“Salonun kapısından, L koltuğumda yatan adama bakarken pırıl pırıl bir taş sekti göğsümde, ta uzaklara kadar, kalbimdi belki de bilmiyorum.”
Özgür Çırak, Biz De Yarın Güleriz’de kendilerinin, kendi zamanlarının farkında olan, o zamanın şimdi değilse bile bir gün mutlaka geleceğine inanan insanların öykülerini anlatıyor. Ama kibirli, “en özel benim” ateşiyle yanıp kavrulan bir farkındalık ya da köksüz bir iyimserlik değil bu. Etraftaki toz dumanın geçiciliğini, anların ve duyguların kalıcılığını özümsemiş bir farkındalık.
Bazen bir perdenin tedirgin eden aralıklığında, bazen ikili ilişkiler arasındaki iplerin kopma noktasına geldiği o tedirginlikte, bazen bir nesneyle kurulan tutkulu bir bağda kendini gösteren insanlık halleri…
Mülayim Meltem Emil biraz da buralarda es diye Bir sonraki ayın birinde yatacak maaş ve Melis’in hayaliyle hep aynı saatte uyanıyor, tatil günleri de buna dahil, koşa koşa kaldırımları geçiyor, birtakım engelleri aşıyor, insanların omuzlarına tosluyor, dönüp özür dilemeye bile zaman bulamadan, en çirkin fotoğrafımın basılı olduğu kartları bir yerlere okutuyor; trene, otobüse veya vapura biniyordum. Enseme hapşırılmış, sırtıma biri göbeğini yüklemiş, adamın et kokan ağzını yarım saat ciğerime çekmişim aldırmadan, kılı kılına iş yerine varıyor, baktığımda artık kusma refleksimi yitirdiğim dört duvarlarca yutuluyordum.
Mesai saatlerinde kendimi, bana benzeyen birini izler gibi ağır çekimde izliyordum: Her saat başı burnumun ucunu iki parmağımla en az üç defa sıvazlayıp şefin masasına kaçamak bakıyor, evraklara sıra-sayı numarası verirken bir cerrah ciddiyeti takınıyordum, şefin azarlamak için sebep yaratırken ona gösterdiğim tahammüle, söylediklerine karşılık diyeceklerimi nasıl yuttuğuma, öğle aralarında yemek yerken yükselmek için olmadık yalakalıklar yapan birkaç bilindik isimle ilgili atıp tutmalarıma, ihtiraslı değilim derken ne kadar 10 yalancı olduğuma, özellikle güneşli günlerde gelen, iş yerinden kaçma isteğini nasıl bastırdığıma, her defasında yeni bir durummuş gibi şaşırıyor; iş çıkışı da üstüme aldığım partal paltomdan daha yorgun, başım önümde evime dönüyordum.
İş yerinde, trende, vapurda veya otobüste değilsem, pek bir hukukumun olmadığı, yalnız birkaçının yüzüne aşina olduğum insanlarla, sekiz katlı bir apartmanda yaşıyordum. O gün –çalışma saatleriyle ilgili yasanın meclise gittiği gündü– iş dönüşü markete uğramayı düşünürken gözüm oturduğum evin balkonuna takıldı. Normalde kafamı lalettayin kaldırır, her şey sabah bıraktığım gibiyse –nereye gidecekse koca daire– markete giderdim. Balkon kapısı açık olmasaydı yine öyle geçip gidecektim. Ama prensibimdir, hava nasıl olursa olsun sabah evden çıkarken balkon kapısını kapatırım. Biraz dikkatli bakınca balkon kapısı açık, mutfaktaki tül perde de kıpırdıyormuş gibi geldi bana. İkinci prensibimdir, evden çıkarken ev güneş alsın diye perdeleri toplarım.
Markete gitmekten vazgeçtim. Dış kapı, birkaç merdiven / kısa ama aydınlık bir hol / aidatları gününde ödediğimden panoda / oturduğum / dairenin numarası ve ismim yok / boy aynasına
B
A
Y
R
A
K / ASIL / -dığından yüzümü göremiyorum.
Apartman girişlerine bu muameleyi layık görürüm her zaman. Deneysel (laf aramızda kötü) şiirlere alet ederim onla- 11 rı çünkü kalabalıktır apartman girişleri, adımını atar atmaz içinden yarasaların kaçıştığı mağaralara benzerler. Fazla ilgilidir, hep araştıran bir göz vardır oralarda. Apartman yöneticisinin daire şefleri gibi iki de bir laf sokarcasına, biraz da ergen tribine benzettiğim yazışmaları, borçlular listesi, tam girişi kesen ve kimin kullandığı meçhul masa-sandalye, kapının yanına pusmuş yangın söndürme tüpleri, ağzına kadar reklam, bankalardan gelen kredi kartı ekstresi ve broşür dolu posta kutuları, silinmeye silinmeye kataraktlı olmuş boy aynası ve daha bir sürü ıvır zıvırıyla insanın canını sıkan, üstüne abanan yerlerdir.
Apartman girişimize nefretimi kustuktan sonra, şans bu ya asansör zemin kattaydı, bir de çağır düğmesine basıp gelmesini beklemeyecektim, bir an evvel eve çıkıp ne olup bittiğini yerinde kontrol etmeliydim. Bindim, ikiye bastım. Kapı aheste beste kapandı. Bir dişli bir çengele yaslanmak için titredi. Sapanla yukarı fırlatılacakmış gibi bir pozlar, afra tafra hareketler, gıcırdamalar, damar damar üstüne binmiş gibi kütürdemeler. Ve tüm bunların sonunda iki katı iki yılda çıkarma operasyonuna başladı sağ olsun. Emektar asansör diyorlardı, onlar böyle dedikçe dedemin sırtına binmişim de beni yukarı katlara çıkarmaya zorluyormuşum gibi hissediyordum. Hele bir de herkesin görebileceği bir yere kırmızı etiketin içinde “Bu asansöre binmek tehlikelidir…” diye başlayan bir uyarı astılar mı “emektar”lığı belgelenmiş oluyordu.
Ben bunları düşünürken ikinci kata geldik. Kapı rica minnet açılırken birinin, merdivenlerden inen kasketli bir başın gölgesi duvarda göründü, giderde burgaçlar çizerek kaybolan pis su gibi, bir anda füppp diye yutulup kayboldu bir alt kata doğru. Adımlar hızlandı. Daha iyi görebilmek için tırabzandan tutunup eğildim. Spiral merdivenlerden kaydı gitti şapkalı adamın gölgesi.
..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Hikaye
- Kitap AdıBiz De Yarın Güleriz
- Sayfa Sayısı103
- YazarÖzgür Çırak
- ISBN9789750535918
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ne Yapabilirim? ~ Gündüz Vassaf
Ne Yapabilirim?
Gündüz Vassaf
Rüyalarımız tekdüzeleşir, Böl-yönet düzeninde Birey yüceltilip bencilleştirilirken, Aidiyetlerimizin gönüllü köleleri, Belirlenmiş seçeneklerin kalebentleriyiz. Her gün yeni felaket haberiyle uyanıyorum. Ne yapabilirim? Vicdanın sızlarken sen...
- Oy, Markus, Oy! ~ Cengiz Dağcı
Oy, Markus, Oy!
Cengiz Dağcı
İngiliz hikâyeleri serisinin son kitabıdır. İlk kitaplardaki kahramanların yerini torunları alır. “Tuhaf bir kişi Markus. Markus’u sevenler olur, sevmeyenler olur. Okurun Markus’un kişiliğini yorumlamasının...
- İki Deli Derviş – Yazyalnızı ~ Behçet Çelik
İki Deli Derviş – Yazyalnızı
Behçet Çelik
“Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirmiş iskambil oynamaya...