Aynı candan, aynı kandan iki kardeş…
Cazibeli ve ışıltılı tuzaklarla dolu bir imtihan…
Hatasını anlayan bir baba…
Haksızlıklarla mücadele eden bir yürek…
Anasız babasız büyüyen fidanlar…
Ve iki gencin ibret dolu hikâyesi…
Ahmed Günbay Yıldız’ı yıllardır süslediği edebiyat raflarına taşıyan kitabı Sitem, ibret ve derslerle dolu, akıllarda yer edecek sürükleyici bir roman…
Sitem
Başına bağladığı örtü sıyrılıp omuzlarına dökülmüştü.
Çatlak dudaklarının arasında beliren cılız bir ses, devrini tamamlayamadan öldü…
Yüzüne canlılık veren kanı çekilmiş, benzi sonbahar yaprakları kadar sararmıştı.
Gidiyordu… Arzın ağır yükü omuzlarını düşürmüş, ışıkları giderek çekilen gözleri, dünyaya sitemle bakıyordu.
Artık o berrak göklerin billur ışıkları bile, kararan bahtını aydınlatmaya yetmiyordu…
Güçlükle sürüdüğü ayakları sert bir zemine takılınca, soluk benzinde ıstırap yüklü çizgiler kümelendi. Ökçesine bastığı erkek ayakkabıları, ayaklarında eğreti duruyordu.
Suyu çekilen boğazını ıslatabilmek için yutkundu, nefesi tıkanmış gibiydi… Gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına büyüdü, büyüdü… Arzuları, gençliği, hülyâları, her şeyi, kuruyan boğazında kör düğümler atıyordu…
Arzu dolu bir isim, dilinin pervanesine takılıp sıkı sıkı kapattığı dudaklarının arasına terk edilince, cılız bir sesin yorgunluğunda boğularak öldü:
“Saaaaaaa…”
Onu, bu cinnet yolculuğuna çıkaran sebepler daha da hırpaladı, yıprattı…
Sinesinde çığ gibi büyüyen buruk bir acı, kenetlenen dişlerinin arasından lav gibi taştı:
“Aaaaaaah…”
Saç tellerinden tırnaklarının uçlarına kadar isyan doluydu. Öz benliğine bile lanet eden bu kadın, acaba hangi hatanın çilesini çekiyordu… O küskün, sitem dolu bakışlar, iskeletindeki direncin çöküntüsü, beklenmeyen yıkılış, hangi günahın eseriydi… Bu isteksiz yolculuğa neden başlamıştı?.. Bunları düşünerek, ayaklarını yerde sürüklemeye devam etti…
Tıpkı, yürümesini beceremeyen, daha ayakta durmayı yeni öğrenen çocuklar gibi öne arkaya yıkıla yıkıla, acılarını içine sindire sindire, ana kucağına gidiyordu…
Gözlerinde sonsuzluk kadar uzanan yollar, bir anda tükense… Yâr ocağından başlayan yolculuk, ana kucağına bağlanabilse, belki o zaman amansız ağrılar hafi fl er, ıstıraplar tükenmeye yüz tutardı…
Doğup büyüdüğü, gelinlik giyinip al duvak taktığı ev, gözlerinde ışık ışık yanıp söndü.
Uğultulu bir ses kulaklarında aynı canlılığı taşıyor gibiydi…
“Bana kalırsa karnındaki ikiz.”
“Tıpkı Ferhat’la Bahar gibi…”
“Çocuk büyütmek kolay mı?”
“Mine’ye ilaç yaptım, kurtuldu. İstersen seni de kurtarırım, anlıyor musun? Seni de…”
“Ya Sadık? Sadık razı olmaz. Ölse bile razı olmaz.”
“Kaza dersin olur biter, kaza. Kazaaaaaa…”
Mecalsiz kalmıştı… Cılız bir hareketle kolunu kaldırıp titrek parmakları ile yüzündeki terleri sildi… Başı döndü, dengesini kaybediyordu… Fersiz bakan gözleri, fi tili tükenen lamba gibi pır pır edip kapandı… Mesafeler kısaldıkça, gücünü biraz daha yitirdiğini anladı.
Bahçe kapısının söyesine sarılıp kalmıştı. Dizlerinin bağı çözülmüş, sinirleri gerilmişti…
Her hâli ile fi tne ordusunun kahpece zapt ettiği perîşan bir kaleyi hatırlatıyordu… Burcundan indirilmekte olan bayrağın gölgesinde, son nefesini harcayan neferden farksızdı…
“Sevinsinler,” diye sızlandı. “Beni evlât katili yapanlar, Yaratanın huzuruna suçlu çıkmamı sağlayanlar sevinsinler.”
Daha ömrünün baharında, dönülmez yollara çıktığını yeni yeni anlamışa benziyordu.
Gücünü topladığını hissedip bahçe kapısından içeriye süzüldü… Santimlerin uzayıp kilometreleştiği yollar, doğup büyüdüğü evin eşiğinde sona erdi. Artık dengesini sağlayamıyordu. Bir ayağı içeride, öteki ayağı dışarıda, eşiğin üzerine yığılıp kaldı…
“Anaaaa,” diye hıçkıran bir ses evin içinde acı acı dalgalandı, yankılaştı…
Ocak başında oturan ihtiyar kadın sesi duyunca irkildi, toparlandı… Kambur belini tuta tuta dışarı koştu… Gözleri irileşti, heyecanı büyüdü. Kızını görmüştü.
“Seraaap!” diye çığlık attı… Eşiğin üzerinde sessiz sessiz yatan kızının yakasından tutup, sarstı.
Serap feri kaçmış gözlerini güçlükle araladı:
“Ana, beni kurtar!”
Anası şaşırıp kalmıştı… Heyecanlandı, telaşlandı, ihtiyar vücudu yıkılacakmış gibi sallandı… Ellerini kararan gözlerine götürüp ovuştururken, “Serap,” diye yalvardı. “Söylesene, derdin ne?”
Gözlerindeki hayat belirtisinin işareti zayıf ışıklar sönerken anası telaşlandı. Yılların sırtında titizlikle ördüğü kambur, daha da sivrildi, vücudu yay gibi kıvrıldı. Kızının kollarından sıkıca sarılıp çekerken sızlandı:
“Gayret. Biraz daha, biraz daha…”
Kızını evin ortasına kadar güçlükle getirip tahta sedirin üzerine yatırdı. Baş ucuna oturup solgun yüzüne baktı. Başını kaldırıp dizlerinin üzerine koydu. Tıpkı çocukluk yıllarında olduğu gibi yalvardı:
“Anan sana kurban olsun Serap’ım… Söyle neden böylesin? Anana de ki çare arasın…”
Zorla kımıldayan dudaklar, “İmdat,” dedi. “Kurtar beni ana, kurtar… Kızını öldürdüler…”
Anası daha da telaşlandı, sabırsızlandı:
“Kim, kim öldürdü seni?”
“Yabanın dilleri ana, cahil aklım… Gidiyorum işte, sanki bir nefeslik canım kaldı…”
İçinde yiv yiv derinleşen ağrılarla irkilirken, anası kızının derdini yeni yeni anlıyordu… Harcanan her saniye evladının sonu olabilirdi…
Doğrulup yerinden kalktı. Serap acı bir çığlığın arkasından iki çocuk zayi etmişti…
Anasının yüreği soğumuştu. Kambur belini güçlükle yukarı doğrulturken elini sırtına bastırıp homurdandı:
“Ama ben seni dünyaya getirirken, zayi etmeyi aklımdan bile geçirmemiştim.”
Ağrılarından, sancılarından ve kendisini tehdit eden yükünden kurtulduğunu sanmıştı. Moraran dudaklarına lüzumsuz bir tebessüm yerleşti.
Yorgundu, iskeletini oynatamayacak kadar yorgun. Üzerine çöreklenen miskin bir ağırlık uykusunu artırmıştı.
“Ana,” dedi. “Öyle rahatladım ki…”
Ana ağlıyordu.
“İyi,” diye sızlandı.
Görünen köy kılavuz istemezdi. Ana, kızının sonunu sezdiği için ağladı. Yıpranmış beden vücudunu terk eden kana susuyordu.
İhtiyar kadının telaşı arttı. Önüne bağladığı peştamalını çözdü. Kızının ayağında getirdiği iskarpinleri görüp yerden aldı. Göçe hazırlık yapan evladının kurtuluşunu düşündü. Bir tecrübesini uygulamayı akıl etti. Titrek elleriyle ayakkabıları kızının karnına bastırıp peştamalı sıkı sıkı üzerine doladı. Peştamalın iki ucunu birleştirip kör bir düğümle bağladı. Bu ananın son umuduydu. Ya kanlar dinecek ya da… İşte buna dili bir türlü varmıyordu.
Doktora haber vermek bile beyhûdeydi artık. Gecikmişti… Hastanın anbean sönen gözlerine bakıp konuşmasını istedi. Yalvardı:
“Konuşsana be kızım. İyiyim desene. Ananı biraz olsun rahatlatıp acılarını dindirsene…”
Nuru dökülen gözler tavana çivilenmiş gibi aynı noktada ısrar etti.
Tavırlarında, hareketlerinin tamamında bezginlik vardı. Adeta nazla kıpırdayan dudaklar, “Ana,” diye dertlendi. “Gözlerimde derin bir uyku var. Kirpiklerimin üzerine tonlarca yük asılmış gibi. Açamıyorum.”
“Açarsın, hele gayret et. Üzerine çöreklenen o miskin havayı dağıtmaya çalış.”
Kızı acı acı gülümsedi:
“Ana, sen de mi uykuyu ölüm zannedersin? Uyursam gözlerimi bir daha açamayacak mıyım? Yüzüme bakınca bunu mu görüyorsun? Düşündüklerini söylesene. Sezdiklerini gizlemek beni kurtarmaz ki…”
Acı bir sesle, “Serap…” diye inlemişti. Başka şey konuşamıyordu.
“Sonum yakın. Bunu benden gizleme. Belki bir nefes, belki bir nefesten daha yakın. Sana son arzularımı söylüyorum ana. Ferhat’la Bahar’ı bana getir. Münasip bir lisanla söyle. Sadık beni aff eylesin.”
Ecel son arzusuna fırsat hakkı tanımıyordu. İstekleri hasret olarak kalacaktı. Yaşlı kadının acı çığlıkları evi doldurdu:
“Serap! Uyan, uyan diyorum! Ben sana gözlerini kapatma demedim mi…”
Yorgun vücut çırpındı, dizlerini dövdü, yaralı gönül ıstırap yükünün altında ezilip yere çömeldi.
Artık yenilmez acıların arasında, kendini düşünmeye başlamıştı. Daha sıcaklığı soğumamış bedenden, peştamalı çözüp ayakkabılarla birlikte alev alev yanan ocağa attı. Evin içini yanık kokusu sarmaya başlamıştı. Aklına dış kapının eşiği geldi. Eline kötü bir paçavra geçirip suya soktu. Halsiz ve yorgun düşmüştü. Eşiğin önünde diz çöküp paçavrayı kızıl lekelerin üzerine sürdü. İşi biter bitmez içeri girdi. Az sonra feryadı gökleri delercesine yükseldi. Ağıtları yoldan
geçenleri çevirecek kadar etkileyiciydi.
Serap ölmüştü… Kocası dükkanda, çocukları evde, bir yanlışa kurban giden kadınsa şimdi âhiret yolundaydı. Arkada kalanların boynu bükük, belki doğmadan ölenlerin katili olduğundan bile habersizdi.
Serap öldü. Bir sürü yanlışı, iftirayı, zulmeti geride bırakarak, daha doğrusu, günahsız bir sürü insanı çekilmez ıstırapların kucağına terk ederek öldü…
Ana, gözyaşları ummanında boğuluyor gibiydi. Kızının bedeninde mor izler bırakan ayakkabılar onu endişeye düşürdü, korkuya saldı. Bu hal kendisinden sorulursa ne cevap verecekti? Mesele açıklığa kavuşursa, hükümet kendisini hapishaneye bile koyabilirdi.
“Bu yaştan sonra hükümet kapılarında, hapishane köşelerinde…” diye düşündü. İçinde çığ gibi büyüyen korku onu yersiz kararlar almaya zorladı:
“Ayakkabılar,” diye sızlandı. “Ayakkabılar. O taze ölünün üstünde mor lekeler bırakan erkek postalları… Tek kurtarıcı yol…”
Fadime Nine, vicdanında belki de hayatının en korkunç mahkemesini kurmuş ve yine en korkunç kararını almıştı…
Tutuklu
Kasaba acı bir haberle dalgalandı, bulandı. İnsafsızca esen iftira kasırgası, günahsız bir adamın sonunu hazırlıyordu.
Diller Sadık diye döndü:
“Yazık oldu Serap’a.”
“Yazık oldu Sadık’a.”
“Yazık oldu.”
“Hâlâ inanamıyorum.”
“Müslüman adamdı.”
“Hayırsever insandı.”
“Kasabada herkesin elinden tuttu. Dar günümüzde dostumuz oldu.”
“Başka zenginlere benzemezdi.”
Gayeli dönen bir dil, günahından korkmadan meraklı kafalarda istifham bıraktı:
“Vardır elbet bir sebebi.”
“Yani Serap Hanım kötü müydü?”
“Hâşa. Kardeşlerinin korkusundan kasaba illallah derken, kimin haddine düşmüş?”
“Öyleyse ne demek istersin?”
“Hiçbir şey.”
“Diyemezsin elbet. Başka biri olsa, kim bilir ne kulplar takardınız.”
“Basri ile Bahri’nin şerrinden korkan ne diyebilir ki.”
“Kardeşleri duymuş mu?”
“Duymuş. Duymuş da eve yel gibi girmişler. Jandarmalar kapılarının önünde nöbet tutarmış.”
“Sadık öldü demektir.”
“Ben de öyle derim. Onlar işini hükümete bırakacak adam değil…”
***
Kasaba halkı, kara haberin fısıltısını kaynatıyordu. Yapısından, şeklinden, aslından tamamen uzak bir haber:
“Sadık karısını öldürmüş.”
Bu havadis, kenar mahallelerde dalga dalga yayılırken, kasabının merkezinde ertelendi…
Ana caddenin geçtiği meydanlık, meraklı bir hadiseye şahit oluyordu…
O gün kasabanın pazarıydı. Beklenmedik anda garip bir manzara oluştu. Bir delikanlı, öküzlerinin boğazına doladığı ipi çekerek gidiyordu. Daha kalabalığa yaklaşmadan, durabileceği gölgeyi aradı. Hava oldukça sıcaktı.
Efkâr yüklü gözleri, yolun kenarında duran cipe ve içindeki adama karıştı.
“Lâ havle velâ kuvvete…” diye sabrını tazeleyip caddenin diğer köşesine geçmeyi denedi. Rengi aniden değişti. Efkârı arttı. Hasmını görmüştü. Cipin içindeki şoföre dönüp alıcı gözüyle baktı:
“Hınzır, diye homurdandı. İblisin uşağı, demek beni takip ediyorsun.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSitem
- Sayfa Sayısı240
- YazarAhmed Günbay Yıldız
- ISBN9789757544227
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Üç Tarihi Roman / Beyaz Kale – Benim Adım Kırmızı – Veba Geceleri ~ Orhan Pamuk
Üç Tarihi Roman / Beyaz Kale – Benim Adım Kırmızı – Veba Geceleri
Orhan Pamuk
“Tarihi roman yazmayı seviyorsunuz, neden?” sorusuna, “19. yüzyıl Romantiklerinde olduğu gibi, şu anki dünyaya bir tür tepki, insanın bu yüzyılda yaşamaktan duyduğu bir tür hoşnutsuzluk...
- Kalbin Simyası ~ Hamza Yusuf
Kalbin Simyası
Hamza Yusuf
“Kalbi kararmış olanlar zulmederler; buna karşılık, saf kalpli kimseler kendilerine zulmedeni affetmekle kalmaz, onu itibar ve ahlaken yükseltirler. Kendimizi manevî olarak temizlemek için, önce...
- Cariyenin Gelini Nurbanu ~ Demet Altınyeleklioğlu
Cariyenin Gelini Nurbanu
Demet Altınyeleklioğlu
İKTİDAR HIRSIYLA BİLENMİŞ İKİ KADIN, AŞKA TUTSAK İKİ ERKEK Güneş doğudan değil, Nurbanu’nun gözlerinde doğar. Yıldızlar Nurbanu’nun gözlerinde parıldar… Cariye Cecilia’nın yolu, Hürrem’in kızı...