Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Abdülhamid Son Hükümdar
Abdülhamid Son Hükümdar

Abdülhamid Son Hükümdar

Okay Tiryakioğlu

Tarihi romanlarıyla bestseller listelerine taht kuran ödüllü yazar Okay Tiryakioğludan çok konuşulacak, sürükleyici bir roman daha! Abdülhamid ile Osmanlı tarihinin en çok merak edilen…

Tarihi romanlarıyla bestseller listelerine taht kuran ödüllü yazar Okay Tiryakioğludan çok konuşulacak, sürükleyici bir roman daha! Abdülhamid ile Osmanlı tarihinin en çok merak edilen yıllarına kapı aralamaya hazır olun! Sultan II. Abdülhamidin sırlarla dolu dünyasına açılan bu kapıdan girdiğinizde kendinizi Ulu Sultanın tartışmalar yaratan politikaları arasında koştururken bulacaksınız. Yıllarca Kardeşlik Örgütünde eğitim almış üç anarşist yoldaş eşliğinde Pariste başlayan bu gizli serüven, soluk soluğa bir kovalamacanın ardından İstanbuldaki suikasta uzanacak. Tam her şey bitti derken kendinizi asıl hikâyenin içinde, Sultan Abdülhamidin karşısında bulacaksınız. İşte şimdi aklınıza takılan soruları sorma vaktidir: 93 Harbinde neler yaşandı? Filistin meselesi nedir? Meşrutiyete geçiş nasıl cereyan etti? Meclis-i Mebusan neden dağıtıldı? Ve 31 Mart Olayı Padişah ile genç yoldaşlar hararet içerisinde tartışırken siz de bizzat saraydaymış gibi akıl oyunlarına kapılacak; dostun, düşmanın, ihanetin ve sevdanın nereden çıkacağı belli olmayan bu sürükleyici romanda başrolü oynayacaksınız.

I. BÖLÜM ŞEHRİN ÜZERİNDEKİ GÖLGE

I

“Her şeyi derinden duyan ama garip şekilde ezilmiş bazı insanlar vardır. ” Dostoyevski (Karamazov Kardeşler)

21 Haziran 1905 Çarşamba – Büyükçekmece/Çetros

iskarpinlerimizin patırtısı, soluklarımızın ezelî çağıltısına karışıyor biz koşarken. Tökezliyor, düşecek gibi oluyoruz… Ama hayır; toparlanıyoruz her defasında. Gecenin ılık, nemli esintisi; yoğun bir tuz, tatlıyosun ve barut kokusuyla birlikte çarpıyor alev alev yüzlerimize. Zihnime hâkim olabildiğim o geçici anlarda, arkadaşlarımın benden daha deneyimli olduklarını düşünüyor, az da olsa gevşemeye çalışıyorum; ama imkânsız bu. Bereli alnımdan tozlu yanaklarıma, oradan da kavruk dudaklarıma ve damağıma süzülen yakıcı ter, midemden yükselen safranın kekre tadına karışıyor. Çaresiz daha da bulanıyor içim. Hemen yakınlarımdaki baygınlık, fotoğraf makinelerinin magnezyum flaşlarına benzer parlak ışıklar patlatıyor gözümde. Bir ara tamamen kör oluyor ama her nasılsa koşmayı sürdürüyorum. Arkadaşlarımın solukları rehberim oluyor. Sonra, bizleri ezelden beridir takip eden o habis hayaletlerin sinsice gezindiği, kör pencereleriyle istihza yüklü suratları andıran evlerle dolu zifiri karanlık bir sokağa giriyoruz. Bu yoktu planda… Ama artık bir plan kalmış mıydı acaba?

Gece, şimdi hunhar niyetiyle civarımızda gezinen kelle avcıları kadar kalleş. Hayalle gerçek öyle bir hızla yitiriyor ki nazik ayrımını, baygınlığın o kuzguni ama rahatlatıcı kollarını hasretle bekliyorum. O anda dahi merak ediyorum; bizlere ihtimamla öğretilen kurtuluşa dair onca formülün, panik anında bir işe yarayacağına gerçekten de inanmış mıydık? Göğüslerimiz demirci körükleri gibi gürültüyle inip kalkar, artık yalnızca kendi nefislerimizin telaşıyla birbirimizi çiğnerken, tüm o temel prensiplerden ne kalmıştı geriye?

Olsun… Bulunur. ‘Her zaman bir çıkış vardır,’ derdi o; eğitimimiz Paris’in varoşlarından Roma’nın daracık sokaklarına sürerken, hatta Berlin’de Reichstag’ın önünde bizi içtimaya çekip kalabalıkların karşısında azarlarken dahi. ‘Son çıkış yolu, bedenini geride bırakıp kaçmaktır’ demişti bir keresinde Madrid’de bir geceyarısı. Gölgeli dudaklarında o gülüş. Fedainin bıçak izi tebessümü. ‘Ama diğerlerinin yaptığı gibi, korkakça siyanür hapı içerek ya da kafanıza bir kurşun sıkarak değil, gerçeklerle asilce yüzleşerek. Ölümünüz, rumuzunuz olmalıdır. Gerçekteyse bir kertenkelenin kuyruğunu bırakıp kaçması gibidir sefil bedenlerinizden ayrılışınız; hepsi bu. işte o kadar değersizdir hayatlarınız, davanızın yanında. O kadar değersiz. O kadar alçak.’

Ve benim işte bu kan. Bir başkasından bulaşmadı üzerime. Kendi kanım. Günlerce, gecelerce nice zorluğa göğüs germedik mi? Susmadık mı yüzlerce kelimenin berisinden? Dişimizi sıkmadık mı? Şimdi kanıyor bedenim bak; davamız için. Ölüyorum işte, soluğumu çalıyor çocukluğumun umacıları; davamız için. Kefensiz, merasimsiz gömülecek cesetlerimiz. Bilinmeyen, menfur bir yerlere savrulacak parça parça. Ya da deniz canavarlarına yem olacak çileli gözlerimiz. işte. işte hepsi davamız için Öğretmen; davamız için.

‘Eğer başaramazsanız size şefkatle açılmayacak bu kollar’ demişti; elinde, sırtlarımızı nice kereler dağlamış pars derisi kamçısı. Neresiydi burası? Prag mı? Bratislava mı? Tuna boyundaki ıssız adalardan biri mi?

Yalancı şefkatin de senin olsun rezil! ihtiyacımız yok, azmettik çünkü biz. Azmettik. Gelecek için. Özgür bir dünya için.

Hişş. Sus, yeter!

‘Ruhunuz da bedeniniz de benim’ derken, nasıl da tiksinir-dim ondan. Elinde kamçısı, üzerinde ustura gibi keskin çizgileriyle beni öfkeden kudurtacak kadar şık görünen haki üniforması; bir Prusya generali edasıyla ağır adımlarla yürür, kamçısının ucunu pırıl pırıl çizmelerinin konçlarında çalımlı çalımlı şaklatırdı. Ama bilemezdik; gerçekten de asker mi, yoksa yalnızca bir fedai eskisi mi? Üniformasında hiçbir nişan ya da arma bulunmazdı çünkü. Ama hayır, eğitim bitti artık. Eğitim bitti Öğretmen ve ben sana ait değilim.

Yalvarırım sus! Düşünme, sus! “Bekleyebilen için her şey iyi sonuç verir,” demiyor muydu Tolstoy? Sen ulu çınar. Fikrinin dalları ince ince dokunur yüreğime.

Ama istediğin hâlâ acı çekmemse Öğretmen, düş bakalım peşime; çünkü asla haykırmayacağım. Ve yalvarmayacağım asla, hor gören gözlerinden kurtulmak için. Hayır. Çünkü ne o tıknaz ve amansızca güçlü bedenin ne de alayların umurumda olacak. Düştüğüm yerde olacağım ben Öğretmen. Düştüğüm yerde sessizce öleceğim ben.

Karanlıkların içinde daha da karanlık bir yerlerin, belki de bir sundurmanın, sıcağın tesiriyle çürümüş ahşap kokulu ve küflü tahtaların altına doğru sürükleniyor bitkin bedenim. Taşlar, molozlar ve sivri, keskin çıkıntılar örseliyor her yerimi. Koltuklarımın altındaki güçlü eller dostlarımın olmalı. Zaman, ağır kıvamlı ve kerih bir sıvı gibi sarılıyor bitkin bedenime; bir saniyenin hükmü binlerce yıla vuruyor boyunduruğunu. Bense tamamıyla bırakıyorum kendimi artık.

Kendi kanımın içinde boğulur gibi hissederken yenik gövdemi, keçeleşmiş dilim geriye doğru kıvrılıyor, nefesimi kesiyor. Kanımla birlikte dilimi de tükürüyorum sanki her defasında. Sonra kısa süre için her yer kararıyor.

II. BÖLÜM KİMİM BEN?

I

“İyi yürekle daha derinden hıçkırılır. ” İvo Andriç (Sürgünden Notlar)

22 Haziran1905 Perşembe

Günbegün büyüyen evhamlarım, mermer lahitleri parçalayan incecik filizler gibi sabırla yeşeriyordu içimde. inkâr edemiyordum bunu. Ancak umursayan yoktu çok şükür beni. Delişmenliğime ve kör cesaretime, sonuçlarına hiç aldırmayan kapkara öfkeme öylesine vurgundular ki onlar, bu yüzden bendeki değişimin soğuk rüzgârlarını hissedemiyorlardı. Zira içimde nasıl fırtınalar koparsa kopsun yüzümdeki ifade hiçbir değişikliğe uğramaz. Oldum olası böyleydim.

Benimle birlikte küreklere asılan diğer çömez, Şar Dağları’nın soğuk rüzgârı Kalkandelenli Yüzbaşı Sarı Suat Bey tam karşımda uyukluyordu. Manastır idadisi’nin ve Berlin Harp Akademisi’nin yüz akı, en yakın arkadaşımdı. O da benim gibi yirmi yedisin-deydi; ancak zulme ve zalime karşı ‘özgürlük’ namına; tüm liberal, bir üst bilinç ve kültür kademesindeki sosyalist ve anarşist devrimciler adına; ta 1789 Fransız ihtilali’nden bu yana çarpışan o dev yüreklerden biriydi. 1871 Paris Komünü’nün barikatlarında kahramanca vuruşarak, topluca Versay’cıların katliamlarına maruz kalan, fakat davalarından dönmeye yanaşmayanların o ölümsüz ruhlarının meşaleleri hâlâ yanıyordu gururlu göğsünde.

Sarı saçları, ak teni ve ufak tefek yapısıyla benim tam zıddımdı. Ben ne kadar ince, uzun ve esmersem, o da o kadar iliğine dolgun, tıknaz ve sarışındı. Ancak Arnavutların o çetin karakteri, her an kullanılmaya hazır bir pusat gibi yansırdı cehennem karası gözlerinden. Uzun zamandır ziyaretine dahi gitmediği ihtiyar bir anneciği vardı hayatta benim gibi, bir de mini timini yitirdiği Hulki isimli bir ağabeyi. Çocukluk yıllarında yaşadığı onca yokluğun, ezilmişliğin ve örselenmişliğin intikamını almak istercesine, hayatla inatlaşır gibi yaşardı.

Sandalın dümeninde oturan İsmail Çavuş ise bizim gibi Makedonyalı değildi. Aslı Yunan göçmeniydi ve atadan dededen alaylı askerdi. Dokuz kardeşin en küçüğüydü ve bahsetmesine bakılırsa içlerindeki tek askerdi. Otuz beş yaşındaydı ama yılların ve şartların hoyrat ıspatulasıyla beyaz tenli yüzüne kazınmış çizgiler, en aşağı kırklarının sonunda olduğunu fısıldardı muhataplarına. Ancak sırık hamalı misali geniş omuzları ve masif bir kaya kütlesini andıran iri fakat ölçülü bedeniyle ömrümde gördüğüm en güçlü insandı. Hiç evlenmemişti. Eski yeniçeriler gibi ömrü ordugâhlarda ve harp meydanlarında köksüz, yurtsuz geçmiş gitmişti. Yakınları sağ olup olmadığını dahi bilmiyorlardı. “Bilseler dahi çok da umurlarında olmaz,” derdi efkârlandığında, “kimseye hayrımız olmadı ki bu yaşımıza kadar; artık kimse iplemez bizi. Bir tek anacığıma üzülürüm. Nerededir, ne haldedir bilmem… Bilemem…”

Bu yüzden beş yıllık zorunlu askerlik hizmetinin ardından malulen tekaüde ayrılmış, ancak ne yapıp etmiş, araya bir yığın nüfuzlu tanıdık sokarak orduda kalmayı başarmış, onurlu bir adamdı. Berlin’de tanıştığımızda o, akademideki Harp Tarihi hocalarımızdan Miralay Macit Şevki Bey’in emir eriydi. Kendi halinde, ancak hoş sohbet ve çoğu zaman dertli tavırları Suat’ı da beni de çok etkilemişti. Genel anlamda ağır, ancak hedeflediği konunun peşini bir an olsun bırakmayan inatçı bir karakteri vardı. Biz izinli olarak Paris’e geldiğimizde, onun İttihat ve Terakki’nin merkezinde iki aydan beri bizi beklediğini görmüş, pek sevinmiştik.

1894-1896 yılları arasında Doğu Anadolu’da, Ruslar ve Fransızların destekleriyle büyük katliamlara girişen Ermeni şakilere karşı oluşturulmuş Hamidiye Alayları’nda görev yapmıştı İsmail. O günlerden bahis açıldığında al yanakları solar, iri omuzları çöküverirdi. Biz de onu zorlayan bu bahse hiç değinmeden, çoğu zaman etrafından dolaşmakla yetinirdik.

Ancak Paris’ten yola çıkmadan kısa bir süre önce, küçük bir bistroda kafalarımızı epeyi dumanladığımız yağmurlu bir gecenin sonunda, “Ermeni Hınçak ve bayrağı onlardan devralmak üzere olan Taşnak örgütleri düzenli ordular haline gelmişlerdi,” demişti bir ara apansız. Kederli yüzü, buğulu ıslak camların dışına, bis-torunun parlak renkli ışıklarıyla aydınlanan kaldırımlara ve ıssız sokağa çevriliydi.

Küfelik haline yorup pek önemsemedik önce dediklerini, ancak dikkat uyandıran ciddi sözleri devam etti, “Rusya’nın şark illerimizdeki emelleri ve işgal hazırlıkları aleni bir hal almıştı. Bunun üzerine Devlet-i Âliyye, bölgede huzurun sağlanması, isyancıların ortadan kaldırılması ve Rus işgaline karşı koyabilmek…” Bir an düşünceli bir tavırla sustu. “Hatta. Hatta asayişin bozulmasına neden olan, bir kısmı bağımsızlık talebindeki Kürt aşiretlerini de denetime alabilmek amacıyla halktan silahlı güçler oluşturmaya karar verdi. Abdülhamid’in bu işe iyi niyetle giriştiğini biliyorduk.” Garsona boşalmış kulplu bardağını işaret ederek devam etti, “En zoruma giden neydi biliyor musunuz yoldaşlar? Fransız ajanlarının bölgede cirit atmaları. 1870 Sedan Muharebesi’nde, bir manga Alman askerine, İmparatorları III. Napolyon’u teslim etmek zorunda kalmış Fransız ordusunun ve toplumunun kanına işleyen hicap öylesine büyüktü ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yeni baştan şekillendirilmesinde başrolü oynamak, sanki kırılan o meşhur Fransız gururunu tekrardan tesis edebilecekti. Mürzsteg Reformundan önceki günleri hatırlayın hele;

Fransızların başını çektiği Avrupalılar Mayıs 1895’te istanbul’a yine nota tarzında bir reform paketi dayattılar. Özerk bir Ermenistan istiyorlardı.”

Suat, gramofondan Enrico Caruso’nun sesi duyulmaya başlamışken atıldı, “Şimdi sen, Sünni Kürtlerden mürekkep Hamidiye Alayları’nın o korkunç vahşetine destek vermesinde Abdülhamid’i haklı mı bulursun? Abdülhamid’in Pan islamist politikalarının ne derece zararlı ve tehlikeli olduğuna en sarih delildir Hamidiye Alayları. Zira Kürtlerin bu birliklere katılış sebebi Türklere destek olmak değil, bir fırsatını bulup, muhtemelen isyanlar bastırıldıktan sonra, ezelden beri zenginliklerini kıskandıkları Ermenilere ait çift çubuk ne varsa el koymak, gasp etmekti.”

Caruso, eşsiz tenor sesiyle notalara hükmediyor, bizde düşünceli bir sessizliğe gömülmüş düşünüyorduk.

ismail tekrar konuşmaya başladığında, Suat da ben de irkildik bir an, çünkü sızıp kaldığını sanmıştık. Ancak sesinin berrak tonu, aklının başında olduğunun deliliydi. “Şeyh Şamil’in torunlarından Dördüncü Ordu Kumandanı Müşir Mehmet Zeki Paşa, Sultan Abdülhamid’in büyük teveccühünü kazanmış değerli bir askerdir. Zeki Paşa, Van, Erzurum ve Bitlis’i kapsayan geniş bir doğu vilayetleri seyahatinden dönüşünde Padişah’ın huzuruna çıkar ve zaten beklediği o soruya muhatap olur: Anadolu’yu nasıl buldunuz Paşa?”

“Paşa, sıkıntılı bir ifadeyle yanıtlar Sultan’ı: Anadolu, tümden ihmal edilmiş, harap bir diyardır Efendimiz.”

“Bilirim, der Sultan, ama Allah’a malum ya, elimden geleni yapıyorum. Yüzyılların çalkantıları, iktisadi, idari ve elbette ki içtimai dengesizlikler ve kendi derdine düşmüş merkezin ilgisizliği tüketmiştir Anadolu’yu. Ama her şey bir anda düzelmiyor ki Paşa.”

“Hakkı âliniz var Efendi’miz, diyerek devam eder Paşa, Saa-detli döneminizle birlikte başlayan ve aralıksız süren iktisadi ve içtimai yatırımları, tarihi süresince kaydetmemiştir fakir Anadolu. Yapılan ve yapılmakta olanların şüphesiz inkâra gelir yanı yoktur.

Ancak, hudutlarımızda gitgide faaliyetleri artan Rusların teşkilatlanmadaki o muhteşem becerilerini örnek alabilmeyiz kendimize. Misal, Kazak kabilelerini tertipleme yöntemleri hakikaten muhteşem. Ruslar, bu ileri örgütlenme yapıları sayesinde, hudutları içindeki kabilelerden pek çok istifade edebiliyorlar. Bunları düzenli olarak silahaltına almıyorlar ama yılın bir buçuk ayı ordugâhlarda cem edip, hızlandırılmış seviyede askerî talim ve terbiyeye tabi tutuyorlar. Sonra hepsini yine serbest bırakıyorlar ki, bağ, bahçe ve tarlalarına, sürülerinin başına dönebilsinler.” Suat ile birbirimize bakıyorduk. “İşte senin şimdi övdüğün bu yapı sebep oldu, Abdülhamid’in dünya kamuoyunda ‘Kızıl Sultan’ olarak anılmasına,” dedi Suat, istihzayla kısılmış gözlerini İsmail’e dikerek, “O bahsettiğin alaylar yalnızca Ermenilerin değil, bîgünah Alevilerin de ocağına inciri dikti. Bugün bizi milletlerarası kamuoyunda küçük düşürecek ve çağlar boyu karşılıklı düşmanlıkları bileyecek pek çok rezalete imza attılar.” “Düşmanlığın senin gözünü karartıyor Suat,” diye çıkıştı usulca İsmail. Ak tenine öfkenin harı dokunmuştu. “Hamidiye Alayları’nın amacı, merkezi teşkilatı çözülmeye yüz tutmuş, tebaası tarafından hunharca parçalanmaya kalkışılmış kadim bir devletin kendine bağlı unsurları öz güvenliği adına tertiplemesidir. O yıllarda sizler ve aileleriniz ancak yabancı güdümündeki matbuattan takip edebildiniz olan biteni. Bunların çoğu da propaganda amacıyla kaleme alınan mübalâğalı yazılardı. Peki, Rus silahları ve Fransız sermayesiyle kibirlenen kukla Ermeni çetelerinin mezalimi hakkında neler okudunuz yoldaşlar? Cevap verebilir misiniz? Abdülhamid’in bu yumuşak merkezîleştirme politikası, Kürt aşiretleri, devlete olmasa bile hiç değilse Halife’ye bağlamayı başardı. Öyle ki Kürt-ler, Abdülhamid’i ‘Bave Kurdan’ (Kürtlerin Babası) olarak adlandırırlar. İnanıyorum ki bu strateji olmasaydı, Kürt aşiretlerinin dahi aşırı giden milliyetçi ve toprak talep eden tavırlarından ziyadesiyle bunalmış olurduk. Hem aslında, ehli insafa bunu anlatmak dert değil biliyor musun Suat Kumandan?”

IV. BÖLÜM SUİKAST

I

“Ne önemi var kurbanların, cinayet güzelse!

Yığınların ölümünün ne önemi var, bireyin önemi ortaya çıkıyorsa”

Laurrent Taillant

21 Temmuz 1905 Cuma

Nasıl geçti o günler? Parlak spotların, tozlu ışıkları altındaki bir tiyatro sahnesinin tam ortasında, meraklı ve bir o kadar da nefret dolu yüzlerce gözün bakışları karşısında sürüyordu sanki tatbikatlarımız. Madden ve manen tükenişim bir öte kademeye sıçramış; tuhaf, belki de ‘tehlikeli’ denebilecek seviyede bir hissizlik ve boş vermişlik hali kaplamıştı varlığımı. Somaki bir eski zaman aynasının sırrı dökülmüş, nefti yüzünden bakıyordum çoğu zaman kendime. Soğuk ışıklar sarmıştı aksimin etrafını. Ömrünü, bitmeyecek bir kışın tam ortasında geçirmeye mahkûm, kederli bir adamın yüzüydü bu gördüğüm. Her gün biraz daha yorgun ve anlamsızdım; her gün biraz daha vazgeçmiş ve uzak.

Genellikle Polonezköy ya da Kâğıthane civarlarındaki boş arsalar ve metruk evlerde çalışıyor, mutat gerilla eğitimlerimizi de aralıksız sürdürüyorduk. Ne kadar istesek de tamamen yalnız olamıyorduk. Taşnak komitacılarından mutlaka bir ya da ikisi her şart altında beraberimizdeydiler. Mikaelyan’ın yeğeni Alis bile geliyordu kimi zamanlar. Normalde bize yemek pişirmek ve dışarı çıkışlarımızda yanımızda bulunarak, güvenlik güçlerinin dikkatlerinin üzerimize toplanmasına mani olmaktan başka görevi olmayan Alis, koluna takıp getirdiği piknik sepetindeki sürprizlerle yorucu çalışmaların taze soluğuydu.

Riva Çayı taraflarında bir de çiftliği vardı cemiyetin. Yirmi beş dönüm ormanlık arazinin ortasında, iki katlı kâgir bir konak, ahşap müştemilatlar ve hayvan barınaklardan ibaret küçük bir çiftlik, ailesiyle birlikte yaşayan bir de bekçi vardı içeride.

Konağın toprak altındaki, rutubet, küf ve güherçile kokulu kilerini oluşturan odacıklarının ve dar koridorlarının altına, mühimmat istiflemek için depolar kazılmıştı. Bir orduyu donatacak kadar muhtelif kalibrelerde pırıl pırıl tabanca ve tüfeğin, fıçı fıçı barutun, el bombalarının ve patlayıcı düzeneklerinin olduğunu hayretle gördüm. işin asıl ilginç tarafı, bunları eğitimlerimiz için dilediğimiz kadar kullanabileceğimiz söylenmişti. Örgütün maddi ve siyasi gücünün sınırsızlığına dalalet ediyordu bu göz kamaştırıcı durum. Ya da bilakis, güçlerini abartılı bir şekilde ifade edip bize nazire yapmayı amaçlıyorlardı. Ancak Riva vadisinin nemli havası barutları ıslatmış, bakımları ihmal edilmiş silahların aksamlarını da paslandırmaya başlamıştı. Binlerce ingiliz altını demek olan bu muazzam cephaneliği, hiç umursamadan çürümeye terk etmişti adamlar. işte müttefiklerimizin gücü hakkında beni asıl etkileyen, sahip oldukları değil, sahip olduklarını kolayca harcayabilecek bu umursamaz tavırlarıydı.

Civardaki ormanlar ve yankı oluşturmayan alçak tepeler her türlü silahlı eğitime müsaitti. Bu havalide o kadar çok manevra yaptık ki, birbirine benzeyen çıldırtıcı saatler ve günler boyunca, içimdeki boş vermişlik hissi, ayaklarımın altında yavaş yavaş beliren kapkaranlık, zehirli bir kuyuya dönüştü. Aklımı yarı yarıya yitirmiş gibiydim. Hiçbir tehlikeden çekmiyordum kendimi. Çoğu zaman yüzümde tuhaf bir gülümseme vardı ve istesem de silinmiyordu. Karakterim, tüyler ürpertici bir kırılmaya uğramış, her zamankinden apayrı biri olup çıkmıştım. Düşünmemeye gayret ediyordum oysaki. Kendimi yalnızca işime vermeye çalışıyor, tüm gücümle yaşadığım ana odaklanmaya çabalıyordum.

Cemiyetin iftiralarıyla, ailemin ve benim şereflerimizin kirletilmesine izin vermeyecektim, işte umursadığım tek şey buydu gerçekte. Hele ki bir şehit oğluyken; evet, bir şehit evladıyken buna müsaade etmem asla söz konusu olamazdı. Babamın ismi hatırına tahammül etmeli, sonuna kadar dişimi sıkmalıydım. Devri geçmiş bir müstebitin kanı buna değmezdi.

Ancak akşamları yorgun argın çiftlik evine döndüğümüzde ya da Alis’in tatbikat alanına geldiği zamanlarda bir başka hissetmeye başlamıştım kendimi. Onun yanındayken umutsuzluğumun hafif bir sis tabakasının gerisinde solduğunu, fecrin ilk ışıklarını andıran belli belirsiz kızıl bir ağartının derunumun kuytularını aydınlatmaya başladığını hissediyordum. Güzel bir kız değildi oysaki Alis. Şirindi evet, fakat güzel. Hayır!.. Lakin burada ruhumu kavrayan asıl önemli husus şuydu; Alis benim uzun zamandır unuttuğum mucizevi bir şeyi, pek tabii bir halde başarabiliyordu: Harika bir şekilde gülümsüyordu ve gülümsemeyi beceren tüm genç kızlar istisnasız güzeldir.

Zaman zaman, İstanbul’un, düşlerimizde Gallant’ın Binbir Gece Masalları’yla yoğrulmuş sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Bugüne kadar okuduğumuz ve işittiğimiz İstanbul’u büyük bir değişim sürecinin ortasında yakaladığımız aşikârdı. II. Mahmut’un, 1826 yılında yeniçeri ocağını lağıv etmesiyle başlayan o zorunlu asrileşme süreci, 1839’da Tanzimat Fermanı olarak da adlandırılan Gülhane Hattı Hümayunu ile kemale ermişti. Milliyetçilik akımlarıyla kıpırdanmaya başlayan gayrimüslimlerle, öteden beri onların iktisadi önderliğinde yaşamak mecburiyetinde kalmış Müslüman tebaayı ‘Osmanlılık’ potasında eritme fikri, o günlerde atılabilecek en makul adımların samimi bir başlangıcıydı. Ancak sarahatle görülebiliyordu ki, Devlet-i Âliyye’yi yıkıma doğru sürükleyen günlerin mukaddimesi de yine aynı günlerde yazılmaya başlanmıştı.

Parça biter bitmez, “Haydi,” diye emretti Hünkâr, “şimdi gidebilirsiniz. Bu gece uyumayacak, sabaha kadar bu parça üzerinde çalışacaksınız. Zira çalışmak duadır ve başarının anahtarıdır.” Şehzade çıkar çıkmaz, hayretimin puslu zirvelerinde başımı iyice döndürecek mahcup bir tavırla bize baktı ve “Alaturka müziği, bilhassa klasik eserlerimizi pek severim,” dedi Sultan, “ancak alaturka biraz fazla kederli gelir bana; bu sebepten, ben de merhum babam gibi daha ziyade alafranga müziği tercih ediyorum.” Sonra yarı pişman bir ifade ve süzgün bir tebessümle ellerini hafifçe kaldırdı, “Bunu bilen Avrupalı kompozitörler sarayı beste yağmuruna tutarlar. Maksatları İhsan-ı Şahane’ye ya da bir nişana kavuşabilmektir. Yalnızca bir teşekkür mektubu alınca buna gücenirler ancak biz yine de her birine şükran mektubu göndeririz; aksi takdirde bu işin önünü almamız mümkün olmaz. Zaten 1892 senesinde saray dâhilinde kurdurduğum ve bünyesinde üç yüz elli kişinin çalıştığı Musiki Mektebi pek çok yetenekli besteci yetiştirmektedir ki ileride bunların isimleri saygıyla anılacaktır.” Başımın dönüğü o uçsuz bucaksız zirvelerin kıyısında tökezler gibi oldum bir an ve gözlerimi sımsıkı yumdum. Galvanik bir pilden gelen akıma kapılmış gibi titremiştim olduğum yerde.

III

Kanadındaki ince arabesk süslemelerin, Hünkâr’ın bizzat kendisi tarafından yapıldığını öğrendiğim yüksek kapı kapatıldı. Ardından Hünkâr tekrar gelip yerine oturdu ve hafifçe iç geçirerek, “Evet,” dedi yine mütebessim, “kim bilir hakkımda neler neler işittiniz yiğitler. Taşnakların ve Masonların deyimiyle ‘Kızıl Sultan’ Abdülhamid-i Sani işte benim. Öldürmek istediğiniz kişinin ta kendisi yani çocuklar.”

“Sizi, sandığınız gibi sorgulamak için çağırmadım buraya, o Zaptiye Nazırı ve polis şeflerinin işi. Ben yalnızca, hiç tanımadığınız birini öldürmeye kalkmış olmanızı istemedim. Bu sonradan yüreğinizde acı bir çelişkiye sebep olabilir, inanın elem ve pişmanlığa dönüşebilirdi. Belki bana söylemek, sormak istediğiniz yarım kalan bir şeyler vardır içinizde. işte karşınızdayım şimdi. Zira insanın korktuğu ya da nefret ettiği birinin yüzünü görmesi iyidir. Bu onun iç dünyasında sakinleştirici bir tesir uyandırır ve öfkesini makul boyutlara indirir. Daha da iyisi, kendi kendisini sorgulamasına yardımcı olur. Tabii bu sizin için olduğu kadar benim için de geçerli bir durum. Benim istediğimse, yüzlerimizi görmekten bir adım daha ötesi; küçük bir sohbetle birbirimizi az da olsa anlayabilmek. Hem benimle görüşmek için aylar öncesinden saray kâtipliğine başvuran, yığınla mevzuatı aşmak mecburiyetinde olan onca insandan çok daha ayrıcalıklı durumdasınız.” Paşa’ya bakarak yumuşacık bir ifadeyle gülümsedi ve tekrar bize döndü, “Çekinmeyin rica ederim. Bana soracağınız her soruya içtenlikle cevap vermeye hazırım.”

Bu ongun sözlerin ardından derin ve bana çok ezici gelen bir sessizlik başladı.

“Size yardımcı olayım,” dedi Hünkâr, iç ferahlatan o dingin sesiyle, “Sen Kolağası Saim Nurettin Bey; yirmi yedi yaşındasın, Midilli’de şehit düşen gazeteci Kemal Naci Bey’in oğlusun ve sen ismail Çavuş; otuz beş yaşındasın. Baban Ali Suavi vakası esnasında öldürülmüş olan Nur Sami Bey. Alaylı ama yetenekli bir askersin. Berlin’deyken, akademi Harp Tarihi hocalarından Miralay Macit Şevki Bey’in emir eriydin. Beraber yurda girdiğiniz Kalkandelenli Suat Bey aranızda yok şu an. Firari ama eşkâli elimizde. Ve sen Edward Jorris; Belçikalısın, 1876 Anvers doğumlusun. iyi Türkçe biliyorsun. Girdiğin hiçbir işte sonuna kadar sebat edememişsin. Singer fabrikalarında bile Kardeşlik’in dayatması ve desteğiyle çalışan bir ustabaşısın. Patlayıcılar uzmanlık alanın. Her birinizin aileleriyle bağları kopuk. Köklerini yitirmiş, gerçekte acınacak durumda olan kayıp çocuklarsınız her biriniz. Lakin tehlikeli oyunlar oynayan çocuklar.”

Soluklarımızı tutmuş, kaskatı bir halde öylece dikiliyorduk. Hünkâr’ın istihbarat teşkilatı, suikastı haber almakta geç kalmıştı belki, ancak failleri ve olayı çözmekte müthiş bir süratle davranıyordu.

Hünkâr devam etti, “Sizin için şüpheli olan vatanperverliğimden bir örnek vermemi ister misiniz evlatlarım? Theodor Herzl ismini iyi bilirsiniz. Fransa’da, üçüncü cumhuriyetin yüz karası kabul edilen Dreyfus Vakası, aynı zamanda Herzl’in dinî bir itikattan, siyasi harekete dönüştürdüğü Siyonizm’in yükselişinin de başlangıcı olmuştur. Şimdi bu fikrin takipçileri ya da daha doğru bir deyişle ‘yağmacıları’, ekonomik ve siyasi yaptırım güçleriyle tüm dünyada belli başlı noktaları ellerinde tutuyorlar. Zatımızın fâni varlığının ortadan kaldırılmasının, bu meyanda en çok Filistin topraklarını arzulayan Siyonistlerin işine yarayacağı sarih bir hakikattir.”

“Oysaki masum Musevilerin yeryüzünde bunca zulüm görmeleri şahsımızı dahi ziyadesiyle üzer. Zira biz hiç kimsenin haksız yere sıkıntıya uğramasını, kılına halel gelmesini istemeyiz. Bu sebepten onlara vilayetlerimizde özgürce yerleşebilmeleri için her zaman ruhsat vermişizdir. Zira 1492 senesinde İspanya’da Torkameda’nın engizisyonundan kaçmak mecburiyetinde kalan Seferad Yahudilerine kucak açan atam II. Bayezid Han’dan bu yana, Türk yurdunda huzur ve barış içinde yaşamışlar, önemli mevkilere yükselebilmişlerdir. Atam Kanuni Sultan Süleyman, oğlu II. Selim Han’a bir Yahudi kızı alarak, onları asla tecrit etmeyeceğini ve diğer tebaasından gayrı tutmayacağını büyük bir âlicenaplıkla göstermiştir.”

“Refikimiz Çar II. Aleksandır’ın katli sonrası doğan güvensizlik ortamında faturanın tümden Yahudilere kesilmesi elbette ki bize de doğru görünmez. Hangi vicdan bu insanların çektiklerini onaylayabilir? Fakat devrimci grupların arkasındaki fikir babalarının etnik kimlikleri, daha ilk bakışta zihinlerimizde açıkça soru işaretleri oluşturur. Ayrıca Herzl’in kimi yerlerde yaptığı bir kısım gizli anlaşmalarla ilgili öyle belgeler ulaşmaktadır ki şahsıma, bunları beynelmilel kamuoyu ile paylaşacak olsam, ortalığın nasıl toz duman olacağını şu anda ben dahi kestiremiyorum. Lakin

Suat’ın, tabancasının horozunu kaldırdığını gördüm ve içimde o güne kadar hiç yaşamadığım, garip bir kıpırdanma oldu.

“Ya o silahı indir,” dedim, “ya da olacakların sonuçlarına katlan, çünkü bizim kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.”

Son bir kez daha çabaladı Suat, “Her şeyi kurtarabiliriz çocuklar, inanın geç kalmadık. İttihat ve Terakki çok yakında bir ihtilalle iktidarı ele geçirecek. Yalnızca hükümetlere yön vererek değil, kendi içinden bir hükümet çıkarıp yürütmeye hâkim olacak.”

“Vazgeç bu sevdadan Suat!”

“Mutlak güçten bahsediyorum burada.” Suat namluyu kaldırdı, “Sonsuz güçten.”

İsmail’le aynı anda savurduk bıçaklarımızı.

IV

Madam’ın evinden çıkıp, Cemaleddin Efendi’nin evine ulaştığımız o süre içinde olanları ve iki ay boyunca izimizi kaybettirmemizi nasıl anlatabilirim. Dünyadan soyutlanmıştık. Ben Suat’ın tabancasından çıkan kurşunlarla dalağımı ve sol böbreğimi kaybetmiş, ancak hayatta kalmayı başarmıştım. İsmail’de tek bir çizik bile yoktu şükürler olsun. Bünyem arkadaşlarıma nazaran çok daha zayıf olmasına karşın kan kaybına da, yetersiz bakıma da direnebilmiştim.

Şubat ayının sonlarına kadar Cemaleddin Efendi’nin gönderdiği doktorlar dışında kendisinden bir haber alamadık. Dışarıdaki durgunluğun bir fırtına öncesi sessizlik olduğunu anlayabiliyor, ancak bekçinin arada sırada getirdiği gazeteler dışında sıcak haberlere ulaşamıyorduk.

Anladığımız kadarıyla alaylı askerlerle, mektepliler arasındaki kadim gerginlik artık doruk noktasındaydı. Alaylılar hâlen ordunun üçte iki çoğunluğunu oluşturuyor, ancak Harp okullarından yetişmiş kalifiye ve sempatizan kadrolardan mürekkep bir ordu oluşturmak isteyen İttihatçılarla doğal olarak yıldızları bir türlü barışmıyordu. İttihatçı subaylar, eğitime engel olduğu gerekçesiyle askerin ibadet hakkını açıktan açığa engellemeye, ‘askerlikte diyanet meselesi aranmaz,’ diyerek din adamlarıyla irtibatlarını kesmeye ve alaylı kadroları da emekli etmeye başlamışlardı. Osmanlı Orduları’nın yüzyıllarca dünyaya hükmeden şanlı muzafferiyet-lerinin ruhundan o denli uzaktılar ki, ordunun disiplin ve nizam sorunlarını paravan olarak kullanarak, aslen kendi dünya görüşleri doğrultusunda bir yapılanmayı örgütlemeye çabalıyorlardı. Bu hususta alaylı zabitler, önlerinde büyük bir engeldi elbette.

Kargaşa günlerinin yeni aktörlerinden Derviş Vahdeti’nin, Volkan Gazetesi başta olmak üzere, Mizan, ikdam, Serbesti gazeteleri de, bu yeni ismin etrafında kenetlenerek, ittihatçıların politikalarını sert bir şekilde eleştirmeye başlamışlardı. Cemiyetin karşısına yeni bir siyasi oluşumla çıkılmasını teklif etmekteydiler. Bunun manası açıktı aslında; yakın zamanda, Derviş Vahdeti’nin başında olacağı yeni bir siyasi fırka kurulacaktı. Meşruti bir idarede muhalefetin teşkilatlanması elbette ki takdir edilecek bir durumdu, ancak ittihatçıların sessizliğini biraz manalı bulmuştum ben. Derviş Vahdeti ve çevresinin kışkırtacağı olası bir isyanın tüm ceremesi Abdülhamid Han’ın üzerine bırakılabilirdi. Zira ittihatçıların Mason ve inançsız olduklarına dair yaptıkları kışkırtıcı yayınlara, muhataplarının bu denli sessiz kalmaları pek manidardı.

Nihayet 1909 Mart’ının sonlarında bir gün, sabık Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, pek kullanmadıkları konaklarına teşrif ettiler ve biz iki fareyi saklandığımız kuytuluktan çıkarır çıkarmaz endişelerimizi haklı çıkaran haberler verdiler. Doksan üç harbini müteakip, otuz yıllık nispi bir sükûnet ve istikrar devrinin ardından ortalık fena halde karışmış, Abdülhamid-i Sani, günden güne büyüyen bir yalnızlığın içinde tüm destekçilerinden arındırılmaya başlamıştı. Nihayet devrilmiş Kamil Paşa kabinesi yerine hükümeti kurmakla görevlendirilmiş eski Berlin Büyükelçisi Ahmet Tevfik Paşa iktidarı ise, ancak yeni ‘gizli’ düzenin kuklası hükmündeydi.

Derviş Vahdeti’nin bir İngiliz ajanı olduğuna dair şüphelerimizi destekleyen bilgiler vardı sabık Şeyhülislam’da, ancak asıl ilginci, İngilizlerin Derviş Vahdeti ve ekibinin resmen kurmak üzere tüzüklerini tamamladıkları İttihad-ı Muhammediye isimli fırkaya tam destek vermeleriydi. Her şey o denli açıktı ki, bu oyunu göremeyenler, ancak görmemek için gözlerini kendi elleriyle kapayanlar olabilirdi.

Cemaleddin Efendi ayrıca diğer evhamlarımızı da doğruladı. Tahmin ettiğimiz gibi, ülkeye geldiğimiz günden beri varlığımızdan haberdar olan Arap İzzet Paşa, Sultan’a varlığımıza dair tek kelime bile etmemişti. Oysa Hünkâr, haber alma teşkilatının tüm birimlerinin ve hafiyelerinin bu safhadan sonra tehlikede bulunduklarının farkındaydı ve yurtdışında bulunanlara, kesin olarak ülkeye dönmeme talimatı vermişti. Bizlerin aylardır şehirde kendisine ulaşabilmek için beklediğini öğrenince pek memnun olmuş, hayır dualar etmişti.

Bahar sabahının taze ve parlak güneş ışıklarıyla yaldızlanan, ancak halen kış görüntüsünden kurtulamamış bahçeye bakarken, “İnanın ben dahi yeni görebildim kendisini,” dedi Cemaleddin Efendi. Elindeki çay bardağını önündeki sehpaya bırakarak arkasına yaslandı ve devam etti sonra, “Artık idare için bir ehemmiyetimiz ve nüfuzumuz kalmamıştır oğullar. Hünkâr, ancak yüksek âlicenaplığı ile eski günlerin hatırına beni kabul buyurdular. Ve dahi sizlerin burada bunca zamandır biçare ve firari bulunmaklığınızdan ziyadesiyle müteessir oldular. En kısa zamanda sizi görmeyi dilerler, ancak uygun vakti beklemeniz gerekmektedir. Her hareketi ve ziyaretçileri yakından takip edilmektedir çünkü. Eh, bu kadar sabrettiniz oğullar, biraz daha dayanın varsın; ancak Hünkâr sizi şahsen uyarmamı istedi. Artık onun yanında dahi can güvenliğiniz tam manasıyla emniyet altında değildir. Zira bundan böyle kimlikleriniz ve saf değiştirdiğiniz bilinmektedir. Hakkınızda arama emri var.”

“Arkadaşımız Suat’ı karşımızda bulduğumuz ilk anda anlamıştık bunu,” dedi İsmail iç geçirerek. Sonra bağdaş kurduğu divanın üzerinde huzursuzca kıpırdanarak,“Biz canımızla ilgili endişelenmeyi yıllar önce bıraktık Efendi Hazretleri,” diye ekledi, “Hünkârımız bunu pek iyi bilirler. Hem canlarımızı düşünsey-dik buraya gelir miydik? Velinimetimizin yanında olmak ve yanı başında ölmektir dileğimiz.”

“Bilirim oğullar bilirim. Ancak şunu da söylemeliyim ki, İzzet Paşa’yla ilgili aksi tek bir söz etmedim. Hünkâr’ın yakınıdır ve onu bu meselede de masum bilirler.”

“İyi etmişsiniz,” dedim ben, “aramızda yeterince husumet vardır. Bunu kızıştırmanın, şimdi ne yeri ne de zamanıdır.”

Bir anda o güne kadar hiç rastlamadığımız kederli bir iç çekişle çenesi kasıldı ve dudakları titredi Efendi Hazretleri’nin. Sordum, “Hayırdır inşallah Efendim?”

“Şu İttihad-ı Muhammediye,” diye mırıldandı zor duyulan bir sesle, “öğrendiğim kadarıyla, içlerinden bazı hocalar, gizlice kışlalara sızarak eratı, ‘Din elden gidiyor,’ diye kışkırtırlarmış. Korkarım ki eninde sonunda muvaffak olurlar.”

“Derviş Vahdeti’yi ortadan kaldırsak,” diyecek oldum, ancak Cemaleddin Efendi, “sakın,” dedi, “sakın kendi başınıza bir iş etmeye kalkmayın çocuklar. Bu defa halkın da mutlak katılacağı bir isyanın önüne geçemeyiz. Hem bu adam, tamamen İttihad-ı Muhammediye adına yayınlara başlamadan önce daha itidalli bir yapıya sahipti. Korkarım ki kullanıldığının farkına vardığında çok geç olacak.”

“Böylelerine merhamet edilmez Efendi’m,” dedi İsmail, “bir insan kendini kullandırıyorsa, ne olursa olsun bedelini ödemeli.” “Sabır,” diyerek, bahçedeki halen kuru ağaçların salınan melankolik gölgelerine baktı yaşlı âlim. “Bu arada olanlar masumlara oluyor, Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postanesi yanında öldürtenlerin Sultan’ın hafiyeleri olduğunu söyleyerek, tüm okları Hünkâr’a çevirme peşindeler. Ancak yine İttihatçılara muhalefetiyle meşhur bir gazetecinin ortadan kaldırılmasından Sultan’ın ne menfaati olabilir?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sultan – Bir Kanuni Romanı ~ Okay TiryakioğluSultan – Bir Kanuni Romanı

    Sultan – Bir Kanuni Romanı

    Okay Tiryakioğlu

    Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren Allah’ın  yeryüzündeki gölgesi, Anadolu’dan Rumeli’ye kara ve denizlerin yegâne hâkimi Kanuni Sultan Süleyman Han yedi cihana nam...

  2. Alparslan – Çift Başlı Kartallar ~ Okay TiryakioğluAlparslan – Çift Başlı Kartallar

    Alparslan – Çift Başlı Kartallar

    Okay Tiryakioğlu

    Tarihi romanlarıyla Osmanlı sultanlarının birbirinden değerli hayat hikâyelerini günümüz okuruna aktaran Okay Tiryakioğlu bu defa Selçuklu topraklarına uzanarak atalarımızın atası Alparslan‘ı konuk ediyor sayfalarına....

  3. Mevlana Aşk Beni Sende Öldürür ~ Okay TiryakioğluMevlana Aşk Beni Sende Öldürür

    Mevlana Aşk Beni Sende Öldürür

    Okay Tiryakioğlu

    Üç yüz âlimin birden gördüğü rüyayla Hz. Muhammed’in “Âlimlerin Sultanı” hitabına mazhar olan Bahaeddin Veled. Daha çocuk yaştayken bile babası Bahaeddin Veled’in ardından yürürken...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur