Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Babıali Yanıyor
Babıali Yanıyor

Babıali Yanıyor

Kemalettin Kuzucu

Şehirleri sarsan devasa yangınların ardında sadece kül değil, yeniden doğuş hikâyeleri de saklıdır. Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul’da, özellikle iktidarın merkezi olan…

Şehirleri sarsan devasa yangınların ardında sadece kül değil, yeniden doğuş hikâyeleri de saklıdır. Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul’da, özellikle iktidarın merkezi olan Bâbıâli binasında meydana gelen yangınları mercek altına alıyor. Söz konusu binanın yönetimin kalbi olması sebebiyle, buradan çıkan alevlerin koca imparatorluğun siyasetine ve ekonomisine, devlet-vatandaş ilişkilerine etkilerini; her kül oluştan sonra yeniden dirilişin Bâbıâli bölgesinden başlayarak İstanbul’un kentsel, mimari ve kültürel çehresini nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor.

Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu, tarihî belgeler, gravürler ve dönemin tanıklıklarını ustalıkla bir araya getirerek okuyucuyu Osmanlı döneminin dramatik yangın sahnelerine taşıyor. Yangınların sadece fiziksel değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşümü de nasıl tetiklediğini anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir rehber.

Bâbıâli neden bu kadar çok yangın yaşadı? Kader mi ihmal mi?

Defalarca alevlere teslim olan bir şehir ve mimari anlayışında değişimler; ahşap, sade ve mütevazı klasik dönem yapılarına karşı metin ve görkemli kâgir mimari…

Lale Devri’nden Vaka-yı Hayriye’ye tulumbacılık; Bâbıâli’de tulumbacı olmak…

İmparatorluk çökerken yangın yerinin hal-i pürmelali…

Bina eminleri, mimarlar, mühendisler, kalfalar, afet yönetimi ve koruyucu önlemler…

İflasın eşiğinde inşaat, finansman sorunları ve ödeme anlaşmazlıkları…

Yangınların gölgesinde defalarca yeniden kurulmuş bir şehri anlamak için eşsiz bir kaynak…

GİRİŞ

“Eğer binaların, şahit oldukları hadisâtı terennüm etmeye
kudretleri olsaydı, Bâbıâli’den dinleyeceklerimiz, bin bir
huzur ve saadet sahnesi ile bir o kadar huzur ve elem tablosu
olurdu. Acaba bizden sonrakiler, eğer ayakta kalabilecekse bu
tarihî binanın sathına basarken, kendilerinden evvel neler
cereyan ettiğini bilecek ve düşünecekler midir?”

Son Sadaret Müsteşarı Ali Fuad Türkgeldi

Bâbıâli’nin Teşekkülü ve Mekânsal Gelişimi

Bâbıâli, Arapça “kapı” anlamındaki bâb kelimesine, yine aynı dilde “yüksek” manasında kullanılan âlî sıfatının eklenmesiyle meydana getirilmiş bir terimdir. Etrafı kapalı bir mekâna veya bir alana geçişi sağlayan açılabilir özelliğe sahip unsur olan kapı, doğu siyaset kültüründe ıstılahî bir anlam kazanarak devlet manasında kullanılmıştır.1 M.Ö. 355’te ölmüş olan tarihçi Xenophon’un, halk işlerinin hükümdar saraylarında görülmesinden dolayı sarayı ve dolayısıyla idareyi kapı olarak nitelemesi, söz konusu kullanımın eskiliği hakkında fikir vermektedir. Japonya’da imparatora verilen “Mikado” sıfatının aynı zamanda saray/idare binası anlamında kullanılması, kapıyı devletle özdeşleştiren düşüncenin Asya’ya mahsus olabileceğini hatıra getirmektedir. Eski Türk uygarlıklarında yaygınca gördüğümüz kapı, bâb ve der kelimeleriyle hükümdarın politik kişiliğinde beliren devlet ve hükümet dairesi kastedilmiştir. Osmanlı döneminde hükümet binalarının yüceliğini ifade etmek üzere “kapı” ve “bâb” terimlerinin ikisi de kullanılmıştır. Bunlar Osmanlı klasik çağında ilk olarak kapıkulu, kapıya çıkmak, kapı ağası, Bâb-ı Hümayun, Bâbüssaâde vb. terimlerde karşımıza çıkar. Anlamı genişledikçe veziriazamın sarayına Paşa Kapısı, defterdarlık dairesine Bâb-ı Defterî/Defterdar Kapısı, yeniçeri ağasının konutuna Ağa Kapısı, şeyhülislamlık makamına Bâb-ı Meşihat, asayişten sorumlu kuruma Bâb-ı Zaptiye denilmiştir.2 Bu amaçla kullanım taşra için de geçerliydi; sadrazamların bir bakıma temsilcileri olan vali ve mutasarrıf gibi yöneticilerin idare binaları birer paşa kapısı idiler. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde kapı, padişahın sarayından sonra en yaygın olarak sadrazamın makam ve dairesine yakıştırılan bir terim olmuştur. Türkçe “yüksek/yüce/büyük kapı” anlamına gelen Bâbıâli, Avrupa dillerinde tamlamanın tıpkı çevirisi olarak Sublime Porte, Porte Sublime, Hohe Pforte, Verhovniy Dvor biçimlerinde adlandırılmakta ve içerik bakımından Quai d’Orsay, Wilhelmstrasse veya günümüzdeki Kremlin ya da White House (Beyaz Saray)’la aynı anlamı ifade etmekteydi.3 Bâbıâli’nin işlevleri dikkatle incelendiğinde, Doğu siyaset kültüründeki kapı geleneğinin, Osmanlı Türkleri tarafından canlı biçimde yaşatıldığı görülür. Osmanlı geleneğinde bir de Bâb-ı Hümayun kavramı vardır. Bâb-ı Hümayun mülkün sahibi ve en üst yöneticisi olan padişaha, Bâbıâli ise yürütmenin başı olan sadrazama atfedilen mekândır. Şu halde Bâb-ı Hümayun’la devlet kapısının, Bâbıâli’yle hükümet kapısının kastedildiği ortadadır. Nitekim II. Mahmud’un son yıllarından itibaren Avrupa diplomatik çevrelerinde ve tarih yazımında Bâbıâli kavramı Osmanlı hükümetini ifade için kullanılacaktır. Bâbıâli adının geçtiği en eski kaynaklardan biri Tarih-i Naîmâ’dır. Naîmâ, Veziriazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı idama götüren sebeplerden birinin, öfkeli Paşa’nın uyguladığı şiddetle ahali ve “hademe-i Bâbıâli” üzerinde aşırı korku yaratması olduğunu belirtmiştir.4 Fakat eserin genelinde “Veziriazam Sarayı”, “Veziriazam Kapısı” veya daha yaygın olarak “Paşa Kapısı” biçimlerini kullanmıştır. Ondan sonraki tarihçiler Bâbıâli adını pek tercih etmemiş; Vezir Kapısı, Bâb-ı Âsafî, 5 Saray-ı Âsafî, Saray-ı Sadr-ı Âli, Saray-ı Sadrazamî, Paşa Sarayı, Paşa Kapısı, Sadrazam Kapısı ve kısaca Kapı biçimlerini benimsemişlerdir. Sadrazam sarayı, I. Abdülhamid (1774-1789) döneminden itibaren hem siyasi metinlerde hem de kroniklerde Bâbıâli şeklinde zikredilmeye başlamış ve imparatorluğun yıkılışına kadar bu isim kullanılmıştır.6 Fakat “Bâb-ı Âsafî”7 ve diğerleri tümden terk edilmiş değildir. Bürokrasi literatüründe daha ziyade Bâb-ı Âsafî biçimi tercih edilmişken, Paşa Kapısı deyişi halk lisanında yer bulmuştur.8 1801 yılından önce Türkiye’de bulunan İngiliz politikacı ve “doğu uzmanı” Eton, Bâbıâli’yi saray olarak sunarken, padişahla birlikte sadrazamın da burada oturduğunu, hatta diğer büyük kamu görevlilerinin bürolarının da burada bulunduğunu, konsey dediği “divan”ın burada kurulduğunu ve bütün devlet işlerinin saraydan yürütüldüğünü belirtmiş ancak halkın işlerinin görüldüğü yerin porte/ gate yani kapı diye tanımlandığını yazmıştır.9 Osmanlı tarihini kısaca özetlediği beşinci bölümde IV. Murad devrinden itibaren Türk idare merkezini Bâbıâli olarak anmıştır.10 İstanbul’daki bir İngiliz fabrikasında çalışmak üzere 1793’te gelip 14 yıl Türkiye’de yaşayan ve Osmanlı’ya karşı beslediği sempatiden ötürü Türkler hakkındaki önyargıları yıkmayı insani bir sorumluluk sayan Thornton, tenkit ettiği Batılı oryantalistler içinde en çok Eton’a yüklenmiş; onun İstanbul ve Türklerle ilgili birçok yanlışını ortaya dökmüş ve Bâbıâli denilen sarayın yerini dahi bilmediğini savunmuştur. Bâbıâli’yi padişahla uyrukları arasında iletişimi sağlayan bir kapı olarak niteleyen Thornton’un, “Bâbıâli”nin bu işlevinden dolayı devlet işlerinin yürütüldüğü şehrin o bölgesi için kullanılan bir isme dönüştüğünü belirtmesi ilginçtir.11 Zira yerli entelijansiya ve kaynaklar Bâbıâli’nin semt adı oluşunu Tanzimat sonrasına tarihlerler. Haliyle 1807’de basılmış eserdeki bu bilgi, yaygın bir kabulü geçersiz kılmaktadır. Bunu destekleyen resmî kanıtlara da sahibiz. Örneğin Alay Köşkü hizasında yer alan ve Topkapı Sarayı’nın döşeme ve elbiselerini hazırlamakla görevli Terziler Kârhanesi’ndeki tulumbanın yenilenmesiyle ilgili 1803 tarihli bir belge, söz konusu imalathaneyi Bâbıâli’de konumlandırmaktadır.

Bâbıâli, dış politikada Osmanlı Devleti’ni karşılayan bir tabir oluşunun yanında, içeride de en büyük ve feyizli bir memur mektebi olarak görülmekteydi. Tanzimat devrinin kudretli devlet adamı Mustafa Reşid Paşa Avrupa’da kazandığı siyaset ve diplomasi bilgilerini Osmanlı’ya tatbik etmeye çalışırken, Bâbıâli’nin politika, hukuk, edebiyat ve yabancı dil öğretilen, modern memur yetiştiren bir okula dönüşmesini sağlamış; bizzat eğittiği ve bir kısmı kendisiyle akran olan Sadık Rıfat, Sârım, Âli, Fuad, Ahmed Vefik, Mithat ve Mahmud Nedim gibi elit paşalar; Şinasi, Ahmed Midhat Efendi ve Ziya Paşa gibi aydınlar ve daha pek çok hukukçu, diplomat ve memur bu okulda yetişmiştir.13 Bazı bürokratların hayat hikâyelerinde geçen Bâbıâli mektebinden yetişme vurgusu bu yüzdendir. İmparatorluğun yıkılışına kadar Bâbıâli efendisi, Bâbıâli hocası, Bâbıâli terbiyesi gibi deyim ve sıfatlar günlük hayatta onur vesilesiyle kullanılan tabirler olmuştur.14 Yangın ve inşa/tamir süreçlerinde Bâbıâli’nin alt birimleri sıklıkla geçtiğinden, bunun örgütsel gelişimine de kısaca göz atmak gerekir. Bâbıâli’nin kurumsallaşması ve giderek önem kazanması ile Divan-ı Hümayun arasında sıkı bir ilişki vardır. Divan-ı Hümayun devleti ve toplumu ilgilendiren bütün konuların görüşüldüğü bir kuruldu. Padişahın başkanlık ettiği kurul asıl şeklini Fatih Sultan Mehmed döneminde aldı. Bu padişahın toplantıya katılmayı terk edip pes-i perdeye çekilmesinden sonra Divan başkanlığını sadrazam üstlendi. Divan ilk devirlerde her gün toplanmaktaydı. 16. yüzyıldan itibaren dört güne indirildi, harp zamanlarında ise haftada bir toplanır oldu. Nihayet 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplantılar üç ayda bir yapılmaya başladı;15 bu da kapıkulu askerlerine mevâcib dağıtılması ve yabancı elçilerin kabulüne münhasır kaldı. Devlet işleri sadrazamın ikindi divanında, eğer çok önemli olursa çeşitli yerlerde teşekkül eden şûrâda görüşüldü. Bu durum ikindi divanının ve dolayısıyla Bâbıâli’nin icra bakımından ön plana çıkmasıyla sonuçlandı. Ardından Divan kalemleri, Reisülküttaplık, Çavuşbaşılık, Teşrifatçılık vs. müesseseler ile bunların defter ve kayıtları Bâbıâli’ye getirildi. Böylece Divan-ı Hümayun kalemleri Bâbıâli’nin bürolarına dönüşmüş oldu. Sadrazamın maiyeti olan Kethüda Bey ve Mektupçu ile birlikte bu yeni gelenler hademe-i Bâbıâli’yi oluşturdular.16 Divan kalemlerinin tümden Bâbıâli’ye geçmesinden sonra, reisülküttabın emri altında çalışmak üzere Mektubî-i Sadr-ı âlî ve Amedî adlarında iki yeni büro daha açıldı. Bu ikisi, Divan’ın diğer kalemlerinin yetki ve görevlerini büyük ölçüde devralmıştı. Bâbıâli’nin tüm devlet işlerinin görüşüldüğü bir merkeze dönüşmesi bu gelişmenin sonucudur.

Avrupai kabine sistemine geçilmeden önce Bâbıâli, sadrazamın ailesiyle birlikte özel hayatını geçirdiği harem, resmî işlerini gördüğü selamlık ve sadarete bağlı birimleri içeren kalem olmak üzere başlıca üç kısımdan oluşmaktaydı. Göreve atanan bir sadrazam Beşirağa Camii tarafında bulunan Tomruk kısmındaki harem bölümüne yerleşirdi. Burada sadrazamın aile bireylerinin kaldığı odalarla birlikte çeşitli bölme ve geçitler vardı. Selamlık ve kalem bölümleri Nallı Mescid yönündeydi. Kalem bölümü Arz Odası, Divanhane; Kürk, Kethüda Bey, Reisülküttap, Amedî, Beylikçi, Büyük ve Küçük Tezkireci odaları; Tahvil, Rüus, Mühimme ve Kethüda kalemleri; Kapıcılar Kethüdası, Teşrifatçı, Sarık ve Hazine Odaları ile Hünkâr Köşkü ve Havuzlu Köşk gibi birimleri ihtiva etmekteydi.18 Bu dönemde Bâbıâli’nin amir konumunda üç yetkilisi bulunuyordu. Bunlar içişlerinden sorumlu Kethüda/Kâhya Bey, esasta dışişlerine bakan ama maliye dışındaki tüm kayıtları

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kahramanı Yaratmak ~ Kemalettin KuzucuKahramanı Yaratmak

    Kahramanı Yaratmak

    Kemalettin Kuzucu

    İttihadcılar, altı asrı devirmiş yorgun imparatorluğun çöküş senaryolarının çizildiği 20. yüzyılın başında, Meşrutiyet iktidarının meşruiyetini sağlamlaştırmak için ihtişamlı mazinin değerlerine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Altı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur