Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Demokratın Gündemi
Bir Demokratın Gündemi

Bir Demokratın Gündemi

Etyen Mahçupyan

Dünyada demokratlığa doğru kendiliğinden bir geçiş mi gündemde? Kemalizm otoriter zihniyetle oportünis bakışı nasıl bir araya getiriyor? Neden eşitsiz sistemler adalet olmadan var olamazlar?…

Dünyada demokratlığa doğru kendiliğinden bir geçiş mi gündemde? Kemalizm otoriter zihniyetle oportünis bakışı nasıl bir araya getiriyor? Neden eşitsiz sistemler adalet olmadan var olamazlar?
Liberalizm kendi içinde faşizanbir öz mü taşır? Osmanlı zihniyetle kültürü ayırt edemediği için mi çöktü? Neden Türkiye’de solcu olmanın ön koşulu laik olmaktır? “Söyleyecek Sözü Kalanlar” dizisinin bu ilk kitabında Etyen Mahçupyan tüm bu sorulara yanıt arıyor.

Önsöz

1990lı yıllar Türkiye’nin toplumsal ve siyasal hayan açısından önemli gelişmelerin yaşandığı yıllar oldu. 12 Eylül darbesinin ardından toplumun suskunluğundan silkelenip yavaş yavaş konuşmaya başladığı, hasırahı edilmiş pek çok gündemin görünür hale geldiği bir dönem başladı. Toplumsal alanın, başka bir deyişle kamusal alanın dışına itilen pek çok toplumsal grup bu dönemde taleplerini dile getirmeye başladılar. Bu hareketler, sistemin baskı altında tuttuğu ya da görünmez kılmaya çalıştığı ve genel olarak kültürel kimlikler üzerinden kendilerini ifade eden hareketler oldu. İslami hareket, Kürt hareketi, 1995’lerde AGOS gazetesiyle birlikte konuşmaya başlayan Ermeni cemaati, Biz de varız” diyen eşcinseller ve kadın hareketi ile hikâyesini başka türlü anlatmaya başlayan çok sayıda aktörün sesini işitmeye başladık.

Bütün bu gelişmeler 28 Şubat’tan bu yana “demokrasi” ve “demokratlık” tartışmalarıyla birlikte bugünün gündemini oluşturmaya devam ediyor. Farklı toplumsal aktörler artık soru ya da sorunlarını dile getirirken ya da çözüm önerilerini sunarken “demokrasi” kelimesini sıkça telaffuz ediyorlar. Demokrasi toplumsal ya da siyasi taleplerin, her türlü eleştirinin en önemli anahtar kelimesini ve meşruiyet zeminini oluşturuyor. Bununla beraber “demokrasiye giden yolların tıkalı oluşu” demokrasi kavramının önem ve anlamını yıpratan yahut inandırıcılıktan uzak kılan bir potansiyel de taşıyor. Böyle bir dönemde demokrasiden ziyade demokratlık kavramını ön plana çıkaran Elyen Mahçupyan tartışmaya yeni bir boyut katıyor.

Mahçupyan’ın üstünde durduğu demokrat zihniyet “Ben doğruyu bilmiyorum, biz de doğruyu bilmiyoruz, kimse doğruyu bilemeyecek” diyor. Buradan çıkışın “ancak birbirimizi ikna ederek ve en azından kendi içimizde ortak öznellikler üreterek olabileceğini1′ söylüyor. Ortak öznelliğin adını ise ortak ahlak olarak koyuyor. “Demokratlık, insanların yan yana gelip kendi öznelliklerini aramalarını meşru ve anlamlı kılan bir kavram” olarak karşımıza çıkıyor. Etyen Mahçupyan, kendi öznelliğini aramanın yolunun ise kendi ahlakını aramak demek olduğunu özellikle vurguluyor. Dolayısıyla demokratlığın yolu öncelikle diyalogdan yani “karşılaşmadan geçiyor.

Gadamcr diyalogun anlamak (verstehen), lakin “farklı olarak anlamak” (andersverstehen) olduğunu ifade eder. Diyalog kendimizi ve karşımızdakini beraberce sorgulamayı, farklılıklarımızın ayırdına varmayı, önyargılarımızı dönüştürmeyi ve müzakereyi mümkün kılar. Ama hiçbir zaman “bir münakaşayı kazanmak” anlamına da gelmez. Dolayısıyla diyaloga girenler başlangıçtaki halleriyle değil mutlaka karşısındakiyle temas etmiş yeni halleriyle o diyalogdan çıkar ve yola devam ederler. Bu çalışma da bu tür bir diyalogun yani karşılaşmanın ürünü olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Türkiye’de pek çok tartışmanın kavgaya dönüştüğü şu günlerde Etyen Mahçupyan’ın “Dünyanın geleceğine dair iyimser olmak için sağlam nedenlerimiz var” tespitinin umudunu paylaşmak için…

M. Ferda Balancar

Birinci bölüm:

“Dünyada demokratlığa doğru kendiliğinden bir geçiş gündemde…”

Yazılarınızda sık kullandığınız en temel kavramlardan birisi zihniyet, diğeri ise demokratlık, demokrat olmak… Demokrasiden ziyade demokrat kavramını kullanmayı tercih ediyorsunuz. Biz de demokrat kavramından başlayalım. Neden demokrasi yerine demokrat kavramını çok daha sık kullanıyorsunuz?

Kelimeler, kavramlar bize veriliyor. Kelimelerin, kavramların içine doğuyoruz. O kavramlarla da yaşıyoruz. O kavramlara verilen anlamlar, bizim tarafımızdan o kavramın tek anlaşılma biçimi olarak yorumlanıyor. Bu insanî bir durum… Hepimiz bunu böyle yaşıyoruz. Fakat her kavram aslında tarihsel olarak belirleniyor. Birisi gelip “Ben bundan sonra bu kavrama bu anlamı yüklüyorum” diye bir $ey ortaya koyamıyor. Eğer öyle olsaydı başkası da “Ben de böyle tanımlamak istiyorum” diyebilirdi. Demokrasi gibi kavramlar, tarihsel sürecin içinden kendiliğinden çıkmış ve o süreçle böyle bir tanışma da yaratmamışsa o zaman şöyle diyebiliriz: Halen kullandığımız demokrasi kavramı öyle bir tarihsel süreçten geliyor ki o tarihsel süreçte herkes birbirine benzemiş, o kadar benzemiş ki bu demokrasiyi herkes aynı şekilde algılar hale gelmiş.

Bu nasıl bir tarihsel süreçtir ki herkesi aynı demokrasi kavramı etrafında buluşturmuş?

İşte o zaman bir adım geri çekiliyor ve çok fazla söze girmeden modernlik denen şeyin bugün neredeyse bütün kavramlarımızı belirlediğini görüyoruz. Öte yandan bütün bir tarihe baktığımız zaman modernliğin belli bir tarihsel dönemde ortaya çıktığını ve bu dönem yaşandıktan sonra modernlikle birlikte şu anki demokrasinin de ortadan kaybolacağını biliyoruz. Ama içinde yaşarken tek demokrasi oymuş gibi geliyor.

Aslında bu modernliğin kendisi nasıl bir bakıştır ve diğer bakışlardan nasıl ayrılır diye sorduğumuz zaman şöyle bir noktaya geliyoruz: Demek ki modernliği başka şeylerle mukayese edeceğimiz bir zemine ihtiyacımız var. Yoksa mukayese edemezdik. İşte o zemin de zihniyet. Buradan bir adım geri giderseniz, farklı zihniyetler farklı demokrasi tanımlan yapacaklar, demektir. Bizim elimizde şu anda modernliğin demokrasi tanımı var. Oysa modernliğin bir zihniyetsel arka planı var. Biz o zihniyette olduğumuz için ve o zihniyet yapısını farkında olmadan paylaştığımız için o demokrasi tanımını olabilecek tek demokrasi tanımıymış gibi algılayabiliyoruz. Tabii tarih bilenler bundan iki ya da dört bin sene önce de demokrasi tanımının kullanıldığını, bunları kullanan filozofların olduğunu biliyorlar. Ama burada bizim sözünü ettiğimiz şey tek tek insanların kafasındaki demokrasi ya da demokratlık fikri değil. Öyle baktığımız zaman  benim  bugün savunduğum demokratlığı dön bin yıl önce de savunan insanlar var.

Bizim burada bakmamız gereken insanların grup olarak ve farkında olmadan benimsedikleri kavramların niçin öyle olduğu… Zihniyet de esasen o demek. İnsanların tek tek zihniyetleri birbirinden farklı olabilir ama bu durumun toplum üstünde belirleyici etkisi olmaz. Bir de toplumun zihniyeti var. Esas belirleyici olan da toplumun zihniyetidir. İnsanları kendisine çeken toplumun zihniyetidir. Böyle baktığımızda “Hâlâ modern ligin içinde miyiz, yoksa modernlikten arlık dışarıya doğru çıkıyor muyuz?” diye bir soru sorulabilir. Bu çok da sorulmuş bir soru. 20. yüzyılın son çeyreğinde yazan birçok düşünür modernlikten çıkıldığını ve başka bir yüne doğru gidildiğini söylüyor. Nasıl modernliği daha önceki durumlarla mukayese, zihniyet üstündense modernlikten çıkış da ancak zihniyet üstünden olabilir.

Modernlik nasıl bir zihniyet yapısına tekabül ediyor?

Modernlik dediğimiz şey, tıpkı feodalizm dediğimiz şey gibi “bir ideal durum.” Yani nasıl feodalizm dünyanın değişik yerlerinde çok değişik şekillerde yaşanmış ama sonradan giderek sanki imbikten geçer gibi ortak noktaları bir araya getirilerek çok dar bir tanıma oturtulmuşsa, modernite dediğimiz şey de öyle. Muhtemelen dünyanın çok değişik yerlerinde çok değişik yaşandı. Hepsinde ortak olan, belirleyici olan nedir dediğimizde bir noktaya geliyoruz. Bu geldiğimiz yerin tarihsel boyutunu da ortaya koymak lazım. Belki bin yıla uzanan bir sureti biz en parlak noktasında algılamaktan yanayız. Teorisyenler, tarihçiler, filozoflar öyle bakarlar genellikle. Oradaki tanımından giderek tümünü anlamaya çalışırlar. Böyle bakıldığında yaklaşık 10001i yıllardan başlayan bir değişimden söz etmek mümkün… Bunu günümüzde kullandığımız dille bir tür bireyselleşme olarak tanımlayabiliriz.

Yani daha cemaatçi yapılardan yavaş yavaş bireyselleşme yönünde uzaklaşma. Buna pek çok tarihçi, aristokrasinin onaya çıkması, aristokrasinin saraydan kopması, aristokrasinin serserileşip kendi başına piyasada dolaşmaya başlaması, dolayısıyla boş zamanın ortaya çıkması, asaletin bir tür piyasa faktörü haline gelmesi gibi faktörleri de ekler.

Bu dönemde asaletin piyasaya bir faktör olarak girmesinin iki sonucu oldu. Birincisi, sanatsal sonucu: Bu süreçte aristokrasi ya bir sürü insanı sanatçı haline getirdi ya da sanatçıları ekonomik olarak desteklemeye başladı, ikincisi, küçük burjuva sınıfının ortaya çıkmasıdır. Esnaflar, tüccarlar bir araya gelerek kentleri içeriden oluşturmaya başladılar ve kentlerin yönetimine el koydular. Dolayısıyla bugünkü kapitalistleşmeye doğru gelişen bir süreç yaşandı. Ama burada asıl ilginç olan şey, tek tek bireylerin ve bir tür bireyselleşmenin ortaya çıkmasıdır. Ana akım bu.

Öte yandan feodal yapıdaki çoklu parçalı dünya da merkezileşmeye doğru gitmeye başladı. Bir tarafta merkezileşme var, diğer tarafta bireyselleşme… Bu ikisinin yan yana durabilmesi son kertede ulus devlet  vatandaş ikiliğini ortaya çıkarttı. Şu ana kadar tarihte var olan en merkeziyetçi ve aynı zamanda da en bireyci olan yapı bu. Ulus devlet bir şemsiye gibi o bireyleri kuşam ve vatandaş tanımıyla onları kendine bağladı. Bu daha çok ideolojik planda gördüğümüz bir değişim.

Ama bunun allında yatan zihniyetsel süreç ve kopuş da var.

Yaklaşık 10001i yıllar, tarihin belki de en büyük zihniyetsel devrimlerinden birini yaşadı.

Tam bu noktada zihniyetin tanımını da yapar mısınız?

Zihniyet derken dış dünyamızın algılanma biçimiyle ilgili bizim farkına varmadan sahip olduğumuz birtakım varsayımlar ve bu varsayımlardan oluşan bir tür “paradigmatik” bakıştan söz ediyoruz. Dış gerçeklikle cebelleşmenin, onu anlamanın farkına varılmamış arka planından söz ediyoruz. Böyle baktığımızda 1000’li yılların dünyasında egemen olan zihniyet, bir büyük dış gerçekliğin olduğu, onun bize yansıdığı ve bizim bir biçimde istesek de istemesek de onu doğru algıladığımız şeklindeydi. İki ekol vardı. Birincisi daha maddi bakanlar, maddi bir gerçeklik olduğunu ve o gerçekliğin zihnimize yansıdığını söyleyenler ki bu bakış otoriter zihniyeti üretti; ve ruhani bir gerçeklikten yola çıkıp yine o gerçekliğin bize yansıdığını söyleyenler ki bu da ataerkil zihniyeti yarattı. Dolayısıyla bu şöyle bir özgüven de getiriyordu insanlara; “Ben ne görüyorsam doğrudur ve gerçektir çünkü gördüğüm şey gerçekte zihnime yansıyor. Dolayısıyla bunu benim yanlış anlama riskim yok”.

Az önce vurguladığınız 1000li yıllarda nasıl bir zihniyet yapısı ortaya çıktı?

10001i yıllarda yavaş yavaş gelen yeni zihniyet rölalivizm oldu. Yani her bir insanın tek tek gerçekliğin farklı bir tarafını algıladığı ve bu farklılıkların mukayese edilemez olduğu, dolayısıyla da her insanın kendine has ama eşit platformda değerler taşıdığı… Bir mukayese yapacak olursak, önceki dönemde egemen olan dinsel, ataerkil zihniyetle de insanlar biriciktir….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur