Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bin Yaşa Aşk
Bin Yaşa Aşk

Bin Yaşa Aşk

Abdurrahman Tümer

Bir kadın sevince ölümden öte yol yoktur. Aşk yüreğine değince dünyanın öteki ucu da olsa sevdiğinin peşine takılır gider. Bu yolculuk öteki âleme kadar…

Bir kadın sevince ölümden öte yol yoktur. Aşk yüreğine değince dünyanın öteki ucu da olsa sevdiğinin peşine takılır gider. Bu yolculuk öteki âleme kadar uzansa da gözü ondan başka hiçbir şey görmez. Giresun’da doğup, İstanbul’da büyüyen Aysel’in hikâyesi de Musullu Yusuf’u sevmekle başlar. Aşk başa, yaş göze düşmüştür. Bilmediği, görmediği uzak diyarlar yazılmıştır kaderine. Ailesi karşı çıkar hiddetle; zira babası, annesi, abisi hiç kimse razı değildir gurbete. Lakin aşkından caydıramazlar Aysel’i. Bu kitapta, Ortadoğu’nun kanla yeniden yazılan tarihini, bugüne değin dönen entrikaları ve özellikle Körfez Savaşları’nın gölgesinde yok olup giden hayatları okuyacaksınız. Orada yaşayan halkın çektiği acılara, zulümlere, şahit olacaksınız. Hepsi gerçek, acı ve özlem dolu yaşam öyküleri kanınızı donduracak, burnunuz sızlayacak, ağlayamayacaksınız.

Ölümü bile göze alarak sevdiğine “Evet” diyen bir yüreğin çığlıklarını duyacaksınız. Bu kitapta gerçek “Aşk”ı bulacaksınız.

***

Aralık 1990 Musul

Çok yorgundu. Arkasına baktıkça baktı Yusuf. Şaşkınlığından dolayı önünü göremedi ve ayağı bir taşa takıldı. Sendeledi. Havada çöl sıcağı, is ve çürümüş et kokusu birbirine karışmış gibiydi. Etrafını sinek, böcek minik haşarat sarmışçasına inceden bir uğultu geldi kulaklarına. Sessizliği yeniden dinlerken burnunun ucundan besili bir karasinek vızıltıyla geçti. Bir kez daha ardına baktı, o yürüdükçe peşinden gelen sis dalgası geldiği yolu silip süpürüyordu sanki.

Uzun yolculuğun verdiği bitkinlik çöktü omuzlarına. Gücünün son zerresini kullanıyordu. Eve yaklaştığında içinde derinden bir ürperti hissetti. Hiçbir şey normal değildi. Yol boyunca hiç kimseyle karşılaşmadığına şaşırdı. Garip bir sessizlik hâkimdi. Alışık olduğu; çarşı, pazar, bakkal, manav, ayakkabıcı, çoluk, çocuk, sesleri yoktu. Havayı veresiye ölüm kokusu sarmıştı. Dış kapının önüne geldiğinde içeri girip girmemekte tereddüt etti. Çevresinde olanları sorabileceği kimsecikler yoktu. Yalnız hissetti; yalnız ve kimsesiz!

Yükü ağırdı ve bir an önce bırakması gerekiyordu. Aslında ne taşıdığını da bilmiyordu. Sırtında hıncahınç dolu bir çantanın sapı omuzlarını kesmişti.

Başka alternatifi olmadığı için nefesini tutarak kapıyı ittirdi. Ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Kilitli olmayışına şaşırmıştı. Zaten elinde anahtar olmadığı için direkt olarak ittirmeyi akıl etmişti. İçgüdüsel hareket ediyordu. İçsesleri ne emrederse onu yapıyordu.

Evde zerre kadar yaşam belirtisi yoktu. İçeri girer girmez bordo perdeler dikkatini çekti, sonra eşyalara göz gezdirdi. Salonun orta yerinde sekiz kişilik kocaman görkemli bir yemek masası, etrafında rustik oymalı sandalyeler vardı. Yine kenarları ahşap el işlemeleriyle süslü, şark desenli koltuklar.  Tanımadığı bir evdeydi. Oraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı, zihnini yokladı. Anımsayamadı.

Girişte sol tarafta duran mutfağa girdi. Musluğu yokladı, sular akmıyordu. Elektrik düğmesine dokundu, lamba yanmadı. Holdeki boy aynasının yanından geçerken kendini gördü. Üzerinde askeri kamuflaj kıyafeti vardı. Yüzünde, gözünde de yer yer kamuflaj boyası.

Koridora açılan kapıların hepsi aralıktı. Nefesini tutarak yürümeye başladı. Gördüklerine inanamadı,  hepsi ölmüştü. Her biri bir yere kıvrılmış, ölümün pembe busesi iz bırakmıştı alınlarında. İki genç kız neredeyse yarı çıplaktı. Canlarına kastedilmeden önce, diri bedenlerinden faydalanılmış, tecavüz edilmişti. Bir erkek evladı da aynı sona maruz kalmıştı. Hatta oyularak yerinden çıkarılmıştı. İşleri bittikten sonra kurşuna dizildikleri için ortalık kurumuş kan lekeleriyle doluydu.

Çaresiz gözlerle izlerken “Katliam bu!” diye bağırdı.

Kan ter içinde nefes nefese uyandı Yusuf. Sesli bağırdığını düşünerek telaşla yanındaki, derin uykuda olan karısına baktı. Uyanmadığına göre çığlığı içinden atmıştı. Yavaşça yerinden kalktı mutfağa gitti. Buzdolabından sürahiyi çıkartarak bardağa koyduğu buz gibi suyu üç yudumda içti. İçinin yangını geçmemişti. Bir bardak daha doldurdu, yarısına kadar iki yudumda içtikten sonra eliyle dudaklarını kuruladı. Kâğıt peçeteyle ter içinde kalan alnını kuruladı.

“Allah’ım, hayırlara vesile et Rabbim!” diyordu içinden.

Parmak uçlarına basarak odaya döndü ve pikeyi yavaşça kaldırıp yatağına uzandı. Aysel mışıl mışıl uyuyordu. Sevdiği kadının yüzüne yaklaştı. Camdan gelen ışık yüzüne yansımıştı. Simsiyah ve uzun kirpiklerinin kımıldadığını fark etti. Uyanık olsa mutlaka neler olduğunu sorardı Aysel. Belli ki o da rüyalar âleminde geziyordu. Kim bilir?

Yeniden gözlerini kapatmaya korkuyordu Yusuf. Bir süre tavandaki loş karanlığı seyretti. Sabah ezanı neredeyse okunmak üzereydi. İnanışına göre sabaha karşı görülen rüyalar tez vakit çıkardı. Zaten iyi şeyler uzun uzadıya beklenir, kötülükler insan hayatına musallat olmak için beklenmedik anda gelirdi. Tam da hayatını düzene koyduğu, artık rahat edeceği günlerde olası savaş her şeyi berbat edebilirdi. Yeniden Aysel’e döndü.

“Allah’ım sen ailemi koru!” diye dua ederek abdest almak üzere yatağından kalktı.

***********

İmam Seyit Dede’ye artık koridorda yürümek bile zor geliyordu. Cümle kapısına geldiğinde, sol elinde tuttuğu bastonuna dayanarak, sağ eliyle kabanına uzandı. Gözleri portmantonun aynasına takıldı. Üzerinde yaşadığı yıllar kadar eski, renkleri solmuş bir yelek ve cebinde ki köstekli saatin zinciri sallanıyordu. İçindeki kar beyazı gömlek tertemizdi. Yaşlılıktan elmacık kemikleri çıkmış, cildi kırış kırış olmuştu. Artık tıraş olsa da sakallarının beyaz izleri belli oluyordu. Hoş birkaç gündür aynanın karşısına geçip dakikalarca jileti suratına sürtmeyi canı da istememişti. Sema sakallı erkeklerden nefret ediyordu. Hatta korkuyordu. Kötü adamlar sürekli dağınık sakallı tasvir edildiğinden yüreğine korku tohumları ekilmişti bir kez, çıkmıyordu.  Torununu rahatsız etmemek için kesmişti. Aynadaki kendisi ile göz göze geldi.  Hüzün, gözaltı torbalarına bağdaş kurmuştu. Gözkapaklarının içine sakladığı anıların uçmasından korkuyor gibi gözlerini yarım aralık tutuyordu. Zira anıları; onu hayata bağlayan en değerli şeyleriydi. Dalmıştı, elinde tuttuğu kabanın ağırlığını hissetmeye başlayınca kendine geldi. Bastonu titreyen bacaklarının arasına sıkıştırıp, kabanı giydi. Kapıyı açtı. Ayakkabılarının her biri, bir yere dağılmıştı.

“Ah şu çocuklar.” diye söylendi.

Bağcıksız ayakkabılarına ayaklarını yerleştirmeye çalışırken, kapı üzerine kapandı. Bir şey unuttuğunu sanarak anahtarını cebinden çıkardı, açıp açmamak arasında kalakaldı, ardından zile basmak istedi. Elini uzatır gibi yaparken durakladı, gerisin geri çekti. Elini tekrar cebine attı sanki bir şeyler çıkaracakmış gibi, karıştırdı, karıştırdı; Vazgeçti. Kapıyı tıklatırken “Aysel, kızım aç kapıyı!” diye sesleniverdi titrek sesiyle.

“Geldim… Geldim!” diyerek kapının ardındaki kayınpederine ses verdi Aysel. Alışıktı, her çıkışında önce kapı kapanır ardından yeniden tıklatılırdı. Zaten mahcubiyetinden dolayı yeniden zile basamazdı. Aysel’de kulak kesilir çıkar çıkmaz seslenmesini beklerdi.

“Yine neyi unuttun baba?” diye gülümseyerek kapıyı açtı.

“Tee ordan çakmağımı ver kızım.” dedi Seyit Dede.

Aysel savaşın enkazından iki bacağı da kesilerek yatalak kalan eşi Yusuf, dört çocuğu ve kayınpederi, yaşlı kayınvalidesi ile âdeta yaşam savaşı veriyordu. Her şey karaborsaya düştüğünden,  Seyit Dede’nin emekli maaşı da aile bütçesine dâhil edilmişti.

Yusuf hayata küsmüş tek başına yaşadığı odasında kimse ile konuşmuyordu.

Aysel hem baba evinde hem de savaş öncesi Musul’daki evinde yardımcılar çalıştırdığı için evinin hanımefendisi olmaya alışmıştı. Şimdiyse her şey sona ermişti. O kadar kişinin birlikte yaşadığı evde, biriken işlere koşturmak zor geliyor, bazen kerhen yapıyordu.

“Hey Allah’ım, İşim yok bir çakmağın peşine düştüm. Nereye koymuş olabilir acaba?” diye söylenerek odaları dolaşıyorken, mutfak penceresinin önünde mavi çakmağı gördü. Son günlerde yine sigarayı çoğaltmıştı Seyit Dede. Bir ay önce de doktor ciğerlerinin kötü olduğunu söylemişti. Üstelik ayak parmağındaki morluk ilerlerse kesilme ihtimali vardı.

“Ya ölecek, ya da sakat kalacak.”  diye düşündü. İkisi de ailesi için felaket demekti. Onun hem maddi hem manevi katkıları olmazsa halleri nice olurdu.

Sevecen, babacan, yüzündeki mağrur duruş, parlayan gözleriyle, Aysel’e sevgi ve minnet duyan bakışlar bıraktı giderken. Düzayak evden çıkarken kapıyı yeniden çekti.

Derme çatma, harabe evlerin arasından yürüdü. Hâlâ elinde tutuğu çakmağını çakarken sigarasını tellendirmek için sabırsızlanmıştı. Eskiden vatanım, evim, yurdum dediği topraklarda ABD askerinin postal izleri vardı. Ortada sorun yokken, hangi duruma el koyduklarını düşündü,  Güldü…  Hatta tebessümü seslice abarttı kendi kendine. Başını iki yana salladı.

Aysel, yıllar yılı arkasından ne geçirme âdetinde, ne de saygısında kusur etmişti.  Ölmesinden ölesiye korkuyordu.

“Gelsin de sağ salim, bu ayı da geçirelim, aç kalırız maazallah!”  diye düşündü. Sevdiği adamın babasıydı, en az kendi babasını sevdiği kadar onu da seviyordu. Böyle düşündüğü için kendisine öfkelendi. Çaresizdi. Aldığı sorumluluk, taşıdığı yük; ince, narin omuzlarına ağır geliyordu Aysel’in. Çocuklar büyüdükçe tencere de büyüyor, yemekleri kazanla pişiresi geliyordu. İçine koyduğu erzak nerdeyse pazar döküntüleriydi. Suyunu fazlaca katmak da fayda etmiyordu.

Akşama çocuklar sofraya oturduğunda “Yine mi kuru fasulye?” diye bağırarak konu komşuya rezil edeceklerdi. Olsundu… Yapacak bir şey yoktu. Yağda kavurduğu soğanın içine fasulyeyi koydu. Bolca da su atıp göz kararı tuz ekledi.

“İki kilo et var da ben pişirmedim sanki…” diye söylendi.

Ardından “Yokluk dövüştürür, varlık seviştirir.” dedi içinden.

Seyit Dede’nin eski resimlerini anımsayınca bir anda üstüne bir irkilme, bir saygı duyuş, bir çekinme geldi. Duvarda asılı kemanı, kütüphanede sıralı onca kitabı, boy boy fotoğrafları; izleri çoktu bu evde.  Koca Seyit’in, imam Seyit’in gelini derlerdi daha düne kadar.

Yusuf’un yanına gitmeliydi. Çamaşır, bulaşık, yemek derken saatlerdir uğramadığını hatırladı. Soba sönmüş,  odası buz gibi olmuştu. Kapağını açarak “Soba sönmüş işte! Neden çağırmadın?”  dedi Aysel.

Canından çok sevdiği kadının çektiklerine seyirci kalmak canını acıtıyordu Yusuf’un. İki saat önce altında unuttuğu sürgü daha az canını yakıyordu, maziyi anımsadıkça. Onurunu incitiyordu. Kahrediyordu.

“Üşümüyorum ki” dedi.

Aysel’in beynine girip hissettiklerini bilmeyi ne çok isterdi.  Kocasına karşı hâlâ sevgi mi besliyordu, yoksa acıma mıydı bu telaşı, gayreti, her ne ise?

Kafasını çevirdiğinde, karşıdaki fotoğrafla göz göze geldi Yusuf. Ağaçlarla kaplı, denize yakın bir yamaçta, ufuk çizgisine bakarken, elleri sımsıkı birbirine kenetli bir erkek bir kadın. İkisi de yirmili yaşların az yukarısındaydı. Belli ki rüzgâr  da vardı o gün. Saçları savrulmuştu genç bayanın. Yakın duruşu, hatta yaslanmış hâli ile “Sana güvenim hep sürecek.” diyordu tablosundaki Aysel, Yusuf’a. Aşklarının yeni filizlendiği, yeşerdiği yıllarda, İstanbul’da Boğaz’a karşı her saniyesi muhteşem geçen zamanların fotoğrafla ölümsüzleştirilmesiydi.

Sevdiği adamdı Yusuf, sonsuza kadar seveceğine inandığı sonsuz aşkıydı. Şakakları kırlaştığında sevinmişti Aysel, güven demekti.  Saçındaki akların nuru yüzüne vurmuştu sanki. Bir zamanlar yaslamıştı sırtını, dağ yarılsa umurunda değildi. Oysaki şimdi, papatya tarlasını ısırgan otları sarmış gibi koştukça otlar ayaklarını dalıyordu. Acılar peşini bırakmıyordu bir türlü. Yüreğinin en derinlerine, durmaksızın aynı yere saplıyordu oklarını. Acının en yüksek noktası bu olmalı ki; hiçbir şey hissetmiyordu artık.  Duygularını soyununca, yağlı boya nü bir tabloya yakıştırmıştı kendini. Kimin eseri olduğunu düşündü tablonun, ünlü bir ressam çizmeliydi, dudaklarındaki yarım kalmış buruk tebessümü. Bütün bunları yaşamak zorunda değillerdi, savaşın ilk günü bile “Gidelim buradan, bizim ülkemiz var, evimiz barkımız var Türkiye’de.” diye feryatlar etmiş ama duyuramamıştı sesini.

“Benim vatanım burası, ben gidersem, herkes giderse, kim savaşacak, kim savunacak!” demişti.

Yusuf’un bakışları geziyordu üzerinde, ürperdi, birazda irkildi.

“Düşüncelerimi seziyor olabilir mi?” diye düşündü Aysel.

Karabasan gibi düşünceler beyin damarlarını istila edince, “Haksızlık ediyorum.” diye düşündü.

Evet, haksızlık bu! Yıllardır vefayı, cefayı, sefayı, aynı yatağı paylaştığı adama resmen haksızlıktı.

“Tövbe tövbe!” diyerek elini kolunu salladı, bu yanılgıya düşmenin faturasını sevdiği adama çıkardığını kendine, utanarak itiraf etti.

“Ben neler düşünüyorum böyle! Bu utancı hep saklayacağım.” dedi, mırıldanır gibi sonra içini acıtarak kendini cezalandırdı. Hiddetlendi kendi kendine, kızgın, sinirli, kendine küskündü, Yusuf’a bir kez daha saygı duydu.

Vaktin ilerlediğini fark edince Seyit Dede geldi aklına. Birazdan gelirdi, kapıdan başlardı, “Aysellll!” diye bağıran sesi, taa aşağılardan duyururdu. Öyle sesli bağırmak bile yasaktı, daha pek çok şeyin yasaklandığı ülkesinde.

“Eyvah yemek yanacak!” diyerek fırladı odadan. Yusuf arkasından bakarken; bir daha ne zaman geri geleceğini düşündü. Tepsiye yemekleri koyup gelmesi için en az birkaç saat vardı. Bazı günler sadece akşamları görüyordu karısını. Temizlik yaptığı günler daha bir huysuzlanıyordu Aysel. Akşama kadar kir pas içinde çalışmanın verdiği yorgunluk, bezdiriyordu. Yusuf bugün ona iki defa gülümsediği için mutlu olmuştu.

Yıllar nasılda geçmişti. Ardı ardına geçen film kareleri gibi uçuşuyordu ikisinin de gözlerinde.

“An oldu ekmeğe suyu katık yaptık, bazen de birkaç tane zeytin. Beni sevdiğini anlamak için gözlerine bakmak yeterdi. Hep mücadele içinde geçti hayatımız ev alalım, araba alalım, çocuklar büyüsün; mutluluğu erteledik, yarım kalmış cümlelere virgül koymadan, bir nefeste okuduk hayatı. Sonunda koca bir ünleme çarptık!” diyerek duvara dayalı yastığı yumrukladı Yusuf. Savaşa lanetler yağdırdı.

Aysel, odadan çıkarken arkasını dönüp bakmadığı için görememişti olanları. Yemek tam da yanmak üzereyken kıl payı yetişmiş ocağı söndürmüştü. Sofraya daha doğrusu siniye tabak, kaşık ve çatalları dizdikten sonra cacık yapmaya koyulmuştu. Salatalıkları doğrarken kahreden öfkesini kendi kendine konuşarak çıkarıyordu.

“Hani bensiz nefes alamazdı, duvarlar üstüne gelirdi hani. Gülmediğim gün hava bulutlu olurdu. Ağladığımda yıldırımlar düşerdi ardı ardına; gök delinmiş gibi yağmur yağardı hani. Geceler eskisi kadar uzun gelmez, güneşin doğuşunu benden bilirdi güya. Aşkın alfabesini bende sökmüştü hani? Şimdi de söylese ya aynı şeyleri!  Yalan mıydı hepsi?”

Dış kapıdan anahtar şıkırtısı duyuldu…

“Aysel! Ayseeeeeeelllllll!”

Koşarak kapıya gitti.

Elindeki poşeti gururla uzattı ihtiyar adam.

“Al!” dedi

“Al bunları pişir!”

“Sağ ol baba. Allah seni başımızdan eksik etmesin!” dedi saygıyla.

Yüzündeki çocuk gülüşü yaşlılık çizgilerine gömülmüştü Seyit Dede’nin.

Kızlar teker teker, ne kadar aç olduklarını söyleyerek eve gelmeye başladılar. Yusuf gene dalmıştı, elindeki tespihin şakırtısı duyuluyordu ahenkle. Siniye döşenerek, onun odasında yenirdi hep akşam yemekleri. Kendini yalnız, itilmiş, ötelenmiş hissetmesin, aile saadeti eskisi gibi olsun diye. Ne mümkündü. Kalçalarında oluşan yaraları bile artık pansuman yapılırken öfkeleniyordu.

“Yine ölümü düşünüyor!”  dedi Aysel. İç çekti, kaş çattı, kötü baktı. Oralı bile değildi Yusuf,  hiç de olacak gibi gözükmüyordu, parmakları arasından geçirdiği tespihi daha kuvvetli çekerken.

Üstüne başına şöyle bir baktı Aysel; solmuş eşofmanları, ayaklarında kilim desenli patikleri, dağınık; kaç gündür tarak değmemiş saçları, pejmürde görünüşü. Kim isterdi ki onu bu hâliyle, belki de haklıydı sevdiği adam. Küçülmüş, ufalanmış hissetti kendini.

Aralarına buzdağı girmiş iki genci izliyordu İmam Seyit. Yaşanmışlıklarının tecrübesiyle en güzel günlerini heba eden iki insanı izliyordu.  Aslında hâlâ güzel kadındı gelini.

Daha fazla seyirci kalmak dokundu kanına. Yaşayacakları son gün bile olsa birbirine sadakati, hürmeti, o derin muhabbetlerini sürdürebilirlerdi. Ancak böyle aşılırdı zorlu günler. Ölmeden onları yine mutlu görmek istiyordu İmam Seyit.

“Kalk” dedi tok sesiyle

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Çantamdaki Öyküler ~ Göktuğ CanbabaÇantamdaki Öyküler

    Çantamdaki Öyküler

    Göktuğ Canbaba

    Bundan birkaç sene önce uzun bir yolculuğa çıktım. Hindistan, Nepal, Kamboçya gibi farklı ülkeleri dolaştım. Her şey bir adımla başladı aslında; küçücük bir adımla....

  2. Erken Kaybedenler ~ Emrah SerbesErken Kaybedenler

    Erken Kaybedenler

    Emrah Serbes

    AnKara polisiyeleriyle tanıdığımız Emrah Serbes, bu defa direksiyonu kırıyor ve edebiyatımızda pek de işlenmemiş bir başka meseleye el atıyor. Erkek çocukların enerjik, hüzünlü, alengirli...

  3. Konuşan Kedi ~ Claude RoyKonuşan Kedi

    Konuşan Kedi

    Claude Roy

    Kediler konuşabilir mi dersiniz?Thomas’ın kedisi Gaspard, kendi kendine söylenirken bir ses duyduğunu sandı. Oysa yalnızdı. Sonra aklına bir kedi olduğu ve kedilerin de konuşamadığı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur