Murat Çelik, şiir ve öykülerinin ardından bu kez usta işi diyaloglarla kurduğu; anlatıcılarıyla, zaman sıçrayışlarıyla adeta bir labirent inşa ettiği ilk romanı Bazı Günlerin Sonu ile karşımıza çıkıyor.
Nebi, Sadettin, Dıga Yaşar, Ekrem, Yusuf Cemal, Dağlarınayısı Orhan, Gülseren… ve köpekler!
Yaratılan sinematografik atmosferde hayvanların ve kadınların erkekler dünyasındaki sesi yok sayılırken gerçek-rüya gerilimi bir anafora, gölgesi karanlık bir hikâyeye varıyor.
“Köpekleri çok mu seviyorsun?” dedi Nebi Bey neden sonra.
“Severim,” dedi Sadettin.
“E niye köpeğin yok?”
“Korkuyorum.”
“Niye?”
“Ya ölürse,” dedi Sadettin. Kabahatli çocuklar gibi bakıyordu. “Size alalım ama bir tane.”
“Ya benimki ölürse?” dedi Nebi Bey.
Sustular.
Karanlık çökecekti
*
Köpeğin adını Birinci Tekil koyduktan sonra rahatladım,
yavaşladım, esnedim. Yalnızlığım tehdit ediliyordu onunca. Gittiğim her yere gelmek istiyordu. Evine bağladım zincirle fakat bu hoş olmadı. Göz göze duruşumuzda boynunu büktü, sessizliği canımı yakarken içine içine ağladığını biliyordum.
“Tamam,” dedim, “seni kurtlar yerse ben kaçarım.”
Ormana doğru yürümeye başladık. Sevincini dört ayağı taşıyamıyordu, kuyruğu da yardım etti. Bir sırta tırmandık, su deposuna yaklaştık. Bulutlar gazap renkli işaretler gönderiyordu o sırada.
Aldırmamız için, umursamamız için evin çatısına daha kallavi, daha haşmetli bir gonca gül bırakmalıydılar.
“Birinci Tekil,” dedim. Adını öğrenmekte gecikmemişti ya da ben durunca o da durmak zorunda kaldı.
“Birinci Tekil, ben kötü bir insanım galiba,” dedim.
Kulakları gözlerine toparlandı, kuyruğunu indirdi. Şaşkınlığın yakıştırma töreni böyle arz edilebilirdi belki de bir üst makama.
“Yoruldum,” dedim. “İstenmeyen olmak beni bıktırıyor.”
Ossaat bir tüfek çınlattı ormanı, saçmalar sebepsiz yargılanmak üzere ağaçların gövdelerine tutsak düştü. Bir çöl kumundan tahliye edildi, bir açık denizde rekortmen bir yüzücü kendiyle yenişemedi, perdesizliğiyle meşhur bir evde orospunun teki yeni doğum yaptı ve kilisenin birinde halis bir mümin istavroz çıkarırken yakalandı ve öldürüldü.
Birinci Tekil’in beni dinlemediğini anladığımda sustum. Ona kızmak istedim lakin beceremedim. Müşkülpesent olmanın kötü yanlarından biri işte. Her zaman ret hakkındasın ve öfkelisin sanırsın ama değil. Sakiniyet de pekâlâ ilhak edebilir.
“Kavlini çiğneme, çiğneme,” dedim.
Yüzüme baktı telaşla.
Onu buradan götürmemi istiyordu. Durmaktan, hareketsizlikten sıkılmış, bir felaketi kokluyordu sanki.
“Haklısın,” dedim. İkiletmedim.
Tırmandığımız sırttan eve uzanan yol gözümde büyüdü. Toprağın kabarcık bıraktığı yeri gördüm. Ölü fay arada –geceleri bilhassa– uyanıyor, küçük titreşimlerle kendini hatırlatıyordu.
Cebimden altıpatları çıkarıp şöyle bir okşadım. Birinci Tekil’e gösterip “Ne dersin?” dedim.
Anlamadı, anlamasın.
“Şimdi ilkin senin ölmen gerekiyor benim elimden, ben benim elimden ölürüm. Becerebilecek olsaydın senin elinle ben ölmek isterdim hatta belki sen kendine sıkmazdın benden sonra. Yaşar giderdin… ama yok. İnsanlar kötü. Sevdikleri ölünce bile yaşıyorlar.
Siz öyle misiniz? Bir yolunu bulup ölürsünüz değil mi?”
Altıpatları elime aldım, topu döndürdüm.
Beklemek otudur, ölür beklediğini.
Tetiği yumuşattım, tetiğe dokundum.
Saçma seslere karşılık vermem gerekiyordu.
Akşamüzeriydi. Tulumlarını şöyle bir çırpmadan gelip kuruldular sundurmaya. Çay koydum önlerine, bir paket bisküvi açtım.
“İşin iş Nebi Bey,” dedi Ekrem, “buraların kralı sensin.”
“Ne krallığımız varmış?” dedim. “Yaşayıp gidiyoruz.”
Alapıtrak köyünde yeni inşaata başlamışlar geçen gün, onun beton işi varmış, bugün de kalıp sökmüşler.
“Bu sikik, işi kesim almış gibi çalışmasaydı yarın da yevmiyeyi doğrulturduk,” dedi Dıga Yaşar. Ekrem’i işaret etti.
Güldüler. Birbirlerine bakmadan, ayrı ayrı, her biri bir yana saçıla saçıla güldü.
“İki yüz kâğıttan aşağı çalışmam bundan kelli,” dedi Yusuf Cemal.
“Ulan götlek, girdin merdiven altına akşama kadar sivsiklendin.
Usta mısın, sana ne diye versinler iki yüzlük?” dedi Ekrem.
“Ben anlamam, artık baştan konuşalım para işini,” dedi Yusuf
Cemal. Kimse ondan yana olmadı, biraz ağırkanlıydı gerçekten.
Ben de ne zaman bir iş versem tutup zamanı sündürüyor ya da işi yarım yamalak, şeyinin ucuyla yapıyordu.
Bisküvilerin kıtırtısı kesilince sessizlik oldu. Sonra Sadettin çıkıp geldi, o sarışın tüyü bozuk sesiyle bağıra çağıra.
“Al işte Nebi Bey, sana getirdim,” dedi.
Kucağında iki-üç aylık bir köpek yavrusu vardı. Kangalmış. Bunun
yanına bir de erkek bulursak anasını bellerlermiş ortalığın, iki baş.
“Geç Sadettin buyur,” dedim.
“Beğenmedin mi köpeği?” dedi Sadettin.
“Köpek güzel,” dedim, “keşke ayırmasaydın anasından.”
“Nebi Bey sen köpek istemedin mi?” dedi Sadettin, kırılmıştı
fakat şimdi sesi kızgınlığa çalıyordu.
“Köpekten bahsetmiştik…”
“Bahsettik mi? İstemedin yani…” dedi Sadettin.
Şaşırmıştım, diğerlerinin yardıma koşmasını, bu delibozuk çocuğa karşı benimle birlik olmasını bekliyordum. Ekrem’e döndüm göz ucuyla. Ayaklarını birleştirmiş, halının desenleriyle daha önce hiç karşılaşmamışçasına bakışıyor, sanki aşk yaşıyordu puşt. Kafasını dahi kaldırmadı.
“Şimdi sen köpek istedin, değil mi?” dedi tekrar Sadettin. Yüzüme bakmaya devam etti, yüzüme bakarken de öfkesini hiç sakınmadı.
Tatlıya bağlarım belki diye düşündüm.
“Gel, bir çay iç hele,” dedim
Gözlerini indirip köpeğin kafasını okşamaya başladı Sadettin.
O da gri kulaklarıyla, kapkara burnuyla, ufacık ağzıyla, ağzının içindeki şekerpembe diliyle okşanmaktan aldığı hazzı belli etti.
“Gel,” dedi Dıga Yaşar, “çay iç, kafan çalışsın.”
Sonunda birinin imdadıma yetişmesine sevinmiştim. Yanlarına dönüp boşları tepsiye dizdim. Ekrem kafasını kaldırmıyordu, Yusuf
Cemal şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu. Dıga Yaşar malzemeleri çıkarmış sigara sarıyordu.
İçeri girip çayları tazeledim, bir bardak da Sadettin için koydum tepsiye. Dolaptan fındıkezmesiyle iki parça lavaş kattım yanına.
Biraz daha oyalansam sanki her şey kendiliğinden düzelecekti.
“Nebi Bey,” dedi arkamda bir ses. “Müsaitse ben bir lavaboya kadar girsem.” Ekrem’di, yüzü gözü alçaklardaydı gene.
“Tabii müsait, girebilirsin,” dedim.
Tepsiyi alıp yanlarına döndüm.
“Sigara fıs,” dedi Dıga Yaşar.
“Şunu şurda içmeseniz,” dedim, demiş bulundum.
“Bir şey olmaz Nebi Bey, bu organik,” dedi Dıga Yaşar. Lafın üzerine Yusuf Cemal zoraki bir kahkaha koyuverdi.
“Sadettin çay içmiyor musun?” dedim. Barış ilan etmek istiyordum.
Sadettin köpeğin kafasını okşamaya devam ediyordu. Gözlerini kaldırmadı, cevap vermedi.
O sırada Dıga Yaşar koluma dokundu, boş ver gibisinden bir el işareti çaktı. Bu hareket biraz rahatlatmıştı beni. Bir şekilde
Sadettin’i konuşmaya dahil etmem gerekiyor baskısından, gerginliğinden kurtulmuştum.
“Ee Cemal,” dedim. “Yeni horozlar dövüşçü mü bari?”
Ben böyle deyince keyiflendi Yusuf Cemal. İyi bildiği yerden açmıştım tezgâhı fakat tam konuşacakken laf ağzında büyüdü de
Dıga Yaşar’a savruldu.
“Boş ver horozu Nebi Bey,” dedi. “Geçen sana biri geldiydi, kadın. Kimdi o?”
“Anlamadım,” dedim. Kimi kastettiğini biliyordum, onların gördüğünü umursamamış gibi davranmam gerekiyordu.
“Ya şöyle saçları kısacık, kıvır kıvır bir kadındı. Siyah mantosu vardı üstünde,” dedi Dıga Yaşar.
“Röntgenini mi çektin lan karının,” dedi Yusuf Cemal; güldüler, iki ağız.
Öksürdüm o anda, ayıp oluyordu, daha da ayıp edeceklerdi.
“Onun arkadaşları filan vardır Nebi Bey, gelsinler, kuzu çevirelim. Rakı da açarız. Kuzu sevmezseler piliç gömeriz tenekeyle.”
“Piliç, piliç yemez aslanım,” dedi Yusuf Cemal. Bu kez kahkahayı
Dıga Yaşar patlattı.
Sadettin’e baktım o sıkıntıyla. “Gelsene Sadettin,” dedim tekrar.
“Sen şimdi köpek istemedin mi?” dedi Sadettin.
Aynı yerdeydi. Aklından zoru yoktu ama içerlemişti besbelli.
“Gel sen, konuşuruz,” dedim.
Ben böyle deyince gözlerime baktı Sadettin uzun uzun. Bu tutulma anını bir türlü geçiştiremedim.
“Neyi konuşacaz ya!” dedi bu kez, tüyü bozuldu, sarardı, kızardı iyiden iyiye.
“Sakin ol Sadettin kardeşim,” dedim. Kardeşim deyince suspusluk büküldü, geri vites yapmıştım onların kitabında. Halbuki alttan alıyordum, bir yanlış anlaşılmayı sulh içinde çözmekti tek derdim.
“Siz hep böylesiniz,” dedi Sadettin hışımla.
“Biz kim oluyoruz,” dedim, “nasılmışım?”
“Tuzu kurular,” dedi Sadettin. “Sen benden köpek istedin. Şöyle bir köpek olsa dedin, bana yoldaş olsa. Evi de bekler hem. Çakır Osman gelmişti Tomarcı’dan patpatla. Köpeği üstümüze salıyordu. Osman’a şakayla dokunuyorduk, vuruyor gibi yapıyorduk da bizi parçalayacaktı nerdeyse it. Dedin ki beni de korur mu böyle bir köpek? Küçükten alırsak dedim. Anası sütten kesmeye yakın. Bağlarız karanlığa, süt verip dayarız çiğ eti. Bir seneye azman olur. Sen bu işi biliyorsun Sadettin dedin. Tamam dedim ben de. Sana köpek bulurum. İşte buldum. Senin için çaldım getirdim. Şimdi diyon ki yok ben istemedim.”
“Çaldın mı?” dedim şaşkınlıkla.
“He,” dedi Sadettin, “çaldım.”
“Bu cins köpek Sadettin, sahibi düşer peşine.”
“Nebi Bey doğru söylüyor,” dedi Dıga Yaşar. “Git bırak aldığın yere.”
“O yer uzak,” dedi Sadettin. “Kimse aramaz onu buralarda, ovanın köpeği bu. Hem karanlığa gömecez, kimse bulamaz.”
“Ekrem nerde?” dedi Yusuf Cemal. Onu çoktan unutmuştuk.
“Tuvalete girmişti,” dedim.
“He öğleyin mancarı çok yedi, motoru bozdu herhalde,” dedi
Dıga Yaşar.
Hep bir ağızdan sustuk, gözlerimizle de susmuştuk bu defa.
Çaylar bitmişti. Sadettin çeşmenin tepesindeki ışığa bakarken köpek onun paçalarıyla oynuyor, Dıga Yaşar ile Yusuf Cemal birbirlerine saati gösteriyordu.
“Sen o işi düşün,” dedi Dıga Yaşar.
“Onlar bizim dengimiz değil,” dedim, demiş bulundum. Onları ayrı bir yere koydum, kendimi de onlardan olmayanlara kattım ki bu tekliften güven içinde sıyrılayım. Beni başkası bilmesinler, başkası olsam da kendilerinden, kendilerine yakın bilsinler.
“Niye,” dedi Dıga Yaşar. “Erkek erkektir, kadın kadın.”
“Öyle olmuyor işte,” dedim.
“Nasıl oluyor?” dedi Yusuf Cemal.
“Tuzu kurular… onların tuzu kuru,” dedi Sadettin. “Talihli doğmuşlar, okumuşlar ya, bizi beğenmezler. Ölürler, mezarlarını biz kazarız, toprağa biz indiririz analarını babalarını… Sağ taraflarına yatırırız, kıbleye kazarız tabii mezarı. Kefen bağlarını çözeriz ölülerinin. Tahtalarını da gene hazır etmişizdir. Dizeriz üzerine ölülerinin… Sonra o çukurdan çıkarız güçbela. Toprak atarız üzerlerine. Bir kürek bile atmaz bunlar. Sevdiklerinin üzerine bir karış toprak atmazlar, güya öyle severler… ama çukura biz indirir biz gömeriz sevdiklerini. Son kez dokunmazlar bile. Tiksinirler. Bunlar her işi parayla yaptırırlar.”
“Ağır ol bakalım Sadettin Efendi,” dedim. Sinirlenmiştim ilk kez.
Alttan alma taraftarlığını terk etmiştim.
“Olmazsam n’olacak?” dedi Sadettin, diklendi iyice.
“Şşşş!” diye araya girdi Dıga Yaşar. “Hadi biz gidelim artık.”
“Dur dur,” dedi Sadettin. “Mademki yanlış konuşuyorum doğrusunu söylesin Nebi Bey.”
“Senin dediğin insanlar var,” dedim, sakinlemiştim biraz.
“Ya sen… Sen onlardan değilsin di mi?” dedi Sadettin.
Bir şey söylemek pek mümkün olamayacaktı. İçerlemiştim, konuşarak savuşturamayacaktım. Sınıftan, emekten, sömürüden bahsetmenin kitabi lafzından medet ummak boşunaydı.
“Şu Ekrem salağı tuvalete mi düştü, git bir bak,” dedi Dıga Yaşar.
Kafasıyla içeriyi gösterdi Yusuf Cemal’a.
O içeri girdiği esnada Dıga Yaşar bana döndü.
“Sen bu köpeği al Nebi Bey,” dedi.
Sadettin’in söyledikleri dokunmuştu herhalde. Beni haksız bulmuştu yahut orta yolun bu olduğuna karar vermişti kendince.
“Almazsam n’olacak?” dedim, “Sadettin’in anlattıklarından benim köpek istediğim çıkmıyor ki.”
Bu son dediğim üzerine Sadettin ayağa kalktı sakin sakin. Belinden altıpatlar bir tabanca çıkarıp koydu sundurmanın geniş, ona on korkuluğuna. Şaşırmıştık. O da şaşırmamız için yapmıştı besbelli.
Ardından tabancanın topunu döndürüp “Vururum o zaman köpeği,” dedi.
Dıga Yaşar payladı, “Sado bırak makinayı, hayvanın ne günahı var!”
“Hayvanın günahını da Nebi Bey çeksin,” dedi Sadettin.
“Dur,” dedim Sadettin’e, “sakın yapma!”
“Ne o,” dedi Sadettin, “tırstınız mı?”
O sırada Ekrem ve Yusuf Cemal, şaşkın şaşkın Sadettin’e, elindeki tabancaya bakıyordu.
“Köpeği almıyor, ben de vuracağım,” dedi Sadettin.
“Lan manyak mısın, adam mı vurulur köpek almıyor diye!” dedi
Ekrem.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBazı Günlerin Sonu
- Sayfa Sayısı88
- YazarMurat Çelik
- ISBN9789750864063
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ab-ı Hayat ~ Merve Küçüksarp
Ab-ı Hayat
Merve Küçüksarp
İzmir’den New York’a gitmek üzere yola çıkan bir yolcu gemisindeki on üç kişi… Onların kimi eğlenceli, kimi hüzünlü hikâyeleri. Birbirleriyle olan karmaşık ilişkileri. Sıradan...
- Kadıköy’de Muhakkak Bir Define Var ~ Suat Derviş
Kadıköy’de Muhakkak Bir Define Var
Suat Derviş
Vaktiyle Körler Memleketi denilen ve şimdi Kadıköy diye anılan yerde muhakkak bir define var. Evet, muhakkak bir define var! Profesörün büyük bir hakikat olarak...
- Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey ~ Mine Söğüt
Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey
Mine Söğüt
Yıldırımlar düşüren, toprağı çatlatan, karaları denizlere, denizleri karalara akıtan o kadim irade madem kaosu seviyor, insanın tek kurtuluşu bu kaosla uyum içinde devinmektir. Madam...