Galeri denilen yer üç tane salon. Biz birinin işini bitirince gidiyoruz. Haftaya kalmadan diğer salon için çağırıyorlar. İş kolay, hem de makara yapıyoruz. Hasan’la tıkır mıkır çalışıyoruz. İşte böyle çalışırken ben O’nu gördüm.Beyaz bir elbise giymiş, boynuna kırmızı bir şey sarılı, yürümüyor, sanki uçuyor. Geldi salonun en dibindeki resme bakmaya başladı. O resme bakıyor, ben O’na bakıyorum. Ne kadar baktık bilmiyorum, Hasan gelip koluma vurdu.
– Bora Bey seni çağırıyor.
“Geliyorum,” deyip kafamı çevirdim ki, O gidiyor.
Yozgat’tan Ankara’ya gidenler, Ankara’dan Yozgat’a dönenler… Böcüklü saksılar, hayırlı kısmetler, Pabrikalar, yevmiya hesabı yapan ırgatlar, usul aksak evlerine varanlar, perzulaya yumulanlar, kalbi taş olanlar, dudakları kıpır kıpır diyeşet okuyanlar, essahlı konuşanlar… Oy oyy Doktur melhamı yok mu bunun?
Bozkırda Altmışaltı’yla tanıdığımız, iyimser ve insancıl Mustafa Çiftci dünyasının ilk örnekleri. Adem’in Kekliği ve Chopin, Çiftci’nin ilk hikâye kitabı…
İÇİNDEKİLER
Adem’in Kekliği ve Chopin…………………………7
Çati’ye Kıyamam……………………………………………….13
Anamın Adı Bahriye………………………………………35
Gülizar…………………………………………………………………………43
Bildiğin Karı Koca Hikâyesi ……………………49
Kasap Kokusu………………………………………………………53
Eniştemin İlaçları ……………………………………………..59
Kıpkırmızı…………………………………………………………………63
Kaplumbağa Kabuğundan
Doksan Dokuzluk Tesbih………………………….67
Müjgân………………………………………………………………………..71
Komik Oluyorsun İlyas……………………………….77
Neşeli Gelin……………………………………………………………..83
Portakal ……………………………………………………………………..99
Şırıl Şırıl …………………………………………………………………..105
Turkuaz Ajans………………………………………………….111
Diyeşet………………………………………………………………………119
Adem’in Kekliği ve Chopin
Kendimi bildim bileli elim keser tutar benim. İlkokul beşe kadar okudum zaten. Okuldayken bile müstahdem Haydar Efendi önde, ben arkada ne kadar tamir edilecek yer varsa tamir ediyorduk. Anladım ki benim ekmeğim okumaktan olmayacak. Askere kadar marangoz yanında durdum. Usta olmadıysam da “Adem Kalfa” oldum. Askerlik sonunda dükkâna geldim. Ustam dedi ki “Adem aha dükkân, aha tezgâh, geç başla.” Sağolsun. O sıra Ankara sanayisine de mal veren toptancı Nazif Bey vardı. Beni pek sever. Dedi ki “Oğlum Yozgat’ta sana ekmek yok, gel seni Ankara’ya götüreyim.” Şöyle bir düşündüm el kadar dükkân, el kadar Yozgat. “Tamam Nazif Bey, sen nasıl dersen öyle olsun,” dedim. Ustamın elini öptüm “Hakkını helal et,” dedim. Ustam güldü. “Helal olsun Adem, zaten gittiğin yer de yabancı değil, Ankara’nın yarısı bizim aslanım, haydi güle güle.”
Ankara’ya geldim. Ustam doğru söylemiş. Ankara’nın yarısı Yozgat, geri kalanı Çankırı, Çorum… Nazif Bey beni bir işe yerleştirdi. Büyük bir atölye, her işi yapıyorlar. “Kefili benim ona göre,” dedi. Nazif Bey’in forsu çok, “tamam” dediler, biz işe başladık. İlkin yanıma Hasan kalfayı verdiler. Kızılay’da sanat galerisi var, oranın işini yapacağız. Ben “galeri” deyince araba satıyorlar belledim, meğersem resim, heykel satıyorlarmış. Biz de resimlerin asıldığı yerleri çakıyoruz, “olmadı” diyorlar bozuyor yeniden yapıyoruz, işimiz bu… Resim satılan yerin sahibi Bora diye bir adam. Sakalı saçı ağarmış amma bir çenesi var ki vara yoğa konuşuyor, gülüyor. Hiç hazzetmem böyle adamdan. Ağır otur, batman gel aslanım. Neyse bana düşmez. Bu düzen onun… Zaten düzeni iyiymiş. Resimler geliyor, resimler gidiyor. Biz çakıyoruz, millet gelip seyrediyor. Sadece seyretmiyor, beğenip alıyor. Onlar aldıkça Hasan Kalfa gülüyor; “Bu resimlerin neyine para veriyorlarsa?” Ben de dedim ki: “Aslanım sen cebindeki telefona üç maaşın kadar para verip almadın mı? E işte onlar da resim almak istiyorlar, alıyorlar.” Galeri denilen yer üç tane salon. Biz birinin işini bitirince gidiyoruz. Haftaya kalmadan diğer salon için çağırıyorlar. İş kolay, hem de makara yapıyoruz. Hasanla tıkır mıkır çalışıyoruz. İşte böyle çalışırken ben O’nu gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, boynuna kırmızı bir şey sarılı, yürümüyor sanki uçuyor. Geldi salonun en dibindeki resme bakmaya başladı. O resme bakıyor ben O’na bakıyorum. Ne kadar baktık bilmiyorum, Hasan gelip koluma vurdu. – Bora Bey seni çağırıyor. “Geliyorum,” deyip kafamı çevirdim ki O gidiyor. Peşinden gitsem, “Nerden çıktın sen?” desem, “Hayal misin? Düş müsün? Ciğerimi deldin,” desem, “beni de götür kölesi olduğum,” desem. Gidemedim. Kaldım öylece orda. Hasan geldi. Kolumdan çekip götürdü. O gün akşama kadar ne yaptım hiç bilmiyorum. İş bitti, bekârhaneye geldik, karnımızı doyuracağız. Benim lokma yiyecek halim yok. Ben yatıyorum deyip yorgana sarıldım. Uyku yok, sadece resmin önünde O var. Sabaha kadar yatakla güreştim. Ara ki uykuyu bulasın… Sabah oldu işe gittik. Ben bir bahane uydurup galeriye geldim. Sanki O’nu bulacam. Hemen resmin önüne gittim. Baktım baktım, resimden bir şey anlamadım ama baktıkça hoşuma gidiyor. Sanki O’na bakıyorum. Resimde kırmızı var, “Bu herhal güldür,” dedim, sonra beyaza baktım, “Bu da gelinliktir herhal,” dedim, sonra her yere sarı sarı boylar atmış “Çiçektir,” dedim, baktıkça daha neler neler dedim. Resmin önünde ne kadar kalmışım bilmiyorum. Bora Bey gelmiş yanımda durmuş, ağzının dolusunca gülmesiyle sıçradım. – Sen ne anlıyorsun da bakıyorsun hayatım! Nasıl sinirlendim. Hiç konuşmadım, öylece çıktım. Ben çıkarken herif hâlâ gülüyordu. Ben ne yapsam nasıl etsem bilmiyorum. İşe gidiyorum, eve geliyorum, ağzımın hiç tadı yok. Eski Adem öldü. Üstüne de beyaz bir örtü örttüler. Adını bari bileydim. Bir kalp çizerdim. Yazardım adını benimkinin yanına. Adem ile felanca derdim. Adını bileydim… Çok dua ettim: “Hey gurban olduğum Mevlam bir daha göster bana.” Kaç kere gittik galeriye, kaç gün akşama kadar bekledim. Boş kaldıkça resmin başındayım, resme bakıp neler kurup döküyorum.
Günler geçiyor. Gelen giden yok. Adını bilemiyorum ya gidip kime sorsam? Galeride İpek Abla var. Bora’nın sekreteri, ona soracak oldum. Sorarken ter sırtımdan aktı. Gülümsedi İpek Abla – Ah Adem Usta keşke bilsem de söylesem ama buraya akşama kadar kaç kişi gelir sen de bilirsin… Bilirim ya bilmez olayım, bilirim de… Anlaşılan o ki adını bile öğrenemeyeceğiz. Eh o zaman ben de “kekliğim” derim, “Adem’in kekliği” derim, “kekliğim” diye severim… Kekliğim dedim başka bir şey demedim. Resmin karşısına geçip yine günlerce bekledim. Bir gün aklıma geldi, şu resmi ben alsam. Fiyatını İpek Abla’ya sordum. Benim altı aylık maaşımdan fazla. Para gözün kör olsun. Resmi alamadım. Epeyce baktım sadece. Nasıl olduysa aklıma geldi, çıkardım cep telefonunu resmin fotosunu çektim. Yüreğim daraldıkça çıkarıp cep telefonundan resme bakıyorum. Sonra dedim ki bu galeride her daim bir müzik çalar, o müzik benim telefonda da çalsa. Hemen İpek Abla’ya gittim. Allah razı olsun “Tamam,” dedi “atarız senin telefona bu müziği”. – At tabi abla at tabi, kendisi yok adı da yok, bari müziği olsun kekliğimin. Gece oluyor, yatağa uzanıp açıyorum telefonu. Bir yandan resme bakıyor bir yandan müziği dinliyorum. Müziği çalan adam yaşamıyormuş, eskilerden bir adammış, adı da Şopenmiş. Adamın kendi yok burda, Allah’ı var iyi çalıyo, dertli çalıyo, belli ki o da sevdalık çekmiş. Söz yok, sadece müzik var. Sabaha kadar dinliyorum, ne zaman uyuyorum bilmiyorum. Kekliğim rüyama gelsin diye dua edip uyuyorum…
Zaman geçti. Kekliğim gelmedi bir daha. Bir gün Bora Bey yanıma geldi. – Hayatım sen resim seviyormuşsun, Chopin dinliyormuşsun, ne iş anlayalım sanat dostu bu marangoz… Yine cıvık cıvık gülüyo. – Bana bak Bora Efendi, bir kere benimle “hayatım” diye konuşma. İkincisi şu yalan dünyada aldan, yeşilden, mordan bir tek sen mi anlarsın, de bakalım bir kere… Daha çok laf söylerdim ama değmez. Zaten ben ne desem Bora’nın surat oynayıp duruyo. Laftan sözden anlayacak adam değil. Çıktım galeriden. İşyerinde ustaya dedim ki “Beni bir daha galerinin işine gönderme.” Günler su olup aktı. Ankara’nın kışını da gördük, baharını da … Yozgat’a gidip sılayı rahim edelim dedim. Yozgat’a gelince anam dedi ki: “Sana Atiye’yi alacaz, ne dersin?” Atiye benim emmim kızı olur. İçimden dedim ki: “Oğlum Adem senin durum iyi değil, Ankara’da bekârhanede resimlere bakıp şopen dinleyip ağlamaynan bu iş olmaz.” “Tamam ana,” dedim “hiç değilse Atiye’nin adını biliyoruz.” Anlamadı anam. – Tamam ana tamam gidelim, isteyelim emmi kızını. Allah’ın emri Peygamber’in kavli… Mayıs’ta nişan, Haziran sonunda düğün… Aldık geldik Atiye’yi Ankara’ya. Elinde kına ağzında dua, tertemiz kız. Kötü bir şey demeye Allah’tan korkarım. “Zamanla seversin,” dediler, “Severim,” dedim, “Allah Kerim.” Atiye’ye dedim ki: “Sana Ankara’yı gezdireyim.” Başladık gezmeye şura bura derken Kızılay’a bizim galeriye gelmişiz de içeriye bile girmişiz. Ben resimlere bakıyormuşum. Atiye kulağıma eğildi: “Biz buraya niye geldik ki…” O böyle konuşunca kendime geldim.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıAdem'in Kekliği ve Chopin
- Sayfa Sayısı139
- YazarMustafa Çiftci
- ISBN9789750517907
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gezgin ~ Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin
Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin, Mağribli bilge İbn Arabi`nin kendi ruhunda yaptığı ve bereketli bir ömre yayılan manevi gezinin öyküsü. Kartallar gibi kimsenin uçamadığı sarp kayalıklarda gezinen, hiçbir...
- Cam Irmağı Taş Gemi ~ Nazan Bekiroğlu
Cam Irmağı Taş Gemi
Nazan Bekiroğlu
Taşın boyanmasıydı âdet olan, sıra boyamalara geldi. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu. Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi...
- Yer – Su Hikayeleri / Sibirya, Deşt-i Kıpçak ve Türkistan ~ Emrah Ece
Yer – Su Hikayeleri / Sibirya, Deşt-i Kıpçak ve Türkistan
Emrah Ece
Bozkırda, çölde, yüce dağlarda, taygada, göllerde veya kutsal ormanlarda… Tüm hikâyeler hayat içindir, hayatla ilgilidir ve hayattan gelir. Görünmez kanatlı tulpar atların sırtında Türkistan’ın...