta ise halk kaldı. Böylesi bir rejim iktidarda kaldıkça, halkın üzerindeki eziyet yükü arttı, karşı saldırılara direnme noktasında daha donanımlı bir hale geldi. Esad rejiminin kanlı yönetimi kırk yıldır devam ediyor. İlk jenerasyon yaşlandı, saçları ağardı ve şimdi yerini aşiretin ikinci, üçüncü jenerasyonuna bırakıyor.

Bununla birlikte, Beşar Esad’ın babası, Alevîlerin sonsuza kadar iktidarda tek başına kalamayacağı gerçeğini göz ardı etmeyecek kadar zekiydi. Bu nedenle Sünnîlere de toplum içinde belli menfaatler sağladı, ekonomiden pay almalarına yetecek ama siyasi olarak güçlenmelerine yeterli olmayacak kadar nüfuz sahibi olmalarına izin verdi. Dolayısıyla İslâmcıların sadece Alevîleri lanetleyip durmalarının bir anlamı yoktur. Sistemin hiyerarşik yapısı aynen kalır; Sünnî ya da Hristiyan bir general, Alevî bir onbaşıdan korkar. Söz konusu olan, askeri hukuk değil, mafya hukukudur.

Böyle bir sistem içinde güç sahibi olabilmenin, sadakat dışında bir yolu yoktur. Bu nedenle sadece evet efendimcilerin ve cumhurbaşkanının ‘olur’ dışında hiçbir şey duymak istemediğini en hızlı öğrenenlerin yönetimin tepe noktalarına ulaşabilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Böylelikle iktidardakilerin portreleri ve heykelleri büyüdükçe büyür, bütün önemli yeniliklere onun ismi verilir; Fırat üzerine inşa edilen bir baraja ya da Milli Kütüphane’ye. Hayal ürünü kahramanlık hikâyelerini anlatan kitaplar yazılır, onu yücelten şarkılar bestelenir. Medya onların önünde diz çöker ve boynu bükük bakış açısından bir dev haline gelir. Bu durumda Kaddafi, Saddam Hüseyin ve el-Esad (baba oğul) kendi zekâsından nasıl kuşku duyabilir ki?

Bütün bunlar, Arap diktatörlerinin kendilerine has karaktristiğini sergiliyor: Ben Ali’den Beşar’a diktatörler, bir iktidar piramidinin yalıtılmış zirvesinden halka hükmettiler. ‘Böcekler’ ya da ‘sıçanlar’ diye adlandırdıkları köle ordularının kendilerine karşı ayaklanabileceğine asla inanamazlardı, inanmayacaklardı da. Beşar Esad, barışçıl bir devrim kadar dokunaklı bir şeyi kavrayamaz ve bu nedenle Batı’yı suçlar. Bunu yaparken de farkında olmadan sömürgeci bir zihniyetin kalıntılarını su yüzüne çıkarır. Onun hastalıklı zihninde Suriyeliler bir şeyi bu denli kusursuz, bu kadar güzel ve bu kadar parlak bir orkestrasyonla organize edemeyecek kadar ilkeldir. Eğer on beş ayrı gizli servis şubesine ve çeyrek milyon rejim muhbirine rağmen bunu yapıyorlarsa, Avrupalılar tarafından ayartılmış olmaları gerekir. Onlar kadir-i mutlaktır. Sömürgeci güçlerin ana-babasının kafasına soktuğu şeyler bunlardır. O sadece bu inancı ezbere okur.

15 Mart 2011’e kadar halkın homurdanışı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kimsenin yoktu. Ne diktatörün elinde bu konuda bir ipucu vardı ne de güvenlik servislerinin; ne muhalefet bir şey ima etti ne de sürgündekiler. Bu konuda bir bilgisi olduğunu ileri süren, yalan söyler. O gün bütünüyle yeni, benzeri görülmemiş, barışçıl bir devrimin ilk harfleri yazıldı. Her şey Dera’da, güneyin o tozlu ve yoksul şehrinde başladı. Kasabanın gençleri duvarlara hepimizin düşüncesini dışa vuran o masumane sözcükleri püskürttü: “Kahrolsun yolsuzluk!”

Dera Belediyesi’nin gizli servis şefi Atıf Necip, cumhurbaşkanının hem rüşvetçiliği hem de üst rütbeli Sünnî subayları aşağılamaya yönelik sadistik eğilimleriyle nam salmış kuzeni, bu gençleri gözaltına aldırdı ve onlara acımasızca işkence yaptı. Aileleri, çocuklarının durumunu sorduğunda ise daha zalimce bir işkenceye maruz kaldılar. Devenin belini kıran saman çöpü de bu oldu. Barışçı bir gösteri düzenleyerek sıkıntılarını seslendirdiler. Gösterileri Esad’a değil, Atıf Necip’in sorumlusu olduğu sınırsız adaletsizliğe, yaşadıkları kasabada öncelikle onda simgeleşen rüşvete karşıydı. Bu noktada gizli servisin yaptığı ise meramlarını dinlemek yerine, toplanan kalabalığın üzerine ateş açmak oldu.

Peki ya cumhurbaşkanı? Protestoculara ateş açan ve şehri kuşatan ordu birliklerini gönderdi. Esad, bütün gizli servis şubelerinin başkomutanıdır, dolayısıyla tek tek bütün bu cinayetlerin kusuru kişisel olarak ona aittir. İlk cenazeler, gösterilerin başlangıç noktası oldu ama kısa süre içinde halk her gün toplanmaya başladı.

Söz, diğer şehirlere yayıldı. İnsanlar Dera halkıyla olan dayanışmalarını sergilemek üzere sokaklara akın etti. Bazıları bu kasabanın adını hayatlarında ilk kez duyuyordu. Apaçık bir isyan yüzlerce kasabada, kimsenin adını bile duymadığı, ama artık unutulmazlar arasına giren kasabalarda eş zamanlı olarak patlak verirken, Suriyeliler de ülkelerinin coğrafyasını öğrendi.

Samar Yazbek, kendisi ve kızı için her zaman endişelenmesine rağmen, bu olaylara yakın durdu. Ülkede mekik dokur, eylemcilerle buluşur, onların hikâyelerini dinler ve elinden geldiği kadar kayıt altına alırken faaliyetlerini gizli gizli sürdürdü. Hikâyesini Çapraz Ateşte Bir Kadın’da lafı dolandırmadan işledi; kelime israfının ya da gevezeliğin zamanı değildi. Sonuçta ortaya şairane bir özet çıktı.

Rejimin uzun kolu giderek artan ölçülerde sert vuruyordu. Samar Yazbek, sorguya çekildi, dövüldü ve içeri atıldı. Rejim, onun itibarını lekelemek için kirli hilelere başvurmaktan da çekinmedi. Onu ihanetle suçlayan bildiriler dağıtıldı, hakkında onur kırıcı iftiralarla dolu söylentiler yayıldı, bir linç gürûhu, ona karşı harekete geçmeye açık açık davet edildi. Ama bütün bunlar Samar Yazbek’i daha da kararlı kılmaktan öte bir işe yaramadı.

Bu bir devrim mucizesidir. Bireyler bütün haline gelir ve bu bütün, her devrimde vücut kazanır. Samar Yazbek’in bir medya şahsiyetinden pasif bir muhalife, ardından rejim ve cumhurbaşkanı tarafından suçlu damgası yemiş aktif bir yeraltı direniş mücahidine dönüşmesi gibi, Suriye halkı da rejim onları ne kadar ezmeye çalışırsa o kadar radikal ve kararlı bir hale geldi.

Samar Yazbek, etrafındaki tuzağın daralmaya başladığını hissettiği zaman ülkesinden kaçtı. Kendisini, kızını ve devrim günlüklerini kurtardı. Bu kayıtlar sayesinde oldukça geniş bir kamuoyu, Şam ve diğer şehirlerde olup bitenlere dair ilk elden bilgi sahibi olacak. Güvenlik servisi ve ordu, Şam şehrini direniş savaşçıları için böylesine tehlikeli bir yere dönüştürmüş olmasına rağmen, muhteşem bir halkın, hayatlarını tehlikeye atıp sokaklara dökülüşünü görecekler. Samar Yazbek, sorun çıkaranları arayan gizli servisin caddelerde nasıl cirit attığını en ince detaylarına kadar anlatıyor. Orwell’ın 1984’ü ve Ray Bradbury’nün Fahrenheit 451’i artık kurgu dünyasında kalmıştır.

15 Mart 2011 günü Suriyeliler, yeni bir devrim türü keşfetti, cesur ama barışçıl başkaldırı. Samar Yazbek bu devrimin vakanüvisidir.

Rafik Schami
2012 Baharı

Bu günlükler, Suriye ayaklanmasının ilk dört ayının kelimesi kelimesine belgelenmesi değil. Basitçe söylemek gerekirse bunlar, süreç boyunca biraz olsun umut biriktirebilmek, korkuyla ve panikle başa çıkmak maksadıyla bel bağladığım sayfalar sadece. Ama hepsi doğru, hepsi gerçek ve hayal gücüyle herhangi bir ilgileri yok.

Ne yazık ki Deir el-Zur ve el-Kamışlı gibi şehirlerde yaşanan önemli olaylar, oralara bizzat gidemediğim veya Şam’daki eylemcilerin, oradaki halkın, ayaklanmaya olan katkılarına dair tanıklıklarını kaydetme şansı bulamadığım için günlüklerde yer almadı.

Hâlâ hayatta olan eylemcilere, isimlerinin baş harfini kullanarak yer verdim, büyük çoğunluğu için ise hassaten takma isimler kullandım.

Doktorların isimlerini tümüyle gizli tutmayı tercih ettim; bazıları şehit, bazıları hâlâ kayıp ve akıbetleri belirsizlik perdesiyle örtülü olsa da…

Samar Yazbek
2012 Baharı

25 Mart 2011

Ölümün, geldiği gün, gözlerinizi ele geçireceği doğru değil!

Aşk arzusunun, bizzat o anın içinde, ölüm arzusu gibi bir şey olduğu ise hiç doğru değil. Yine de belki, her ikisi de unutuluşta boğulduğundan, kendi hiçlikleri içinde kıyaslanabilirler. Aşk: Bir başka insanla paylaşma. Ölüm: Varlığın kendisiyle paylaşma ve elle tutulur maddeden bir düşünceye başkalaşma. İnsanlar daima ölümün varoluştan daha soylu olduğunu düşünmüştür; yoksa neden ölümü yüceltsinler ki? Daha az önce yanı başımızda duranlar bile, can verir vermez bir ışığa dönüşür!

Şu anda sakin olduğumu söyleyemem, ama sessizim. Kalp atışlarımın uzaklardan gelen bir patlama sesini andıran çarpıntısını duyabiliyorum; silah seslerinden, çocuk çığlıklarından ve annelerin feryatlarından daha net. Annemin sokağa çıkmamam için bana yalvarırken titreyen sesinden daha net:

Her yerde katiller var.
Her yerde ölüm.
Köyde.
Şehirde.
Sahilde.

Katiller egemen oluyor, halkı dehşete düşürerek, komşularımızın evlerine dağılıp onlara kendilerini nasıl öldüreceklerini anlatıp, hemen ardından bize dönerek aynı şeyi haykırıyor: Hepinizi öldürecekler!

Ben burada gelip geçici bir konuğum. Hayatın da bir konuğuyum aslında. Yaşadığım bu çevreye ait değilim. Yabanıl bir hayvan gibi hiçliğin içinde kayıyorum. Gerçek varoluşumun özgürlüğü dışında bomboş, debeleniyorum. Protesto hareketleri başladığından bu yana buradayım, penceremden dışarı bakıyor, seyrediyorum. Sesim çıkmıyor. Sadece bütün bunların çok geçmeden sona ermesini istiyorum. Bu ayrıntı selinin altında gömülüyken, marazi kayıtsızlığın beni bu denli katı ve kırılgan bir kadına dönüştürebileceği hiç aklıma gelmezdi; ya da böylesine derin bir korkuyla hayata tutunabileceğim… Gerçi ne korkusu ki bu? İnsanları burada böylesine korkutan ne? İnsanlar hiç farkına varmadan korkudan besleniyor ve bu, nefes almak kadar olağan bir hale gelmiş durumda. On beş yıldır, yani kızımla birlikte başkente taşındığımız günden bu yana, çantamda sürekli bir bıçak taşıyor, nereye gidersem gideyim bu bıçağı yanımdan ayırmıyorum. Küçük, keskin, savunma amaçlı bir sustalı. Yıllardan beri, yalnız yaşayan, bekâr bir kadın olduğum için bana hakarete yeltenecek herhangi birine bu bıçağı saplayacağımı söyler dururum. Birkaç kez bazı adamların afallamış suratlarında şöyle bir ışıldatmak dışında çok fazla ihtiyacım olmadı, ama son zamanlarda onurumu çiğnemelerine izin vermektense bu bıçağı önce kendi kalbime saplayacağımı söylemeye başladım.

Bu ölüm karnavalının orta yerinde, şu an sarf ettiğim bütün bu sözlerin anlamı ne? Sokağa çıkmak, açıktan açığa ölüm ihtimali anlamına geliyor, caddede yürürken birinin her an sizi öldürebileceği hissi beni vuruyor. Delice bir fikir, ama tuhaf, genel güvenlik biriminden keskin nişancıların sizi her an vurabileceklerini bile bile arkadaşlarınızla sokak gösterilerine gidiyorsunuz. On yıllardır halkı fahişe ve hain olarak damgalayan, onları zincire vuran, öldüren ve sonra da kılını kıpırdatmadan sokaklarda gezinmeye devam eden aynı güvenlik güçleri.

İnsan bedeni nasıl böylesi ölümcül bir cinayet makinesine döner? Eller, gözler, saçlar, beyin… Sizinkilerden farkı olmayan bütün bu organlar nasıl olur da devasa sondalara, uzun, sivri dişlere dönüşür? Gerçeklik göz açıp kapayıncaya kadar hayal haline gelir, ama daha acımasızdır. Roman yazmanın hayal gücü gerektirdiğini söylerler, bense gerekenin gerçeklik olduğunu söylüyorum: Ne daha azı ne daha fazlası. Romanlarda yazdıklarımız, gerçek hayatta olup bitenler kadar vahşi değil.

Buseyna Şaban² televizyonda… Annem hepimize kulak kesilmemizi söylüyor, “Hainlerden ve mezhep çatışmalarından bahsediyor! Ah, facia! Pencereleri kapatın!” İşkenceye uğramış çocukların, küçük, ölü bedenlerin görüntüleri dönüyor. El-Merce Meydanı’nda ailesinin dövülerek götürülmesini seyreden küçük bir çocuğun yüzüne takılıp kalıyorum. Televizyonda Dera’da dökülen şehit kanları hakkında konuşup intikam çağrısı yapan bir adamı duyuyorum, “Bu kadına (Buseyna Şaban’ı kastediyor) karşılık vermeyeceğiz, kadınlara karşılık vermeyiz. Bir kadını dinlememizi mi bekliyorlar?!” Olup biten hiçbir şeye yakınlık duymuyor gibiyim. Ailem bu kadına alkış tutuyor, arkadaşlarım şehit kanlarına. Bense dökülen şehit kanlarından utanç duyuyorum. Dünya üzerinde bu kadar çok günah işleniyorken, olup bitene müdahale etmeyen bir Tanrı düşüncesi beni isyana sürüklüyor.

Balkona çıktığımda limon ağaçları beni biraz kendime getiriyor. Sükûnet birkaç dakika sürüyor, ardından silahlar patlıyor. Hiç kimse güvenlik aygıtının gücüne meydan okuyamadığı için, şehrin az önceki huzurunun doğal olmadığını herkes biliyor. Ajanlar caddeden hiç eksik olmuyor. Sokaklar ansızın bir dehşet karnavalına dönüşüyor. Kaos her yerde. Güvenlik güçlerinin gözü halkın üzerinde: Kimileri kaçıyor, kimileri keyfi olarak götürülüyor. Buradaki her şey gibi çeteler de yerden bitiverdiler, hiç yoktan, sebepsiz. Silahlı adamlar, nasıl aniden ortaya çıkıp insanları öldürmeye başlayabilir? Bütün bunlar nasıl oldu? Memleketimden, köyümden, hatta o deniz havasından sürgün edildim. Herkes, her yandan, dik dik bana bakıyor. Her iki tarafı da anlıyorum. Şam’daki hayatın başka açılarını, şehrin başka türden bir köye dönüştüğünü, başka sûretleri olduğunu biliyorum.

Ne yapıyorum ben burada?

Ölmeyi filan mı bekliyorum?

Tartışmalar bir kez daha başlarken -sabotajcılar, içimizdeki ajanlar- kendi kabuğuma çekiliyorum. Şimdi kendi ailemin içine sızmış bir ajanım, kendi yatağımda bir casus. Her şeye sızıyorum ve hiçbir şeyim. Battaniyenin altına kıvrılmış bir et yığınıyım; caddedeki asfaltın altına sızıyorum. Gözümün önünden geçen her bir Suriyelinin acısına sızıyorum. Silah sesleri ve yakarışları duyuyorum. Her sabah ağır ağır bir evden diğerine süzülen, kurtuluş için son bir belge bulmaya çalışan, adalet için çalışmanın değerli olduğu inancına uygun şeyler yaptığını iddia eden bir et kütlesiyim ama artık bunun bile ne manası var? Hiç. Bütün sloganlar, bütün bu ızdırap, bütün bu cinayetleri kışkırtan kin ve nefret, bütün ölümler bu gerçekliğin karşısında anlamsızlaşıyor: Boş caddeler, hayalet bir şehir. Her yere asker konvoyları sevk ediliyor, ama ordudan eser yok. Ordu nereye gitti? Artık kim böyle bir maskaralığa inanabilir? Ordu bu çetelerin halkı öldürmesine, yıldırmasına göz yumuyor; bu yüzden müdahale etmeyecek. Bu çetelerin yanında, bir zamanlar halkı korkutan güvenlik güçleri bile bir anda mazluma dönüşüyor.

Nedir bu çılgınlık?

Ölüm artık iki ayağı üzerinde gezen bir yaratık. Sesini duyuyorum, gözlerimi dikip ona bakabiliyorum. Tadının neye benzediğini bilen biriyim ben; boğazınıza dayanan bıçağın, boynunuza basan postalların tadını bilen biri. Bunu uzun zamandır bilirim, o boğucu dünyadan ilk kez, sonra ikinci, sonra üçüncü kez kaçtığım günden bu yana. Kendi cemaatime ve mezhebime karşı işlenmiş ihanet suçuyum ben, ama artık korkmuyorum, cesur olduğumdan değil -aslında son derece kırılganım- ama alışılıyor.

Bugün, bu Haysiyet Cuması’nda, Suriye kentleri gösteri için sokaklara döküldü. İki yüz binden fazla gösterici, Dera’daki ölüleri için yas tutuyor. Dera civarındaki tüm köyler güney mezarlığına yürüyor. On beş kişi öldürüldü. Humus’ta üç ölü var. Lazkiye’de insanlar öldü, yaralandı. Başkent Şam’ın ortasında, el-Midan bölgesinde gösteriler yapıldı; yaralananlar oldu ve el-Müctehid Hastanesi’ne kaldırıldılar. Ordu güçleri Dera’yı kuşattı ve hareket eden her şeye ateş açtılar. El-Senameyn’de askeri güvenlik, yirmi kişiyi öldürerek bir katliam yaptı.

Artık ölümden korkmuyorum. Onu soluyoruz burada, nefes almak kadar doğal. Sigaram ve kahvemle sükûnet içinde bekliyorum onu. Bir çatıdaki keskin nişancının gözlerinin içine bakabileceğimi hayal ediyorum, gözümü kırpmadan, dik dik. Caddeye yönelirken, çatıları gözleyerek kendimden emin yürüyorum. Kaldırımları geçip bir meydana çıktığımda, keskin nişancıların şu an nerede olabileceğini merak ediyorum. Caddeden aşağı güvenle yürüyen bir kadını gözleyen keskin nişancı hakkında bir roman yazmayı düşünüyorum. Onları, bir hayalet kasabadaki iki yalnız kahraman olarak hayal ediyorum: Saramago’nun Körlük’ündeki sokak sahneleri gibi.

Başkente dönüyorum ve buranın bir daha asla aynı yer olmayacağını biliyorum. Korku, artık nefes almak kadar kendiliğinden değil gibi. Burada yaşam, ilk ve son olarak, tümüyle değişti bir kere.

Başkente dönüyorum, ölüm göğsümü yarıp açsa bile, bıkıp usanmadan adalet için dövüşmekten umudumu yitirmeyeceğimi bilerek. Söylediğim gibi, alışıyorsunuz. Ne daha fazlası ne daha azı. Ölümün gelip beni bulmasını bekliyorum, her ne kadar kendi mezarıma çiçek götürmeyecek olsam da…

5 Nisan 2011

O katillerin uykularına sızıp soracağım, “Mermiler göğüslerini delerken ölülerin gözlerine baktınız mı? Mermilerin açtığı delikler de mi dikkatinizi çekmedi?” Belki arkalarında bıraktıkları bedenlerdeki kırmızı deliklere, gözlerimizin her zaman gelip durduğu o aynı noktaya, bir an olsun bakmışlardır.

Burada, Şam’da, katiller birazdan uykuya dalacak ve endişenin bekçiliğini biz sürdüreceğiz. Ölüm artık bir soru değil. Ölüm, sorularımıza açtığımız bir pencere.

Şam da herhangi başka bir şehir gibi. Geceleri daha bir güzelleşir, sevilmiş bir kadına benzer.

Çatılardan kim ölüm saçar? Korkak bir katil mi? Kesin olarak öyle -ahlakını çoktan bir kenara bıraktığından, bu işi cesurca yaptığı nasıl söylenebilir ki?

Evimden çıkıp meydanlara ve camilere doğru ilerledim. Öğle ortasında, şehrin caddelerini sokak sokak, meydan meydan görmem lazım. Gözümle gördüklerimden başka hiçbir şeye inanmıyorum. Meydanlar ıssız, muhtemelen bugün tatil olduğundan. Herkes kendi korkusunun içine çekilmiş.

Caddelerde birbiri ardınca devriyeler turluyor; nereye gitsem arabalar gidip geliyor, yavaş ve hızlı; tıka basa güvenlik güçleriyle dolu, devasa otobüsler; miğfer takmış askeri üniformalı adamlar, pazarlarda, meydanlarda, büyük kavşaklarda ve protesto gösterilerinin patlayabileceği diğer her yerde cirit atıyorlar.

Sivil giyimli adamlar şurada burada toplanıyor, ama cüsseleri kendilerini ele veriyor. Şam sokaklarında bir güvenlik ajanını sıradan bir insandan ayırt etmeyi ne zaman öğrendim? İşin doğrusu, oynadığım bu oyunun tam olarak ne zaman başladığını, sezgilerimin ne zaman herhangi bir soru ya da sohbetten daha güvenilir hale geldiğini belirleyebilmek zor. Onları gözlerinden, giysilerinin dökümlerinden, ayakkabılarından tanıyorum. Bugün caddelerde, sıradan insanlardan çok güvenlik ajanı var, sokak aralarında, kioskların arkasında, meydanlarda, okul bahçelerinde; nereye gitsem güvenlik güçleri.

Hamidiye Çarşısı’nın³ girişine yakın devriyeler konuşlanmış, Tuma Kapısı civarında insanları durdurup sorguluyor, kimliklerini alıyorlar. Kimliklerine el koyup koymayacaklarını görecek kadar bekleyemem buralarda; hareket etmek zorundayım. Yanlarından geçerken gözucuyla bakıyorum onlara ve ardından kalabalık bir arayola sapıyorum. İşte, neredeyse, gündelik hayat. Emevi Camisi’nin her tarafında yoğun bir güvenlik önlemi var. Ellerinde bayraklar ve cumhurbaşkanının resimleriyle, kalabalık bir gürûh göze çarpıyor.

Cami kapalı, beni içeri almazlar; içeride namaz kılan insanlar olduğunu iddia ediyorlar. Oradan ayrılmadan önce, dışarı oturup bir sigara yakıyor, sakince olup bitenleri seyrediyorum.

Ansızın daha önce hiç görmediğim tuhaf figürler dikkatimi çekmeye başlıyor caddede. Geniş ve şişkin göğüsleriyle, iri cüsseli, dazlak adamlar, dövmelerle kaplı devasa pazularını iyice ortaya çıkaran siyah, kısa kollu tişörtleri içinde, hareket eden her şeyi dikkatle izliyorlar. Ellerini kollarını sallaya sallaya, etraflarına ters ters bakarak yürürken, gittikleri her yere korku saçan, çevrelerindeki havayı kurşun gibi ağırlaştıran adamlar: Neden bu adamları şehirde daha önce hiç görmedim? Nerede yaşıyor bunlar? Ve neden bugün ortaya çıktılar?

Hamidiye Çarşısı’nın içinden yürüyerek geri dönüyorum, birkaç işportacı dışında çarşı neredeyse bomboş. Dükkânların tümü kapalı. Dört bir yana dağılmış güvenlik güçleri dışında hiçbir şeyin olmayışı yetmiyormuş gibi, bir de çarşının sonunda tıka basa silahlı adamlarla dolu otobüsler bekliyor. ‘Gergin bekleyiş’ deyiminin anlamını şimdi kavrayabiliyorum. Bu deyimi daha önce de duymuştum ama gerçek bir tasvirden çok, bir benzetme olduğunu düşünmüştüm. Günümüz

————

1     Arapça hayalet kelimesinden (şebih) türetilmiş olan şebbiha, Suriye konuşma diline özgü bir deyim ve şu anlamlara geliyor: 1) Rejimin en sadık savunucuları ndan, en dehşet verici tezahürlerinden biri sayılan, her türlü şiddet ve gözdağı yöntemini kullanarak rejimin çıkar ve itibarını korumaya hevesli eşkıya veya yandaşlar grubu. 2) Göreli bir dokunulmazlık zırhı altında, bütün ülke çapında, ama özellikle kuzeybatıdaki ‘Alevî toprakları’nda çalışan organize suç kartelleri. (Yazarın notu).
2     Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın siyasi ve basın danışmanı olan Buseyna Şaban, ayaklanma süresince rejimin en önde gelen sözcülerinden biri haline geldi. New York merkezli bir halkla ilişkiler gurusundan gelen ve Esad’a kısa bir süre sonra, Aralık 2011’de Barbara Walters’la yapacağı söyleşiyi kazasız belasız atlatabilmesi için etkili yöntemler öneren e-postalar Şaban’a gelmiş, ama akabinde hack’lenerek basına sızmıştı.
3     Suriye’nin en büyük çarşısı. Şam’daki Suk el-Hamidiye’nin inşa tarihi geç Osmanlı dönemine kadar gider ve çarşı, ismini Sultan II. Abdülhamid’den (1876-1909) alır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur