Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ara Dünya
Ara Dünya

Ara Dünya

Michael Reaves, Neil Gaiman

Hugo ve Nebula ödüllü yazar Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar Michael Reaves’ten sadece gençlere değil tüm okurlara hitap eden, bilimkurguyla fantezinin iç içe…

Hugo ve Nebula ödüllü yazar Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar Michael Reaves’ten sadece gençlere değil tüm okurlara hitap eden, bilimkurguyla fantezinin iç içe geçtiği bir macera.

Joey Harker bir kahraman değil. O aslında kendi evinde kaybolan sıradan biri. Bir gün kaybolduğunda kendi dünyasını geride bırakıp bambaşka bir boyuta adım atıyor. Şimdi bir savaş vermek zorunda. Hem de sadece bu dünyayı değil, olası bütün dünyaları kurtarmak için verilen bir savaş…

***

İkimiz de şaşkınlıktan birbirimize bakakaldık. Derken annesinin sanki uzaktan geliyormuş gibi belli belirsiz sesini duydum: “Hadi Josephine, yukarı. Çabuk.”

Josephine.

İşte o zaman bir şekilde anladım. Nasıl oldu bilmiyorum ama kafama dank etti ve ben hakikatin bu olduğunu anlayıverdim.

Artık yaşamıyordum. Nasıl olduysa, kendi hayatımdan kesip çıkarılmıştım. Gerçi hala burada olduğuma göre, bu işe yaramamıştı anlaşılan. Öte yandan, görünüşe göre, burada bulunma hakkım olduğunu düşünen tek kişi de bendim. Artık nasıl oldu bilmiyorum ama gerçeklik değişmişti ve Bay ve Bayan Harker’ın en büyük çocukları bir erkek değil, kızdı. Adı da Joseph değil, Josephine’di.

.

Neil bu kitabı, taslağını okuyup beğenen, bize cesaret veren ve sürekli bunu gerçek kitap halinde ne zaman okuyacağını sorup duran oğlu Mike’a adıyor.

Michael ise bu kitabı Steve Saffel’e adıyor.

.

YAZARLARIN NOTU

Elinizdeki kurmaca bir eser. Bununla birlikte, sonsuz sayıda olası dünyalar olduğu hesaba katıldığında, bu dünyalardan birinde gerçekten yaşanmış ya da yaşanıyor olması büyük bir olasılık. Hem bir hikâye sonsuz sayıdaki olası evrenlerde geçiyorsa şayet, bu evrenlerin hepsinde de gerçekten yaşanıyor olması gerekir, öyleyse bu hikaye sandığımız kadar da kurmaca olmayabilir.

.

1

Bir keresinde kendi evimde kayboldum.

Sanırım bu dışarıdan göründüğü kadar da kötü değildi. Evdeki inşaat henüz bitmişti; eve yeni bir koridor ile bizim mürekkepbalığı için, yani diğer adıyla benim minik erkek kardeşim Kevin için bir de yalak odası ekletmiştik ve marangozlar işlerini bitirip gittiği halde, evdeki toz toprak bir aydan uzun sûre kalkmamıştı. Annem akşam yemeği için seslenmişti, o sırada merdivenlerden iniyordum, ikinci kata inince yanlış koridora saplım ve kendimi üstünde bulut ve ıavşancık desenlerinin olduğu bir duvar kâğıdıyla kaplı bir odada buldum. Sola döneceğime sağa dönmüş olduğumu fark edince o hızla odadan çıkıp yine aynı hatayı yaparak zor bela yemek odasının yolunu buldum.

Ben aşağıya inene kadar Jenny ile babam çoktan masaya oturmuştu. Annem o her zamanki ‘bakışıyla’ beni süzdü. Evde yolumu kaybettiğimi söylemenin inandırıcı olmayacağım düşünerek ses etmeden masaya oturup fırında makarnama gömüldüm.

Ama görüyorsunuz ya işte, Maude teyzemin “yön duygusu” dediği şeyden bende yok. Üstüne üstlük, o duygunun olması gereken yerde koca bir boşluk var. Kuzeyle güneyi ya da doğuyla batıyı birbirinden ayırt etmek şöyle dursun, sağımı solumu bile karıştırırım ben. Sonradan olanlan düşününce, bunların hepsi çok acayip şeyler…

Böyle giderse, her şeyi bir çırpıda anlatıp bitireceğim. Tamam. Olan biteni Bay Dimas’ın bize öğrettiği gibi yazacağım. Anlatmaya bir yerden başladığınız müddetçe nereden başladığınızın bir önemi olmadığını söylerdi o. Madem öyle, ben de işe onu anlatmakla başlayayım.

Lise ikinci sınıfın ilk dönemi bitmişti ve Sosyal Bilgileri saymazsak her şey son derece normaldi. Gene de bu dersten düşük not almak büyük bir sürpriz sayılmazdı, çünkü dersin öğretmeni Bay Dimas alışılmadık öğretme yöntemleriyle ünlüydü. Sömestr ortasında sınav yapmak yerine, gözümüzü bağlar ve hepimize dünya haritasında bir yer işaretletip, bizden o yer hakkında yazı yazmamızı isterdi. Bana Illinois eyaletindeki Decatur şehri çıkmıştı. Çocuklardan bazıları kendilerine Ulan Bator ya da Zimbabve gibi yerler çıktığı için sızlanmışlardı. Ama aslında şanslıydılar. Decatur hakkında on bin kelimelik bir yazı yazmayı bir deneyin bakalım.

Gerçi Bay Dimas sürekli böyle tuhaf şeyler yapıyordu. Geçen sene yerel gazeteye manşet olmuştu; okuldaki iki sınıfı bütün bir sömestr boyunca barış müzakereleri yapan birbirine düşman iki derebeyliğe dönüştürdüğü için neredeyse işinden olacaktı. Banş görüşmeleri sonunda akamete uğrayınca, iki sınıf boş ders saatinde okulun orta bahçesinde savaşa tutuşmuştu. Derken işler biraz çığırından çıkmış ve birkaç öğrencinin bumu kanamıştı. Yerel haberlerde Bay Dimas’ın şu sözleri aktarılıyordu: “Bazen barışın kıymetini anlamamız için savaş gereklidir. Gün olur, diplomasinin savaşı önlemekte ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrenmemiz gerekir. Ben de öğrencilerim bu dersi savaş meydanında değil, okul bahçesinde öğrensin istedim.”

Okulda Bay Dimas’ın bu yüzden uzaklaştırma alacağı söylentileri dolaşıyordu. Kanayan burunlardan birinin oğluna ait olduğunu öğrenmesi üzerine Belediye Başkanı Haenkle bile duruma bayağı içerlemişti. Annem, kız kardeşim Jenny ve ben o gece geç saatlere kadar oturup sıcak çikolata içerek babamın belediye meclisi toplantısından dönmesini beklemiştik. Mürekkep balığı annemin kucağında derin bir uykuya dalmıştı; o zamanlar annem onu hâla emziriyordu. Babam gece yarısı arka kapıdan girip şapkasını masaya attıktan sonra şöyle demişti: “Oylar altıya yedi Dimas’m lehine. Okuldaki işine devam edecek. Boğazım ağrıyor.”

Annem kalkıp babamın boğazı için çay hazırlamaya mutfağa gitti. O sırada Jenny babama neden Bay Dimas’ı desteklediğini sordu. “Öğretmenim onun bir baş belası olduğunu söylüyor.”

“Evet, öyle,” dedi babam. “— Sağol tatlım.” Çayından bir yudum içip sözüne devam etti. “Ama bunun yanı sıra, yaptığı işi gerçekten önemseyen ve eğitim konusunda kafası basan az sayıdaki öğretmenden biri.” Sonra piposunu Jenny’e doğrultarak, “Büyü zamanı geçti, peri kızı. Artık yatağa,” dedi.

İşte babam böyle biriydi. Sıradan bir belediye meclisi üyesi olmasına rağmen, bazı kişiler üstünde belediye başka- nından bile daha fazla nüfuza sahipti. Eskiden Wall Street’te borsacıydı ve birkaçı okulun yönetim kurulunda olmak üzere Greenville’in bazı seçkin vatandaşlarının hisse senetlerini halen o idare ediyordu. Belediye meclis üyeliği genellikle ayda ancak birkaç gününü aldığından, haftanın çoğu günü taksicilik yapıyordu. Bir keresinde ona neden taksicilik yaptığını sorduğumda (çünkü annemin kuyumculuk işi olmasa bile babamın yatırımları geçinmemize’ hayli hayli yeterdi) bana yeni insanlarla tanışmaktan hoşlandığını söylemişti.

Kovulmanın eşiğine gelmenin Bay Dimas’ı biraz olsun korkutup bildiğinden geri döndürdüğünü düşünebilirsiniz ama nerede bizde o şans. Bu seneki Sosyal Bilgiler finali için düşündüğü şey ondan bile beklenmeyecek aşırılıktaydı. Bizim sınıfı üç kişilik on takıma böldü ve yine gözlerimi kapatarak (zaten gözümüzü kapatmaya pek meraklıydı) bizi okul servisine bindirip rastgele şehrin farklı yerlerinde indirdi. Buna göre, harita olmadan belli bir süre içinde şehrin çeşitli yerlerindeki denetim noktalarını bulmamız gerekiyordu. Diğer öğretmenlerden biri bunun Sosyal Bilgilerle ne alakası olduğunu sorduğunda. Bay Dimas ona her şeyin Sosyal Bilgilerle alakalı olduğunu söylemişti. Gelip bizi almaları için binlerini aramayalım, otobüse ya da taksiye binmeyelim diye hepimizin cep telefonlarına, paralarına, telefon ve kredi kartlanna el koydu. Kısacası kendi başımızın çaresine bakacaktık.

Zaten her şey tam bu noktada başladı.

.

Gerçekten tehlike arz edecek bir durumumuz var gibi görünmüyordu; Greenville’in şehir merkezi Los Angeles ya da New York, hatta Illinois, Decatur’un şehir merkezine bile benzemez. Burada başınıza gelebilecek en kötü şey, el çantanızı kafanıza kafanıza indiren yaşlı bir hanımefendidir, o da, 42. Cadde’de yürürken ona yardım etmek gibi bir ahmaklığa kalkışırsanız. Benim takım arkadaşlarım Rowena Danvers ve Ted Russell’dı ve bu, ilginç bir şeyler yaşayacağımız anlamına geliyordu.

Okul otobüsünün bir mazot dumanı bulutunun ortasında durmasıyla gözümüzdeki bağlan çıkardık, ki burası gayet açık. Soğuk bir Ekim günü, öğle vaktiydi. Yaya trafiği de, araç trafiği de bayağı seyrekti. Gözlerim hemen sokak tabelasını arandı. Tabelaya bakılırsa, Sheckley Bulvan’ndaki Sımak Sokağı’nın köşesindeydik.

Ve ben nerede olduğumuzu biliyordum.

Bu öyle beklenmedik bir şeydi ki, şaşkınlıktan dilim tutuldu. Evin köşesindeki posta kutusuna giderken bile kaybolabilen ben buranın neresi olduğunu biliyordum. Sokağın hemen karşısında duruyorduk ve daha iki gün önce Jenny’le dişlerimizi temizlettiğimiz dişçinin bulunduğu bina sokağın aşağısındaydı.

Ben bir şey söylemeye kalmadan, Tedd Bay Dimas’ın hepimize verdiği, üzerine bizi alacakları yerlerin yazılı olduğu kartı çıkardı. “Maple and Whale’ın köşesine gitmemiz gerekiyor,” dedi. “Hey, belki babana ulaşıp bizi buradan almasını söyleyebiliriz, Harker.”

Ted Russell hakkında bilmeniz gereken bir şey varsa, o da, onun “IQ” sözcüğünü bile telaffuz edemeyeceğidir. Aptal olduğu için değil (gerçi aptal olmasına aptaldır, tam bir taş kafadır kendisi ama), rahatını bozmak istemediğinden. Tedd benden bir yaş büyüktü; okula geç yazıldığı için aynı sınıftaydık. Russell’dan ilkokul çocuklarının bile burun kıvıracağı türde şakalardan başka bir şey gelmeyeceğini biliyordum ama ne kadar çekilmez bir ahmak olursa olsun, Rowena Danvers’la burada (ya da dünyanın herhangi bir yerinde) olmak için Russell’a katlanacaktım.

Greenville Lisesi’nde ondan daha güzel, zeki ve genel olarak daha hoş kızlar olabileceğini tahmin etmeme rağmen, başka bir kız arama zahmetine bile girmedim. Yanlış hatırlamıyorsam, gözüm Rowena’dan başkasını görmüyordu. Ama iki sene sûren uğraşlarım neticesinde, hayatının filminde bir yan rolden fazlasını oynadığım konusunda onu ikna edemedim. Sorun benden nefret etmesi ya da hoşlanmaması değildi, çünkü onun için bu duygulan uyandıracak kadar bile önemli değildim. Koca ders yılı boyunca konuştuğumuz cümle sayısının beşi geçtiğinden bile emin değilim. Hem o kadar konuşmuşsak bile, muhtemelen bunlann dördü, “Affedersin, bunu düşürmüşsün” ya da “Pardon, burada sen mi oturuyordun?” gibi cümlelerdi. Yani aramızda öyle büyük aşklar doğuracak konuşmalar geçmediği kesin. Gerçi bana kalsa ona öyle romantik şeyler söylerdim ki.

Ama artık bunu değiştirebilirdim; en azından böyle bir ihtimal vardı. Onun radarına yansıyan meçhul bir sinyalden fazlası olabilirdim. Aşağı yukan on beş yaşındaydım ve, yalan söylüyorsam ne olayım, o benim İlk Aşkımdı. Ciddiyim. En azından o zamanlar öyle olduğumu düşünüyordum. Bu öyle basit bir aşk değildi. Rowena Danvers’a sadece âşık değildim, delicesine, yürekten, tutkuyla sevdalıydım ona. Bu hissimi annemle babama bile anlatmıştım ki bunu yapmak cesaret isterdi. Benim bir farkıma varacak olsa, yüzyılın en büyük aşklarından birinin doğacağını söylemiştim onlara. Onlar da benim bu konuda ne kadar ciddi olduğumu anlamış ve hiç üstüme varmamışlardı. Anlamışlardı. Bana şans dilemişlerdi. Ben Tristran olacaktım, o da Isolde1 (artık her kimlerse bilmiyorum; babam böyle söylemişti). Ben Sid olacaktım, o da Nancy2 (bunların da kim olduğunu bilmiyorum ama annem de böyle söylemişti). Rowena Danvers’ı etkilemek istiyordum; doğru yolu bildiğimi göstermekle Shakespeare’in romantik dizeleri arasında dağlar kadar fark varsa ben ne yapayım? Gücüm ancak buna yetiyordu, ben de bunu yapacaktım.

“Nerede olduğumuzu biliyorum,” dedim.

Ted ile Rowena kuşkulu gözlerle bana baktılar. “Ya, tabii. Göz bağını geri takmayı tercih ederim. Hadi gel, Rowena,” dedi Ted Rowena’nın koluna girerek. “Herkes Harker’ın kendi evinin yolunu bile bulamayacağını bilir.”

Rowena kolunu Ted’den kurtararak bana baktı. Görünüşe göre, Ted Russell’la kol kola birkaç adım bile yürümekten hoşlanmamıştı ama günün geri kalanını şehirde dolanıp durmakla geçirmek de istemiyordu. “Nerede olduğumuzu bildiğinden emin misin, Joey?” diye sordu.

Sevdiğim kadın benden yardım istiyordu! O an, dünyanın öteki ucunda olsam, kendi evimin yolunu bulabilirmişim gibi geldi. “Sorun yok,” dedim, boğulacak olduğu halde deniz kenarında güzel bir gün geçirmeye gittiğini sanan bir yaban sıçanının kendine güveniyle. “Beni takip edin. Hadi!” dedim ve caddeden aşağıya doğru yürümeye başladım.

————

1     Tristran ve lsolde, bir İngiliz destanı. -yhn
2     Sid ve Nancy, Punk grubu sex Pistols’un bas gitaristi Sıd Vicious ile sevgilisi Nancy Sprungen. Bu isimde 1986 yapımı bir film vardır -yhn

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Mıntıka ~ Mathias ÉnardMıntıka

    Mıntıka

    Mathias Énard

    Hırvat asıllı Fransız ajan Francis Servain Mirkovi´c, Fransız İstihbarat Servisi’ne bağlı görev yaptığı, kendi deyimiyle “Mıntıka”sı olan Akdeniz havzasında dehşet ve şiddet dolu ilişki ağları içinde geçirilen yılların ardından depresyona ve alkolizme eğilimli orta yaşlı bir adamdır artık.

  2. Afrika’nın Hiçbir Yerinde ~ Stefan ZweigAfrika’nın Hiçbir Yerinde

    Afrika’nın Hiçbir Yerinde

    Stefan Zweig

    Gerçek bir yaşam öyküsüdür Afrika… 1938 yılında Yahudi asıllı küçük bir ailenin Nazi hışmından kaçarak o zamanların İngiliz sömürgesi Kenya’ya sığınması ve yeni bir...

  3. Kıskançlık ~ Anna GodbersenKıskançlık

    Kıskançlık

    Anna Godbersen

    Kinci kızların büyük, görkemli masalı. Karanlık sırlar ve entrika dolu bir romans. 19. Yüzyıl New York sosyetesi Lüks’te buluşuyor. Bu keskin ve zeki arkadaşlık,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur