Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ayrık
Ayrık

Ayrık

Ahmet Küçükkerniç

Tarihin bir yerinde… İhanete uğramış bir kral! İhanetle son bulan bir dostluk! “Mezarı kazıp, lahitin kapağını araladıklarında önlerinde duran zenginliğe hala inanamıyorlardı. Oysa açılan…

Tarihin bir yerinde…
İhanete uğramış bir kral!
İhanetle son bulan bir dostluk!

“Mezarı kazıp, lahitin kapağını araladıklarında önlerinde duran zenginliğe hala inanamıyorlardı. Oysa açılan mezar, kaldırdıkları kapak bir hayalin başlangıcından çok, yaklaşan lanetin habercisiydi.”

İçinde büyüyen acıyla yaşayan bir polis!
Sinsice yürüyen bir plan!
Ve öngörülmeyen bir son!

“Polisiye meraklıları için yeni bir kalem. Güçlü anlatımıyla okuyucularına hikayeyi adeta yaşatıyor. Sevgili dostum Ahmet Küçükkerniç final kurgusuyla sizleri çok şaşırtacak bir eser ortaya çıkarmış.”

***

Binlerce yıl önce, Anadolu’da hüküm süren ne kadar kavim, ne kadar uygarlık ve ne kadar krallık varsa ve çok uzun zaman önce yaşamı;, ne kadar kral, ne kadar halk ve ne kadar köle varsa, zenginliğin hepsi için tek bir sembolü vardı.
Altın…
Ve altından başka madenler de vardı elbet. Gümüş vardı, bronz vardı, bakır vardı ve değeri her zaman değişebilen türlü madenler vardı.
Ve taşlar vardı. Milyonlarca yıl önce, yemyeşil ağaçların, toprağın altına girdiği ve milyonlarca yıl sonra, söğüt yaprağı kadar yeşil zümrütlere, genç kızların çıplak ayaklarıyla çiğnedikleri üzümden çıkardıkları şarap kızılı yakutlara ve gökteki dolunayları ve dahi güneşi kıskandıracak kadar saf beyazlığa sahip elmaslara dönüşen taşlar vardı.

Ama insanoğlu her daim bir madene inandı ve bir madene gönlünü kaptırdı.
Kendine has san rengi, ne yazlan kuruyan bacaklara ne güzleri sararan yapraklara benzemeyen, sarısı anlatılırken bile adıyla anılan tek madene âşık oldu.
Buyuran, buyurganlığını belli etmek için taç yapıp başına koydu, buyrulan zenginliğini göstermek için üzerinde gezdirdi.
Buyuran, buyurganlığını belli etmek için resmini üzerine bastırıp sikke yaptı, buyrulan zenginliğini onunla genişletti.
Her devirde mutlak bir satıcı mutlak bir alıcısı vardı. Eskiyen dünyanın, eskimeyen ve hiçbir zaman da eskimeyecek tek zenginlik timsaliydi.
Sapsarı, pırıl pırıl güzelliği, her güzel gibi, gittiği her yere mutluluk götürürken, peşinde hüzünleri de taşıdı.

Eskiler;
“Hüzün ve saadet göbeği birbirine bağlı iki kardeştir. Birinin gittiği yerden diğeri kalmaz!”der.
Gittiği yerde hep zenginlik oldu, hep saadet oldu, hep bereket oldu.

Gittiği yerde hep kıskançlık oldu, hep hırs oldu, hep ölüm oldu.
Kendine vurgun olanları uzun süre sevemedi. Onlar fani bedenleriyle dünyayı terk ettiklerinde, obaki bedeniyle hep burada kaldı.
Bir zamanlar ona sahip olan faniler, toprak altında çürürken ve toprağa karışıp yok olurken, o toprağın altında kaldığı zamanlarda bile göz alıcı sarı renginden hiçbir şey kaybetmeden yeni fanileri bekledi.
Alimdi…
Değerliydi…
Ölümsüzdü…

Uzun Bir Zaman Önce…
Karaman’da, ovanın tanı ortasında, bütün heybeliyle bir dağ yükselir.
Adına Karadağ derler.
Binlerce yıl önce, etrafına korku ve ölüm saçan yaman bir volkan iken artık yakıp yıkmayı bırakmış, o zamandan beri, yeraltından yeryüzüne taşıdığı o kızgın öfke, bugün bereketin simgesi olmuştu.
O zamandan bu zamana ova, binlerce yıldır, baharları yeni çıkan buğdayların, nohutların, fasulyelerin, pancarların, mısırların yeşil filizleriyle neredeyse tek renk olur.
Dağ kapkaradır.
Hasat zamanı buğdaylar, nohutlar, fasulyeler, mısırlar sarıya döner. Pancar yemyeşildir. Bununla da kalmaz. Gelincikler çıkar meydana.

Kıpkırmızı. Devedikenleri araya girer üzerindeki eflatun Çiçekleriyle. Ara ara papatyalar.
Ova rengârenk olur.
Dağ kapkaradır.
Sonbaharda ova toprak rengine bezenir.
Dağ kapkaradır.
Bir tek kışları zirvesi, ovanın rengiyle ağarır.
Ama bedeni, kapkaradır.
Üzerinde kurulan sayısız krallığın bütün sırlarını, bütün Ölülerini ve bütün hazinelerini saklar,
Tamahkâr insanoğlunun tüm uğraşlarına aynı cömertlikle karşılık verir.
Hikâye Karadağ’da başlar… Binlerce yıl önce…
Bu koca dağın hâkimiydi Kral.
Ve alabildiğine zalimdi. Dağın heybeliyle kendi heybetini bir tutmaktaydı.
Sarayındaki kadınların içinde bir tanesine gönlünü kaptırmıştı. Pers diyarından gelen bir kervanda görmüş ve el koymuştu bu Pers güzeline.

Kraliçe yapmıştı ve onu bütün gözlerden saklamıştı.
Değil kendinden başka bir erkeğin dokunması ya da konuşması, gözlerindeki şehvetin büe ruhuna temas etmesi en ağır azapların, saklandıkları yerden ortaya çıkması demekti.
Kraliçenin ihaneti, zulmün tarifinin yeniden yazılmasına sebep “Zindana atın ikisini de!” diye kükredi,
“On gece aç ve susuz bırakın! Ve on gece boyunca kurtları da aç bırakın!”
Onuncu gecenin sonunda, doğudan gelen gün ışığı, korkunç bir azabın başlangıcının habercisiydi.
On gündür aç bırakılan vahşi kurtlar, on gündür aç ve susuz, bitkin düşmüş kraliçe ve aşığına saldırdı.
Kral, bu vahşeti herkesin seyretmesini emretmişti. Bakmayan olursa, o da tıpkı şimdikiler gibi cezalandırılacaktı.
Vahşet son bulmuştu.
“Kurtları yakalayıp, canlı canlı yakın!” diye emretti Kral, yeniden.
Askerler her verilen emri eksiksiz yerine getirmekteydi.
“Kraliçeyi parçalayan kurtların küllerini,” diyerek, altın asasıyla güneyi gösterdi. “Oradaki denizin ortasına dökün! Aşığının küllerini de,” diyerek, bu kez tam ters tarafa, kuzeye çevirdi altın asasını.
“Oradaki denizin tam ortasına dökün!” On atlı ellerindeki kül dolu kaplarla, güneye sürdüler atlarını. On atlı ellerindeki kül dolu kaplarla, kuzeye sürdüler atlarını, “ihanet!” diye kükredi. “işte cezası!” Kalabalığın arasında bir tek kişinin gözleri doldu. İhtiyar bilge Diespa, içinden kimsenin anlamadığı bir dilde, bir şeyler söylüyordu. Onu bir tek yakın dostu olan, başrahip anlamıştı. Çok eski zamanlardan, lanetli bir lisandı bu!

***

1981 yılının tam ortasındaydılar.
Sekiz ay önce askerin, devlet yönetimine el kovup, tüm yurtta sıkıyönetim ilan etmesinin zorlukları, tüm ülkede olduğu gibi, İç Anadolu’nun ortasındaki bu ovanın üzerine kurulmuş, binlerce yıllık tarihinde çoğu uygarlığa başkentlik yapmış, bu küçük ilçede de hissedilir duruma gelmişti.
Kimin ne düşündüğünü, kimsenin umursamadığı bir insan avı başlamıştı. Birileri hakkında yapılan bir ihbar, aslına astarına bakılmaksızın ihbar edilene en şiddetli biçimde, kapanması uzun zaman alacak yaralar açabiliyordu. Savunduğu fikir yüzünden, arananlar listesinde olan biriyle bırakın akraba olmayı, tanımanız bile götürülüp en sert sorgulardan geçirilmeniz için yeterli sebepti.
Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Herkesin birbirine şüpheyle bakması ya da söyleyeceği bir sözden dolayı başına herhangi bir şey geleceğinden korkması, bir zamanların komşuluğunu yerle bir edip, ailelerin artık kendi kabuklarında yaşamasını mecbur kılmaya başlamıştı.
Gazeteler ve o yılların tek kanallı devlet televizyonu her şeyin güllük gülistanlık olduğunu ısrarla yinelese de bu sadece iyi kurgulanmış acı bir kandırmacaydı.
Yine de sağlam arkadaşlıklar da yok değildi.
Onlar da öyleydiler.
Mehmet, Yaşar, Hikmet ve Salih.
Hikmet ve Salih kardeşti. Babaları uzun yıllar önce Diyarbakır’dan, Karaman’a göç etmiş bir inşaat işçisiydi. Celil usta, yazları inşaatlarda sıvacılık yaparak okutuyordu iki oğlunu da. Hikmet Makine Mühendisliği’nde, Salih Hukuk Fakültesi’ndeydi İhtilal öncesi durumdaki tuhaf karmaşa ikisinin de okullarına bir süreliğine ara vermesine sebep olmuştu. Okudukları şehir İstanbul’un zenginliği, şimdi yaşadıkları şehir Karaman’in mütevazılığına baskın geliyordu, iki kardeşin de zoruna gidiyordu, inşaatlarda üç kuruşa kürek sallamak ama elden gelen de bir şey yoktu. İki kardeşin aklında her zaman bir an önce zengin olmak fikri vardı.
Bugün o fırsatı bulmuşlardı işte.
Bir ay kadar Önce Mehmet, bir pazar günü gelmiş, geriye kalanları evinde toplamış ve nasıl zengin olacaklarını bir bir anlatmıştı.
“Bana bakın, bunlar aramızda kalacak! Bizden başkası bir duyarsa asker hepimizin anasını beller ona göre!”
Karadağ’ın yamacındaki bir köyde yaşayan babasının yetiştirdiği koyunlar için dağın eteklerinde bir ağıl yapacaktı. Bunun için jandarmadan izin bile almıştı.
Askerden geleli iki üç ay olan Yaşar, anlamamış gibi yüzüne baktı.
“Davar mı güdecez?”
“Yok lan sen de, ne davarı? Dinle!” diye konuşmasını sürdürdü. “Ağıl göstermelik. Öyle bir yer buldum ki, demeyin gitsin. Kral mezarı oğlum. Mezarın girişi tam ağılı kuracağımız yerde…” gömleğinin cebindeki uzun Samsun paketinden bir sigara çıkardı. Yakıp, keyifle üfledi. Diğerleri sessizce ona bakıyordu. Sırtını arkasındaki, içi sazla dolu yastığa dayadı. Sesini alçaltarak devam etti. “İki metre yüksekliğinde bir taş duvar örüp, tepesini de adam gibi kapattık mı, içeride ne bok yediğimizi kimse fark etmez. Kazmayı vur ha vur! Yer çok sağlam. İçinde mal gani. Yedi sülalemize yeter. Artar bile. Var mısınız?”
Hepsi bu teklifi gözleri kamaşarak kabul ederken, bir tek Yaşar tereddüt etti.
“Usta, bi sakatlık olursa yedi sülalemizi bellerler yalnız!” Mehmet, sigarasından çektiği dumanı, sinirle üflerken, “Ulan! Sen demiyor muydun, açlıktan nefesimiz kokuyor diye, yavşak! Şimdi ne dıngırdıyon?” diye azarlayınca. Yaşar sessizce. “Bir şey dediğim yok be! Hemen öfkelenme. Tamam dedik ya,” diyebildi.
Mehmet uzun uzun anlattı aklındakileri. En sonunda dediği laf, biraz da olsa diğerlerinin moralini bozmuştu bozmasına ama belli de etmediler.
“Biz dört kişiyiz. Malın yansım ben alırım. Geri kalanını siz aranızda paylaşırsınız. Anlaştık mı?”
Böyle bir anlaşmaya verilecek tek anlam vardı;
Kullanılmak.
Ya istedikleri gibi bir şeyler çıkmazsa, ya çıkan malın ederi uğraştıklarına değmezse, ya hayal ettikleri zenginlik ellerine geçmezse…
Şimdi, diğerlerinin akıllan kendi kendine tuhaf hesaplar içine girmeye başlamıştı.
Bir haftada yaptıkları ağılın içinde tamı tamına on dokuz gece çalışmışlar, güneş babp yeniden doğana kadar kazma kürek sallamışlar ve en sonunda aradıklarım bulmuşlardı.
Karşılarına çıkan mağaranın ortasındaki lahîti güçlükle açarak, içindekilerin ne olup olmadığına bakmaksızın hızlı bir biçimde ellerindeki çuvala doldurdular. Şimdi yapılacak en önemli iş, burayı eski haline getirmek olacaktı. Ne de olsa bir kazı yapılmıştı. Birinin fark etmesi, Mehmet’i dolayısıyla diğerlerini de tehlikeye sokardı.
Uzun uğraşlardan sonra, mağaranın ağzını kapadılar. Daha sonra yaptıkları ağılı yıktılar. Kimse üzerinde durmazdı nasılsa Zaten birileri bir şeyler fark edecek bile olsa onlar çoktan başka yerlerde, başka hayatlarda olacaklardı.
Malzemeleri,  Mehmet’in  arabasına  yerleştirdiler. Havanın biraz sonra kararacak olması, işlerini kolaylaştıracaktı.
Bir ara Yaşar, yolda, kendi hissesiyle ne yapacağını anlatacak oldu. Mehmet sertçe azarladı onu, “Daha şimdiden karılar gibi konuşmaya başladın. Hele bir satalım hayırlısıyla, ondan sonra ne bok yersen ye! Şimdi milletin kafasını ütüleme!”
Bu, yarım saatlik yolculukta geçen son konuşma olmuştu.
Ara yollardan dikkatlice giderek, Karaman’a yakın bir yerde durdular. Havanın iyice kararmasını bekleyecekler, daha sonra Mehmet’in evine gideceklerdi.
Bir saat kadar sonra hava kararmıştı. İlerideki bir camiden cılız bir ezan sesi duyuluyordu. Hikmet, geride kalan uzun çalışmanın yorgunluğundan, başını Yaşarın omzuna dayamış uyuyordu. Olan biten o kadar da umurunda değildi.
Bej renkli Murat 124, Mehmet’in tek katlı kerpiç evinin önüne yanaştı. Bagajdan çuvalı çıkartan Yaşarı diğerleri takip ettiler. Dördünün dışında hiç kimsenin ellerindeki çuvalın içinde ne olduğundan haberi yoktu.
Eve girdiklerinde, Mehmet’in karısı Gülizar, kucağında üç ay önce doğan kızıyla karşıladı hepsini. Genç kadın kocasının gizli gizli bir işler çevirdiğinin farkındaydı. Hiçbir şeyden habersiz bir tavırla,
“Hoş geldiniz,” dedi.
“Hoşbulduk hanım. Biz şu odadayız,” diyerek, başka birodanın kapısını açtı. İçeri giren arkadaşlarının ardından odaya girerken, “Bize iki lokma bir şeyler hazırla, çay da demle,” deyip, kapıyı kapattı. Kapının arkasındaki anahtarla, kapıyı iki kere kilitledikten sonra, diğerlerinin yanına geçti.
Odanın ortasında oturuyorlardı. Dikkatlice çuvalın içindekileri çıkarmaya başladılar.
İlkin boyu ancak bir karış olan ve şahin ya da onun gibi bir kuşu andıran altın bir heykel çıktı. Bir heykel daha vardı Onun boyu diğerinden üç dört santim daha uzundu. Çıplak bir erkek…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıAyrık
  • Sayfa Sayısı304
  • YazarAhmet Küçükkerniç
  • ISBN9944636490
  • Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviBahar Kitapları / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kan Sıcağı ~ Ahmet KüçükkerniçKan Sıcağı

    Kan Sıcağı

    Ahmet Küçükkerniç

    Yavaş yavaş üşümeye başladı. Sıcak sonbahar akşamında, donuyordu. Bilinci de kapanmaya başlamıştı. Katil kulağına yılan gibi tıslayarak, fısıldadı. “Kan Sıcağı!” dedi. “Ölmeden hisset. Bunu...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bana Seni Seviyorum Deme “Sev” ~ Miraç Çağrı AktaşBana Seni Seviyorum Deme “Sev”

    Bana Seni Seviyorum Deme “Sev”

    Miraç Çağrı Aktaş

    Gitmeyiz dediler, gittiler. Sözler verdiler, tutmadılar. Gitme nedenleriyle nasıl bir kişiliğe sahip olduklarını kendileri belirlediler. Öncelikle hep onların duyguları,düşünceleri daha önemli oldu. Bizim ne...

  2. Siyah Beyaz ve Gri ~ Yusuf ŞaşmazSiyah Beyaz ve Gri

    Siyah Beyaz ve Gri

    Yusuf Şaşmaz

    Sadece mesajlarla muhatabına duyurulma imkânı bulan büyük bir aşkın; Aşkla sevginin kesiştiği, birbirine karıştığı ve birbirinden ayrıldığı noktaları dikkatli gözlere sunan samimi duyuşların; Hızla...

  3. Bez Bebek ~ Ayşegül TokerBez Bebek

    Bez Bebek

    Ayşegül Toker

    İnsan günlük hayatında koşuştururken bir gün gelip sahip olduğu zenginliği kaybedebileceğini hiç düşünmüyor değil mi? Her şeyin para ve onun sağladığı hayattan ibaret olduğunu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur