Bırak ailen her şeyi daha da tuhaflaştırsın
Sophie’nin yeni yıldan tek dileği erkek arkadaşıyla biraz yalnız kalıp özgürlüğün tadını çıkarabilmekti ama ona sürpriz yapmak için gittiği partide ortaya çıktığı üzere özgürlük peşinde olan yalnız kendisi değildi.
Dünyası başına yıkılan Sophie, Noel tatili için Nonna’nın evinde toplanan geniş ailesinin yanında biraz olsun avunmayı umuyordu. Torununun kendine acımasına seyirci kalmak istemeyen Nonna hemen zekice bir plan kurdu: Her birini farklı bir aile üyesinin seçeceği on randevu.
Bazıları felaketle sonuçlanabilecek bu randevuları atlatabilmek için Sophie’nin, kuzenleri Olivia’yla Charlie’nin ve tabii yan komşuları Wes’in yardımlarına ihtiyacı vardı. Efsane Dörtlü güçlerini yeniden birleştirmişken, ikinci şans peşine düşen eski sevgililer ya da imkânsız aşklar onları yıkamazdı… değil mi?
18 Aralık Cuma
“Bizimle gelmek istemediğine emin misin?” Annem arabanın yolcu koltuğunun penceresinden dışarı sarktı ve son on dakikada onuncu kez beni şiddetli bir kucaklamayla kollarına aldı. Sesinin yalvaran tonu işe yarıyordu. Şimdiye kadar deneyimleyebileceğim ilk özgürlük kırıntısına ulaşmama çok yakın olmama rağmen pes edip arka koltuğa atlamama saniyeler kaldığını hissedebiliyordum. Ben de kollarımı ona dolarken sarılmam her zamankinden daha sıkıydı. Babam öne doğru eğildiğinde gösterge panelinin yumuşak mavi ışığı yüzünü kapladı. “Sophie, Noel’de seni burada bırakmaktan gerçekten nefret ediyoruz. Şimdi kim çatal izleri olan yerfıstığı ezmeli kurabiyeler yediğimden emin olacak? Bunu tek başına yapabileceğime güvenebileceğimizden şüpheliyim.” Güldüm ve başımı eğdim. “Ben eminim,” dedim. Ve emindim. Bu vedalaşma kısmı zordu ama sonraki bir buçuk hafta boyunca Margot’nun evinde davul gibi şişmiş vücut uzantılarına bakmaya katlanabilmemin imkânı yoktu. Ebeveynlerim, ablam ve kocasıyla birlikte olmak için güney Louisiana’daki küçük bir kasaba olan, dört saatten biraz daha az uzaklıktaki Breaux Bridge’e gidiyordu.
Margot altı hafta sonra ilk bebeğini doğuracaktı ve süperempoze preeklampsi, bu her ne anlama geliyorsa artık, sorunu olduğu ortaya çıkmıştı. Tüm bildiğim, bunun ayaklarını gülünç boyutlarda şişirdiğiydi. Bunu da yatağında çakılı kaldığı süre boyunca sıkıntıdan patlayan Margot’nun bana ayaklarının akla gelebilecek her açıdan çekilmiş fotoğraflarını göndermesi sayesinde öğrenmiştim. “Tek başıma olmayacağım ki,” diye devam ettim. “Nonna* ve Papa’nın** yanında ailemizin diğer yirmi beş üyesi de bana eşlik ediyor olacak.” Babam gözlerini devirdi ve mırıldandı, “Neden hepsi sürekli bir evde takılmak zorunda anlamıyorum.” Annem onu kaburgalarından dürttü. Geniş ailemizin boyutu şaka değildi. Annemler sekiz kardeşti ve hemen hemen her kardeşin birkaç çocuğu vardı. Anneannemle dedemin evi her zaman kalabalık olurdu ancak bayram zamanlarında Grand Central Terminali’ne dönerdi. Yataklar ve masadaki yerler yaşlara göre verilirdi, bu yüzden kuzenlerim ve ben daha küçükken Noel arifesini her zaman oturma odasının zeminine geçici olarak kurulan tek bir büyük yatağa sardalyeler gibi sığışarak geçirirdik; ayrıca her öğün, tabağımız, kırmızı plastik bardağımız ve kucağımız arasında hassas bir denge gerektirirdi. “Lisa’yla kalmak istemediğine emin misin? Onun evi daha sakin olur,” diye önerdi annem.
“Eminim. Nonna ve Papa’nın evinde iyi olacağım.” Lisa teyzemin evi çok daha sakin olurdu. Lisa Teyze, annemin üç dakika daha büyük ikiz kardeşiydi, bu sebeple de beni annemin yaptığı gibi göz hapsine alırdı. Benim aradığım bu değildi. Ben bir miktar özgürlük peşindeydim. Ve Griffin’le biraz baş başa zaman geçirmenin. Küçük bir şehirde yaşadığınızda ve babanız emniyet müdürü olduğunda ikisini de elde etmek zordu.
“Tamam. Baban ve ben Nonna’nın doğum günü partisinin akşamüzerinde geri dönmüş oluruz. Hediyeleri o zaman açarız.” Annem ön koltukta kıpırdanıp duruyordu; ayrılmaya hazır olmadığı açıktı. “Anlayacağın, Brad’in ebeveynleri orada olmayacak olsaydı bizim de gitmemiz gerekmezdi. Kayınvalidesinin her zaman nasıl Margot’nun mutfağını yeniden düzenlemeye ve obilyalarının yerini değiştirmeye çalıştığını biliyorsun. Yatağa çakılıp kalmışken Margot’nun bir de o kadının ne yaptığını merak ederek endişelenmesini istemiyorum.” “Ve Tanrı korusun, damadınızın ebeveynleri sizin kızınızla ilgilenebilir,” diye takıldım. Annem çocuklarına karşı aşırı korumacıydı. Margot’nun tek yapması gereken kocasının ebeveynlerinin misafirliğe geleceğinden söz etmekti ve annem bavulları hazırlamaya başlamıştı bile. “Bekleyip yola sabahleyin çıkabiliriz,” diye önerdi annem babama. O daha lafını bitirmeden babam başını olumsuz anlamda sallamaya başladı. “Bu akşam gidersek daha çabuk varırız.
Yarın Noel’den önceki cumartesi. Yollar kâbus gibi olacaktır.” Babam bir kez daha öne eğilerek benimle göz göze geldi. “Eşyalarını alıp anneannenle dedenin evine gitmek için yola çık. Yolda olduğunu haber vermek için onları ara.” Babam böyle biriydi; işini çok ciddiye alırdı. Yıllardır ilk kez, birkaç günden daha uzun süre polis merkezinden uzakta olacaktı. “Tamam.” Annem bana bir kez daha sarıldı ve babama bir öpücük gönderdim. Ardından gittiler. Ebeveynlerimin SUV’sinin parlak kırmızı arka lambaları gözden kaybolurken içimde bir duygu seli dalgalandı: Heyecan verici bir beklentiye ek olarak karnımın derinlerine yerleşen bir hüzün. Bundan kurtulmak için elimden geleni yaptım.
Onlarla birlikte olmayı istemiyor değildim, Noel sabahı ebeveynlerim yanımda olmadan uyanacağımı düşünmek midemi düğüm düğüm yapıyordu ama tüm tatilimi Margot ve Brad’in küçük dairesinde hapis vaziyette geçiremezdim. Odama döner dönmez ilk iş, birkaç saat içinde orada olacağımı söylemek için Nonna’yı aradım. Dikkati dağınıktı; sahibi olduğu çiçekçi dükkânındaki müşterilerin yüksek sesle konuştuğunu duyabiliyordum ve ona söylediğim her üç kelimeden yalnızca birini duyduğunu tahmin edebiliyordum.
Arabayı dikkatli sür, hayatım,” dedi. Telefonu kapatırken, seradaki Randy’ye Noel yıldızı çiçeklerinin fiyatını bağırdığını duydum ve sırıtışımı bastırdım. Saat altıydı. Minden’dan anneannemle dedemin ve ailemin geri kalanının yaşadığı Shreveport’a gitmek kısa bir araba yolculuğuydu. Nonna beni saat on sularına kadar beklemeyecekti. Dört harikulade saat bana kalıyordu. Yatağıma uzandım ve gözlerimi yavaşça dönen tavan vantilatörüme diktim. On yedi yaşında olmama rağmen ebeveynlerim evde yalnız kalmamdan hoşlanmazdı. Bunu bir şekilde elde ettiğim zamanlardaysa, genellikle arabayla evin önünden geçen bir polis alayı olurdu – sırf bir şeyleri kontrol etmek için. Bu her türlü gülünçtü. Yatağımda telefonumu el yordamıyla bulup burada kalacağımı haber vermek için Griffin’i aradım ancak sekiz çalıştan sonra sesli mesaja düştü. Ona bir mesaj yazdım, ardından şu üç küçük noktanın belirmesini bekledim. Kalmama izin vermeleri için ebeveynlerimi ikna etmeye çalıştığımı ona söylememiştim; bu çabam işe yaramazsa ikimizin birden hayal kırıklığına uğramasına gerek yoktu. Birkaç saniye daha boş ekrana baktıktan sonra telefonu yatağıma fırlatıp çalışma masama geçtim.
Dağınık bir şekilde masanın üzerini kaplayan makyaj malzemeleri yığını, renkli kalemler ve oje şişeleri vardı. Önümdeki duvara asılı panonun neredeyse her santimi kafamda tarttığım her üniversite için sert, beyaz dizin kartlarını sergiliyordu. Her kartta renklerle kodlanmış artıların (yeşil) ve eksilerin (kırmızı) bir listesine ek olarak her okulun başvuru koşulları vardı. Birkaçının üstündeki büyük yeşil onay işareti, her koşulu karşıladığım ve kabul edildiğim anlamına geliyordu ama hâlâ çoğundan haber bekliyordum. Ben buna İlham Panom diyordum, annemse onu Takıntı Panosu olarak adlandırıyordu. Gözlerim lisenin birinci yılının başında raptiyeyle tutturduğum ilk karta ilerledi: LSU.* Eskiden onun panoda yer edecek tek okul olduğunu düşünürdüm. Fakat sonra diğer seçeneklerime kapıyı kapatmamam gerektiğini fark etmiştim.
Telefonum çınladı ve bakışlarımı yatağa geri çevirdim. Bu sadece birinin sosyal medyada son gönderimi beğendiğine dair bir bildirimdi – Griffin’in mesajıma cevap verdiğinin değil. Çalışma masamda istifli boş kartlara göz attım ve bir Griffin listesi hazırlamayı yarım saniye kadar aklımdan geçirdim. Bir yılı aşkın süredir birlikteydik ve genellikle en büyük odağımız okuldu ama önümüzde iki haftalık bir tatil vardı ve endişelenecek sınavlar veya ödevler olmadan burada onunla baş başa olma fikri heyecan vericiydi. İşleri ağırdan aldığımız hâlde ilişkimizi sonraki seviyeye taşımakla ilgili düşünmediğimi söylesem yalan olurdu.
Yeşil: Hemen hemen bir yıldır birlikteyiz
Son sınıftayız ve neredeyse on sekiz yaşındayız
Kırmızı: Henüz “Seni seviyorum” demedik
Henüz “Seni Seviyorum” demeye hazır mıyım emin değilim
Bu listenin orada asılı olduğunu görmek annem için kesinlikle bir sorun yaratırdı, bu yüzden bunu yapma dürtüme direndim. Telefonum bir kez daha öttü. Mesaj simgesini gördüğümde kalbimin teklediğini hissettim fakat ekranı kontrol ettiğimde Margot’dan gelen başka bir fotoğraf gördüm. Görüntüyü açtım ve birkaç dakika ona dikkatle baktım. Birinin telefonu elinden alması gerekiyordu.
BEN: ????? Bu da nesi???
MARGOT: Ayak parmaklarımın bir yakın çekimi. Aralarında hiç
boşluk yok. Onları kımıldatamıyorum veya ayıramıyorum. Tıpkı
küçük sosislere benziyorlar.
BEN: Ya asla normale dönmezlerse?? Ya ömür boyu sosis ayak
parmaklarıyla kalırsan? Ya küçük plastik parçasını ilk iki parmağının
arasına geçiremediğin için bir daha asla parmak arası terlik
giyemezsen? O ayaklarla çocuğunu rezil edeceksin.
MARGOT: Herhalde sosis ayak parmakları sosis el parmaklarından
daha iyidir. Belki de eskiden Toby Teyze’nin giydiği, şu sahiden
çirkin ortopedik ayakkabılardan giymek zorunda kalırım.
BEN: Onları göz kamaştırıcı bir hâle getirebilirdin. Belki kabartma
boyayla ayakkabıların her iki yanına adını yazardın. Tapılası sosis
parmak ayakkabıları olurlardı.
MARGOT: Sayende şimdi canım sosis çekiyor.
BEN: İğrençsin. Ve bende ömür boyu kalacak bir iz bıraktın.
Sosis ayak parmakları ve göz kamaştırıcı ortopedik ayakkabı
korkusundan asla hamile kalmayacağım.
Mesajıma cevap yazması birkaç dakikayı buldu.
MARGOT: Annem az önce bana mesaj atıp senin gelmediğini
söyledi!!! Bu ne demek, Soph??? Annemle Gwen arasındaki
çekişmeden beni sen kurtaracaktın. O ikisinin bir araya geldiğinde
nasıl olduklarını biliyorsun!!
BEN: Tek başınasın. O sosis ayak parmaklarının arasındaki pamuk
tiftiğini kimin temizleyeceğine dair kavga etmelerini gerçekten
umuyorum. Belki diş ipi kullanmaları gerekir.
MARGOT: Asla kurtulamayacağım bir görüntüyü gözümün
önüne getirdin. Seni hayatının geri kalanı boyunca sosis ayak
parmaklarıyla lanetliyorum!
BEN: Bebek doğduğunda geleceğim.
MARGOT: Söz mü??
BEN: Söz.
MARGOT: Griffin şimdiden orada mı?
BEN: Seni ilgilendirmez.
MARGOT: Teslim ol. Hayır, dur… teslim olma.
BEN: Ha. Ha.
Griffin’in beni aramasını beklerken oyalanmak için tüm sosyal medya sayfalarına göz attım. Telefonum sonunda çaldı ve Griffin’in adı ekranın üzerinde parladı. Yüzüme birdenbire yayılan geniş gülümsemeye engel olmayı denemedim bile. “Selam!” diye bağırdı arka plandaki yüksek sesli müziğin ve gürültünün üzerinden. “Selam! Neredesin?” diye sordum. “Matt’te.” Üçüncü sınıftan beri en iyi arkadaşım olan Addie dahil, Matt’in evinin arka bahçesinde ve havuz evinde takılan birçok kişinin paylaştığı sayısız gönderiyi çoktan görmüştüm. “Margot’ya gitmek için yolda mısın?” diye sordu. “Planlar değişti. Nonna ve Papa’yla kalıyorum. Ama birkaç saat daha oraya gitmek zorunda değilim.” “Ne? Seni neredeyse hiç duyamıyorum,” dedi yüksek bir sesle. “Planlar değişti!” diye bağırdım. “Burada kalıyorum.” Bas gitarın sabit ritmini duyabiliyordum fakat hangi şarkının çaldığını çıkaramadım. “Babanın seni gitmeye zorlamadığına inanamıyorum,” dedi.
“Biliyorum, garip değil mi? Buraya gelmek ister misin? Veya ben Matt’in evine gelebilirim.” Bir saniye sessiz kaldıktan sonra, “Matt’in evine gel. Herkes burada,” dedi. Bir hayal kırıklığı sızısı hissettim. “Tamam, birazdan görüşürüz,” diye karşılık verdim, ardından aramayı sonlandırdım.
Matt’in evindeki kalabalık beklediğimden büyüktü. Bugün Noel tatilinden önce okulun son günüydü ve görünüşe göre herkes kutlamaya hazırdı. Evin, çalılıkların ve ağaçların üzerine iple asılmış bir milyon ışık olmalıydı. Gerçekten, uzun süre hareketsiz duran her şeyin üzerinde ışık vardı. Çoğu kişi tişörtle şort giyiyordu ve bu durum tüm süslemelere karşın Noel havasını hissetmeyi zorlaştırıyordu. Sivrisinekleri kovalarken kış tatilinde olduğunuzu gerçek anlamda hissedemiyordunuz. Aptal Louisiana havası. Arabamı dört ev geride, bulabildiğim en yakın boş yere park ettim. Bu uzaklıktan bile Matt’in arka bahçesinden gelen bas gitarın kalın sesli ritmini duyabiliyordum. Komşuların bir saat içinde polisi araması beni şaşırtmazdı. O vakte kadar gitmiş olacağımızı umuyordum; polislerden biri kaçınılmaz olarak babamı aradığında ona anneannemle dedemin evine giden yolu yarılamış olmak yerine neden burada olduğumu açıklamak zor olurdu.
Matt’in evine vardığımda garaj yolunun yanındaki çimenlerde oturan ve tartışıyormuş gibi görünen bir oğlanla bir kız gördüm. Drama genellikle bu kadar erkenden başlamazdı. Beni fark ettiklerinde sustular ve onlara mahremiyet sağlamaya çalışarak tempomu artırdım. Müziği takip ederek arka bahçedeki havuz kenarının yolunu tuttum. Evin köşesinden dönmek üzereyken birinin kolumu çekiştirdiğini hissettim. Hemen ardından nefes kesen bir kucaklamanın içine çekildim. “Gelmeyeceğini sanıyordum!” Addie birkaç kişinin bize doğru dönmesine yetecek kadar yüksek sesle ciyakladı. “Ebeveynlerimi bensiz gitmeye ikna ettiğime inanabiliyor musun?” “İnanamıyorum! Nonna’da mı kalıyorsun?” Bir somurtmayla altdudağını çıkardı.
“Yine de seni zar zor göreceğim!” Güldüm. “Hayır, beni göreceksin. Bir planım var. Nonna gün boyunca öyle meşgul olacak ki yokluğumu hissetmeyecek bile. Buraya geri döneceğim ve birlikte zaman geçirebileceğiz.” “Ebeveynlerin öğrenirse çılgına döner. Arabanı gizlememiz gerekecek.” Addie hoplayıp zıplıyordu. “Ah! Olivia’yı da getir.
Onu uzun zamandır görmedim.” Başımı olumlu anlamda sallamakla birlikte onun benimle gelmek isteyeceğinden kuşkuluydum. Olivia birçok kuzenimden biriydi ve annemin ikiz kız kardeşi Lisa’nın kızıydı. Aramızda yalnızca iki ay vardı vardı ve eskiden aşırı yakındık ama son bir kaç yıldır birbirimizi gitgide daha az görür olmuştuk. “Olivia dükkânda Nonna’ya yardım ediyor. Sıvışabilir mi emin değilim.” Addie’nin gözleri parladı ve beni havuz kenarındaki eve sürüklemeye başladı. “Onu oradan kurtarmanın bir yolunu bulmamız gerekecek.” “Griffin’i gördün mü?” diye sordum konuyu değiştirip Olivia’dan uzaklaştırarak. “Henüz değil ama Danny ve ben de daha yeni geldik. Belki içeridedir.”
Başıyla havuz kenarındaki evi işaret etti. “Bira ister misin?” “Hayır, birazdan Nonna’nın evine araba süreceğim. Bir yerden bir şişe su bulayım,” dedim farklı yönlere ayrılırken. Addie fundalıktaki gizli fıçıya yöneldi ve ben kalabalığı yararak ilerledim. İçeri girdiğimde müziğin sesi çok yüksek olduğundan konuştuğum ilk birkaç kişi beni hiç duyamadı. Sonunda odaya girebildim ve Griffin’in birkaç arkadaşını buldum. “Sophie! N’aber?” diye bağırdı Chris, ardından bana sarılmaya çalıştı. Şimdiden beyaz atletine ve boxerına kadar soyunmuştu. Onu güvenli bir mesafede tutmak için kolumu uzattım.
Chris hep partilerde çıplak kalmaya çok yaklaşan bir tipti. Okulun Cadılar Bayramı dansına bir kovboy kılığında gelmişti ama gecenin sonunda kostümünden geriye kalan sadece dar boxerının üzerindeki bir çift deri tozluktu. Edepsiz teşhir yüzünden bir hafta okul sonrası cezaya kalmıştı. “Aynı. Griffin nerede?” diye sorduktan sonra odaya göz atmak için arkamı döndüm. Chris elini arka tarafına doğru salladı. “Oralarda bir yerde. Bira bulmaya gitti.” Başımla onayladım, sonrasında hızla Chris’in etrafından dolandım. Kalabalığın arasında ilerlemek zordu ama sonunda Griffin’i tam havuz kenarındaki evin küçük mutfağına saparken gördüm. Halka şeklinde dans eden bir grubun ortasına düştü ğümden ve Josh Peters beni kendi etrafımda birkaç kez döndürmeden gitmeme izin vermediğinden Griffin’e ulaşmam birkaç dakikamı aldı. Köşeyi dönüp de müziğin sesinin bir nebze kısık olduğu mutfağa girmek üzereyken Griffin’in, “Sophie buraya geliyor,” dediğini duydum. Beni durduran sözcükleri değildi. Onları söyleme şekliydi. Hayal kırıklığıyla doluydu.
Griffin’in en yakın arkadaşlarından biri olan Parker buzdolabından iki bira çıkarıyordu. İkisi de benim kapının hemen dışında olduğumu fark etmemişti. “Ablasının evine mi ne gitmiyor muydu?” diye sordu Parker. Griffin’in başı öne eğildi. “Öyleydi. Ama artık değil.” Kalıyor olmam sanki tatilini mahvetmiş gibi Griffin’in moralini fena hâlde bozmuştu. Bunu –bir şeyi sabırsızlıkla beklerken mutluluktan aklınız başınızdan gitmek üzereyken o şey ansızın elinizden alındığında içinize dolan o korkunç hissi– sesinde duyabiliyordum. Tatilde burada olmayacağımı düşünürken ben de bu şekilde hissetmiştim. Kalacağımı öğrendiğinde Griffin’in sesinden de bu okunuyordu. Neler oluyordu? Griffin dönmeye başladığında köşeye sıvıştım. Neden saklanıyordum ki? Hışımla oraya dalıp cevap talep etmeliydim. Oysa donakalmıştım. Beşe kadar saydım ve ardından yavaşça tekrar mutfağa baktım. “Her an burada olabilir,” dedi ama yerinden kıpırdamadı.
Parker biralardan birinin kapağını çabucak açıp Griffin’e uzattı. Griffin büyük bir yudum içti. “Peki, sorun ne?” diye sordu Parker. Belli ki Griffin’in hayal kırıklığını o da duyabiliyordu. Griffin omuz silkti. “Bir pislik gibi konuşmuş olacağım ama gideceği için bir bakıma memnundum. Bilirsin, ayrılırsak nasıl olacağının bir denemesi gibi olacaktı.” Kalbim küt küt atıyordu.
“Ondan ayrılmak mı istiyorsun?” diye sordu Parker, sonra birasından bir yudum aldı. Griffin yeniden omuz silkti. Çığlık atma arzum neredeyse karşı konulmazdı. “Sanırım.” Nefesim kesildi. Parker ve Griffin kapıya doğru döndü. Parker’ın gözleri irileşti ve bakışları benimle Griffin arasında gidip geldi. Bir an için Griffin konuşulanları duyup duymadığımı anlamaya çalıştı. Fakat yüz ifadem duymuş olduğumu belli ediyordu. Geriye doğru tökezleyerek duvara çarptıktan sonra kaçtım. Buradan çıkmak zorundaydım. Ona bakamazdım. Burada kalamazdım. “Sophie!” Griffin peşimden geliyordu ama onu atlatıp kapıya yöneldim. Gözyaşlarım akmaya başlamadan dışarı çıkmayı başaramayacağımdan korkuyordum.
Derken Addie yüzümü gördü ve dans eden insanların arasından geçip hızla yanıma geldi, beni havuz kenarındaki evden dışarı çekti. “Ne oldu?” diye sordu havuzun diğer tarafına ulaştığımızda. Yere çöktüm ve ona her şeyi anlattım. “Pislik herif,” dedi Addie. Onun peşine düşecekmiş gibi arkasını döndü. “Lütfen, buradan çıkmama yardım et,” diye yalvardım.
Tekrar bana doğru geldi. “Elbette. Gidelim.” Addie yerden kalkmama yardım etti ve bakımlı bahçede yavaş yavaş ilerledik. Gözyaşları şimdi yüzümden aşağı akıyordu ve onları durdurmaya bile çalışmıyordum. Kalbim kırılmıştı. Kırılmaktan fazlasıydı. Tuzla buz olmuştu. Benden ayrılmak istiyordu. “Ona inanamıyorum,” diye alçak sesle söylendi Addie. “O, senden ayrılacakmış, ha? Boş versene. Seninle birlikte olduğu için çok şanslı!”
Ona cevap verecek sözcükleri bulamadım. Hiç bulabilecek miyim emin değildim. Evin garaj yoluna vardığımızda Griffin’i gördük. Garaj yolunda koşarken gözleriyle sokağı tarıyordu. “Şu anda onunla konuşamam,” dedim kurbağa gibi bir sesle. Addie başıyla onayladı ve beni gölgelerin içine çektikten sonra Griffin’le yüzleşmek için kararlı adımlarla yürüdü. “Hayır. Yalnızca hayır,” dedi Addie. “Seninle konuşmak istemiyor.” Griffin’in yüzü, evin çatısının saçağına bağlı ışıklardan biri tarafından aydınlatılıyordu. Berbat görünüyordu. Suçluluk, evet ama bunun yanında o gözler üzüntüyle de doluydu. “Lütfen, Addie. Onunla konuşmalıyım.” Griffin saklandığım karanlık yere gözlerini kısarak baktı. “Lütfen, Sophie. Konuş benimle. Açıklamama izin ver. Öyle demek istemedim.” Geriye doğru bir adım attım; onun yakınında olmak istemiyordum… Bahanelerini duymak istemiyordum. Aramıza bir mesafe koymaya çalışarak ön bahçeye doğru bir sıra açelya çalısının arkasından koşarken her iki adımımdan birinde tökezliyordum. Griffin’in peşimden gelmemesini umuyordum.
Küçük bir parçam duyduklarımı alıp beni ezmeyen bir şey hâline getirene dek anlamını çarpıtmak istiyordu. Ne var ki sesindeki hayal kırıklığını duymayı bırakamıyordum. Griffin şimdi ne söylerse söylesin beni görmek istememişti. Burada benimle birlikte olmak istememişti. Arabama vardığımda paramparçaydım. Arkamda adımlar kaldırımı döverken kendimi hazırladım. “Sophie, lütfen benimle konuşur musun?” diye yalvardı Griffin. Yüzüm arabaya dönüktü. Griffin tam arkamdaydı ve Addie’nin onun arkasında bir yerde olduğunu biliyordum. Ağzım gerginleşti. “Ebeveynlerim evde kalmama izin verdiğinde çok heyecanlanmıştım çünkü tüm düşünebildiğim seninle vakit geçirmenin ne kadar eğlenceli olacağıydı.
Sadece ikimiz. Ama sen ayrılmak istiyorsun. Benden. Değil mi? Sabırsızlıkla beklediğin bu değil miydi?” Elini yumuşak bir şekilde omzuma koydu. “Arkanı dön ve benimle konuş,” dedi. Omzumu silkerek elini uzaklaştırdım. “İstediğin bu mu?” Sözcükleri bulmak için çabaladığını hissedebiliyordum. “Ne istediğimi bilmiyorum, Soph. Şu anda her şey çok kafa karıştırıcı. İlişkimiz çok ciddileşti.
Lisede son senemizdeyiz. Eğleniyor olmamız gerekirdi!” Hızla ona döndüm. “Eh, izin ver de bunu senin için kolaylaştırayım. Ayrılmak mı istiyorsun? Tamam o zaman. İlişkimiz sona erdi.” Elini bana uzattı ama sıyrıldım.
Griffin çılgına dönmüşe benziyordu ve bunun sebebinin olayın gerçekleşme şekli olduğunu düşünmeden edemiyordum. İlk önce ayrılık denemesini yaşayamamıştı. “Bekle, Sophie. Bu konuda konuşabilir miyiz? Seni seviyorum. Gerçekten seviyorum.” Sözcükleri bir darbe gibiydi. Aylardır bunları söylemesini istiyor ve bekliyordum. Bunu yapamazdım.
Burada kalamazdım. “Lütfen kal ve benimle konuş,” diye yalvardı Griffin. Dönüp arabama bindim. Motoru çalıştırdığımda Griffin sonunda kaldırıma geri çekildi ve Addie pencereye koştu. “İzin ver arabayı ben süreyim.” Ona güçsüz bir gülümsemeyle baktım. “Ben iyiyim. Seni sonra ararım, tamam mı? Seni seviyorum.” Pencereye uzandı ve bana çabucak sarıldı. “Ben de seni seviyorum.” Neyse ki Griffin mesafesini korudu. Birkaç dakika içinde I-20 yolundaydım, Shreveport’a yönelmiştim.
Nonna’nın evine vardığımda harap hâldeydim. Görünüşümü dikiz aynasından kontrol ettim ve rimeli yol yol bulaşmış yabancı bana dik dik bakarken neredeyse çığlık atıyordum. Burnum kırmızıydı, gözlerim şişmişti ve tişörtümde kurumuş sümük olduğundan epey emindim. Neyse ki ışıkların çoğu kapalıydı; yani büyük ihtimalle anneannemle dedem dışında evde kimse yoktu.
Bu evde kapıdan içeri adımını atar atmaz, uyuyan bedenlerin üstünden atlamak olağandışı değildi. Anneannemle dedemin sekiz çocuğundan altısı burada, Shreveport’ta, dördü ise bu evden birkaç blok uzaklıkta yaşıyordu. Bunun evlerine gidecekleri anlamına geleceğini düşünebilirdiniz fakat genellikle böyle olmazdı. Ama bu akşam sakin görünüyordu. Arabamı sokağa park ettim ve arka koltuktan çantamı kaptım ama cesaretimi kaybetmeden önce sadece ön kapının basamaklarına ulaşabildim. Bu şekilde içeri giremezdim. Nonna ebeveynlerimi arardı ve onlar da doğrudan buraya gelmediğim için sinirlenirdi. Aynı zamanda Griffin konusunda üzülürlerdi. Onu severlerdi.
Tüm çılgınca kurallarına rağmen annemle babam Griffin’e çoktandır ailenin bir parçası gibi davranıyorlardı. Silindir şeklindeki çantamı yastık olarak kullanıp karanlık basamaklara sırtüstü uzandım ve gözlerimi dolunaya diktim. Annemin kucağına kıvrılıp ağlamaktan başka bir şey istemeyen büyük bir parçam vardı. Bir yıl. Griffin’e harcadığım boşa zaman. Kahrolası bir yıl. Neyi gözden kaçırmıştım? İkimiz de okula odaklıydık. İkimiz de üniversiteye gitmeyi sabırsızlıkla bekliyorduk ve istediğimiz okullara girmeyi garantilemeye çalışıyorduk. İlişkimizin ikimizi de mutlu ettiğini sanıyordum. Ama belli ki Griffin benimle birlikteyken eğlenmiyordu. “Tüm gece dışarıda mı kalacaksın yoksa içeri gelip ne olduğunu bana anlatacak mısın?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap Adı10 Sürpriz Randevu
- Sayfa Sayısı272
- Yazar Ashley Elston
- ISBN9786257973687
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pi’nin Yaşamı ~ Yann Martel
Pi’nin Yaşamı
Yann Martel
Bir yük gemisinin trajik şekilde batmasının ardından, bir filika uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız kalır. Sandalın, hayatta kalmayı başarabilen mürettebatı bir sırtlan,...
- Şer Saati ~ Gabriel Garcia Marquez
Şer Saati
Gabriel Garcia Marquez
Adı belirsiz bir Güney Amerika ülkesinin adı belirsiz bir kasabasında, yağışlı, bunaltıcı bir sonbahar. Sıcak dayanılır gibi değil, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, fareler kilisenin...
- Ay Sarayı ~ Paul Auster
Ay Sarayı
Paul Auster
“Ay Sarayı”, yeni Amerikan romanının en ilginç, en yetenekli yazarlarından biri sayılan “Paul Auster”ın en beğenilen romanı. Romanın başkişisi olan “Marco Stanley Fogg”, artık...