Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Babam Nasıl Fenomen Oldu?
Babam Nasıl Fenomen Oldu?

Babam Nasıl Fenomen Oldu?

Ben Davis

Babam kazara internet fenomeni olunca! Ödüllü İngiliz yazar Ben Davis’in kaleminden çıkan Babam Nasıl Fenomen Oldu?, yıkık dökük ailesini yeniden bir araya getirmek ve eski mutlu…

Babam kazara internet fenomeni olunca!

Ödüllü İngiliz yazar Ben Davis’in kaleminden çıkan Babam Nasıl Fenomen Oldu?, yıkık dökük ailesini yeniden bir araya getirmek ve eski mutlu hayatına geri dönmek isteyen Nelson adında gözü pek bir çocukla buluşturuyor okurları.

Günümüz çekirdek ailelerinin yaşadığı çıkmazlara ve çözülmelere sözcükleriyle ayna tutan Davis, boşanma gibi çocukların ve ebeveynlerin duygu dünyalarında dalgalanmalara neden olabilecek “hassas ve kırılgan” bir konuyu duyarlılıkla işliyor.

Teknolojiye son derece mesafeli bir babanın, “teknoloji bağımlısı” oğlu tarafından nasıl ünlü bir internet fenomenine dönüştürüldüğünü kahkahalar eşliğinde anlatan kitap, oyunbaz dili, kıvrak kurgusu ve Mike Lowery’nin matrak resimleriyle dikkat çekiyor.

On iki yaşındaki Nelson’ın hayatta olmazsa olmazı bilgisayar oyunları ve internettir. Günlerini çoğunlukla ekran başında geçirir. Tekdüze yaşantısından gayet hoşnuttur. Ta ki, bir gün annesi geride bir not bırakıp evi terk edene kadar. İşte asıl hikâye ondan sonra başlar! Kendini vahşi yaşam ustası olarak gören babası, evlerini içindeki tüm eşyalarıyla birlikte satar ve çocuklarını da alarak kırsalın ortasında bir çiftlik evine taşınır. Nelson’la beş yaşındaki kız kardeşi Mary için internetin, televizyonun ve hatta tuvaletin bile bulunmadığı bu evde yaşamak dayanılacak gibi değildir. Kırsala bir türlü uyum sağlayamayan Nelson’ın, çok özlediği eski hayatına ve annesine geri kavuşabilmek için dahiyane bir planı vardır. Ah, bir de kontrolü kaybedip ipin ucunu kaçırmasa…

Ben Davis okurları duygudan duyguya sürüklediği bu anlatısında, ebeveynlerin aldığı “kimi” kararların çocukların üzerindeki olumsuz etkilerine eleştirel bir yorum getiriyor.

Teknoloji çağı çocuklarının gerçek hayatla baş etme mücadelesine mizahın gücüyle destek veren Babam Nasıl Fenomen Oldu?, hem dokunaklı hem de çok komik bir büyüme ve olgunlaşma serüveni.

ÇEKTİĞİM EN UZUN VİDEO

Kamera açık mı? Evet. Mikrofon ayarları tamam mı? Test. TEST. Evet, gayet iyi. Tamamdır. Çektiğim en uzun video olacak bu, o yüzden siz çocuklar en iyisi rahat bir pozisyon alın. Ciddiyim. Videonun sonu geldiğinde popolarınız uyuşmuş olacak. Olay şu: Birçok insan, ailem hakkında bir şeyler söylüyor. Bazıları doğru, bazıları değil. Artık her şeyi açıklığa kavuşturma vakti geldi. İşlerin ters gittiğini ilk kez, annem ortadan kaybolunca anladım. Yok, yani bir sihirbaz tarafından puf diye yok edildiği, kaçırıldığı gibi delice bir şey yaşandığını söylemiyorum. Sadece bir gün okuldan eve geldiğimde annem yoktu işte. Başta bir arkadaşının evine gittiğini, orada fazla takıldığını düşündüm ama saatler ilerledikçe daha çok endişelendim.

Annemin cep telefonu numarası, ev telefonunun yanındaki not defterinde yazılıydı. Numarayı tuşladım ama hat doğrudan telesekretere düştü. Sonra babamı iş telefonundan aradım. Dışarıdaydı, bir çifte ev gezdiriyordu. İşi bu yani, anlatabiliyor muyum, yoksa sırf zevkine insanlara ev gezdirdiği falan yok. Öylesi saçma olurdu. Neyse, telefonu açtı. “Ne demek annen orada değil? Alışverişe çıkmıştır belki?” dedi. Ama annemin arabasının hâlâ garajda olduğunu söylediğimde sessiz kaldı. Tabii babam hâlâ normalken oluyor bunlar. Bugün hepinizin tanıdığı o kişiye dönüşmeden önce. Evet, inanması zor, farkındayım ama hep böyle değildi o. Temizdi, kibardı, televizyon izlerdi, her gün tıraş olurdu. Nereden nereye, değil mi? Neyse, babamın ev bakan çiftten müsaade istediğini ve yanlarından ayrıldığını duydum. Sesi bir ara tamamen kesildi. Sonra, “Bak şimdi Nelson,” diye lafa girdi çünkü gerçek adım bu. Nelson Mandela diye bir adamın ismi verilmiş bana. Annemle babam eskiden ona aşırı hayranlarmış. “Nelson,” dedi babam tekrar, “senden üst kata çıkıp annenin kıyafetleri hâlâ gardıropta mı diye bakmanı istiyorum.” Dürüst olayım, isteğini anlamamıştım. Kıyafetleri neden orada olmayacaktı ki? Yani annem artık güzel kıyafetler alamadığı için daima yakınırdı ama bütün kıyafetlerini atmak için pek de geçerli bir sebep sayılmazdı bu, değil mi? Ayaklarımı vura vura üst kata, annemle babamın odasına çıktım. Gardırop açıktı. Annemin hiçbir kıyafeti orada değildi.

Bunu söylediğimde, babam gerçekten üzücü bir sesle iç çekti ve “İlk fırsatta eve geleceğim oğlum,” dedi. Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Gerçekten dramatik bir an bu, mola verip tuvalete gitmek istiyorsanız tam zamanı.

ŞU DEV TİTREME 

Babam geri döndüğünde, yanında kız kardeşim Mary de vardı. Ona bu ismin koyulmaması için çok uğraşmıştım doğrusu. Mary yaşlı insanlara uygun bir isim. Kız kardeşimin, Zalrog gibi havalı bir ismi olsun istemiştim. Hatta annemle babama Mary adlı birine okul piyeslerinde sıkıcı roller vereceklerini bile söylemiştim. Gerçi yanılmışım. Geçen sene bir kediyi oynadı. O doğduğunda ben yedi yaşındaydım, şimdi beş yaşında. Buradan benim kaç yaşında olduğumu çıkaramıyorsanız kendinize daha iyi bir matematik öğretmeni bulmanız lazım. Her neyse, kardeşimi normalde okuldan hep annem alırdı. Ama o gün babam oraya vardığında, Mary ders sonrası okul kulübündeymiş. Evin kapısının açıldığını duydum. Kafamı boşaltmak için Titanya Efsaneleri oynamaya çalışsam da odaklanamıyordum. Alt kata indim. Mary hiçbir derdi yokmuş gibi Korsan Peter bebeğiyle oynuyordu. Babam bana bakmadı bile. Kravatı boynunda gevşek duruyordu, gömleği de pantolonundan dışarı çıkmıştı.

Ona neler olduğunu sordum ama sadece Mary’ye bir içecek hazırlamamı söyledi, sonra da basamakları ikişer ikişer çıkarak üst kata gitti. Mary’nin meyve suyunu hazırlarken o haykırışı duydum. Babamdan duymaya alışık olduğumuz büyük çığlıklardan değildi bu. Boğuk bir sesti; sanki bağırmak istiyor da kendisini tutuyormuş gibi. Mary bana baktı. Gözleri yemyeşil, tıpkı anneminkiler gibi. Gördüğünüz üzere benimkiler kahverengi, babamınkiler gibi. Onu salona götürüp televizyonu açtım. Neyse ki Korsan Peter yayındaydı. Televizyonda o dizi varken, odaya davul zurnayla bir fil girse bile Mary’nin ruhu duymaz. Peter’ın günü kurtarmak için papağanı Gertrude’u salıverdiği kısım gelmek üzereydi. Peter bunu her yapışında, “YAKALA GERTRUDE,” diyor, Mary de aşırı yüksek bir sesle ona katılıyor. Yukarı çıktığımda, babam yerde oturuyordu. Tuhaftı çünkü çalışma odasındaki döner koltuk, dünyanın en rahat koltuğuydu. Ciddiyim. O koltukta oturuyor olsam, videoyu bitiremeden uyuyakalırdım. Tuhaf olan öteki şey de şuydu: Babam ağlıyordu. Eminim bazılarınız annenizin babanızın ağladığını görmüşsünüzdür. Ben görmemiştim. Berbat bir şeydi. Saç diplerimden başlayan dev bir huzursuzluk, parmak uçlarıma kadar yayıldı. Kimse babasının ağladığını görmek zorunda kalmamalı. Hiç doğal bir şey değil bu. Ne yapacağımı bilemedim. Yani, siz olsanız ne yapardınız ki? Ona bir bardak çay isteyip istemediğini sordum. Evet, farkındayım.

Söylemeye gerek yok ama, istemedi. Sonra annemin nerede olduğunu sordum. Başka bir yerde yaşamak üzere evden gittiğini söyledi. Nedenini sordum. Bir kâğıt parçası uzattı. Şunlar yazılıydı:

Nelson ve Mary,
Veda etmeden gittiğim için çok üzgünüm.
Bununla yüzleşemezdim. Korkağın tekiyim
sanırım. İkinizi de hâlâ çok seviyorum.
Yalnızca bir süre uzaklaşmam gerekiyor.
Sevgiler,
Anneniz

Babama annemin geri gelip gelmeyeceğini sordum. Hayır dedi. O zaman ben de ağlamaya başladım.

PARADAN NEFRET EDİYORUM 

Evet, bu yüzden tepki dolu yorumlar geleceğini biliyorum ama umurumda değil. Ağladım. Hatta şu an düşününce bile ağlayasım geliyor. Nasıl başa çıkacağımı hiç bilemediğim bir sorundu bu. Herhangi bir şey olsa, bilgisayar oyunlarıyla arasında bir bağlantı kurardım çünkü ben bunu bilirim. Okulda bana sataşan bir çocuk mu var? Onun Hades’in Oğlu II’deki Ölüm Ejderi olduğunu hayal eder, sonra ya ona gözükmemeye çalışır ya da faydalanabileceğim bir zayıflığını ararım. Komşunun dev köpeği mi peşimde? Şikago Sokakları’ndaki polis köpeklerinden kaçıyormuş gibi yapar, bir ağaca tırmanırım. O gece yatağımda yatarken, annemin bizi neden terk ettiğini düşündüm. Yani evet, çoğu zaman üzgün görünüyordu. Haftanın neredeyse her gecesi yoga kulübüne gidiyordu. Ve babamla SÜREKLİ tartışıyorlardı. Ama öylece, veda bile etmeden çekip gitmesini asla beklemiyordum. Yani, dandik bir notun ne faydası var ki?

Uykudan umudu kesince kalkıp Xbox’ımı açtım. Margarkhan’ın çevrimiçi oyununda etrafı yıka döke ilerleyerek bu soruların yanıtlarını bulabileceğimi düşündüm. Bulamadım. Wisconsin’den katırkutur3000 de bana yardım edecek bir ruh hâlindeymiş gibi gözükmüyordu ve beni SonsuzAlev topuyla ateşe verdi. Ertesi gün okula gitmedik. Planlı bir şey değildi, yalnızca gitmek istemedik, babam da on bire kadar uyanmayınca bizi zorlayamadı. O hâlâ yataktayken, salondan telefonunu alıp annemin gidebileceği her arkadaşını, her uzak akrabayı aradım. Onu gören kimse olmamıştı. Babam sonunda uyandığında, pijamaları içinde öylece televizyon karşısına oturdu. Mary de yanına, koltuğun kolçağına kıvrıldı ve annemin eve gelmesini bekleyerek dışarıyı izlemeye koyuldu. Anlamıyordum. Babam neden dışarı çıkıp onu geri getirmeye çalışmıyordu ki? Hamle yapanın ben olmam gerektiğine karar verdim, o yüzden annemi aramak için iş yerine doğru yola çıktım. Şehirdeki Lüle Lüle Röfle kuaför salonunda yarı zamanlı çalışıyordu.

Oraya gidip patronu Maureen’le konuştum. Annemin işi, geçen hafta bıraktığını söyledi. Yani oradan bir şey çıkmayacaktı. Şehirdeki her yoga stüdyosunu da gezdim. Kendimi NYC Noir’daki Bogart Dawes gibi hissettim, iz bulmak için tüm şehri tarıyordum. Yine de ondan hiç iz yoktu. Bir yol haritasına ihtiyacım vardı. Eve vardığımda internetin altını üstüne getirdim. Facebook’u, Twitter’ı, var olan bütün sosyal ağları denedim. Myspace diye bir şeyi bile. Hiç iz yoktu annemden. Laptopun kapağını sertçe kapayıp Xbox’ı çalıştırdım. Katırkutur3000’den intikamımı almak için Margarkhan’a döndüm. Sinirimi çıkarmam lazımdı. Ama anlaşılan, o da beni bekliyormuş; yirmi yedi defa öldürüldüm. Bu sefer tepem iyice attı, o yüzden kendi topumu almanın kaça mal olacağına bakmak için mağazaya girdim. Yeterince Paralı Asker Dolarım yoktu maalesef. Ama bu, beynimde bir şeyi tetikledi.

Annemle babamın bütün atışmalarını kafamda tekrar ettim. “Arabanın tamire gitmesi lazım, ne yapacağız?” “Nasıl ödeyeceğiz bu faturayı?” “En son ne zaman güzel bir şey alabildik?” Tüm tartışmaları birbirine bağlayan bir şey vardı. Para. Sürekli para hakkında kavga ediyorlardı. Paradan nefret ediyorum! Para diye bir şey olmasaydı, hayat daha güzel olmaz mıydı? Mesela ekmek almak isteyince, bazı iyilikler karşılığında alabilirdim; garaj yollarını süpürmek gibi. Gerçi boş verin. Şimdi düşününce, çok zahmetli olur gibi geldi. Annemin yeterince paramız olmadığı için gittiğine ve para bulabilirsek geri döneceğine karar verdim. Babam onun neden gittiğini söylemeyecekti, o yüzden aklıma gelen en düzgün şey bu oldu. Mantıklıydı da.

Ama şöyle ki, pek fazla param yoktu. En azından annemi geri getirecek kadar. Genç Birikimci Hesabı’mda toplam yirmi dokuz sterlin sekiz peni vardı. Pek büyük bir birikim sayılmaz. Aslında daha fazla olabilirdi ama annemi henüz bir hafta önce hesaptan biraz para çekip TechOps’un son sürümünü almaya ikna etmiştim. O gece oyun oynamaktan vazgeçtim, laptopuma döndüm. Google’da “çabucak para kazanma yolları” diye arattım ama genellikle borsalarla ve yine hiç anlamadığım şeylerle ilgili sonuçlar çıktı. Başka bir şey denemeye karar verdim. Google’da “çocuksanız para kazanma yolları” diye arattım. Bu kez genellikle önemsiz şeyler çıktı: Araba yıkama, çim biçme gibi; yani annemi geri getirmeye yetecek kadar büyük bir şey yoktu. Sonra bir blog yazısı gördüm. Walton McGere hakkındaydı. Bakın, YouTube’a giriyorsanız size Walton McGere’in kim olduğunu söylememe gerek yoktur. Video hazırlayan gelmiş geçmiş en ünlü insan. Kanalına son baktığımda on milyonun üzerinde abonesi vardı. Üstelik o, sadece bilgisayar oyunları hakkında konuşan, on beş yaşında, normal bir çocuk. ON MİLYON! Ama dikkatimi başka bir rakam çekti. Anlaşılan, videoları her izlendiğinde, Walton reklamlardan para alıyormuş. Buna ticari ürünlerin, kitapların ve diğer şeylerin tanıtımları da eklendiğinde, Walton’ın o anki serveti YARIM MİLYON DOLARMIŞ!

Tabii ben bunun ne kadar sterline denk geldiğini bilmiyordum ama çok etmesi gerektiğini biliyordum. Tatilde Macaristan’a gittiğimizde yerde bin forint bulup zengin olduğumuzu sandığım; fakat sonra babamın onun aslında iki buçuk sterlin kadar bir değeri olduğunu söylediği zamanki gibi değil. Olaya bakın: Bir kameranın önüne oturup bilgisayar oyunları hakkında çene çalarak yarım milyon dolar kazanmak. Ne kadar zor olabilirdi ki bu? Annemi Noel’den önce geri getirirdim, zahmetsizce…

 

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Paravan ~ Tim WeaverParavan

    Paravan

    Tim Weaver

    Bir yıl önce, Alex Towne’nın cesedi bulundu. Bir ay önce, annesi Alex’i sokakta gördü. Bir hafta önce, David Raker onu aramaya karar verdi. Şimdi...

  2. Zehir ~ S. J. BoltonZehir

    Zehir

    S. J. Bolton

    “Tüyler ürpertici, esrarengiz ve çarpıcı. Bu, uyumadan önce okunacak bir roman değil.” News of the World  Kâbus görmeyeceksiniz… Çünkü Uyuyamayacaksınız Her şey nasıl mı...

  3. Davetiye ~ Vi KeelandDavetiye

    Davetiye

    Vi Keeland

    Aşk bazen gün gibi ortadadır. Bazen de… Şehrin en büyülü mekânında gerçekleşecek düğüne hiç beklenmedik bir davetiye almıştım. Fakat ufak bir sorun vardı: Davetiye...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur