Michael Henchard sarhoşluğun verdiği ani bir öfkeyle eşini ve küçük yaştaki kızını bir köy panayırında satar.
İlerleyen zamanda Casterbridge kasabasında kendisini toplumun saygın ve müreffeh bir ferdi olarak yeniden inşa etse de geçmişteki utanç verici sırrı yüzeyin hemen altında ortaya çıkmayı beklemektedir.
Hardy’nin ‘Karakterli Bir Adamın’ hikâyesini anlattığı ve yazarın gençliğini geçirdiği Dorchester kasabasının kurgusal karşılığı Casterbridge’de geçen roman, birçoklarınca yazarın başyapıtı olarak görülmüştür. İlk kez 1886’da tefrika olarak yayımlanan ve dilimize daha önce ‘Bir Hayatın Sırrı’ adıyla çevrilen roman, uzun yıllar sonra yeniden Türkçe’de…
CASTERBRIDGE BAŞKANI
Karakterli Bir Adamın Yaşamı ve Ölümü
Çevirmen: Özgür Umut Hoşafçı
I
On dokuzuncu yüzyılın üçte biri henüz tamamlanmamıştı. Yazın son akşamlarından biriydi. Bir adam, bir kadın -kucağında bir de çocuk- yaya olarak, Yukarı Wessex’te bulunan büyük Weydon-Priors köyüne yaklaşıyorlardı. İkisi de epey sade giyimliydi ama kılıksız sayılmazlardı. Ayakkabı ve elbiseleri üzerinde birikmiş beyaz, kalın toz tabakası uzun yoldan geldiklerini belli ediyor, giyimlerine eski püskü bir hava katıyordu. Adam yapılı, yanık tenliydi ve yüz hatları sertti. Profilden bakıldığında yüzünün verdiği açının eğimi öylesine belirsizdi ki, yüz hatları neredeyse dümdüz iniyordu. Giydiği kahverengi, kısa, kadife ceket; üstündeki pazen, beyaz düğmeli yelek, aynı kumaştan pantolon ve rengi solmuş tozluklardan oluşan takım elbisesinden daha yeni duruyordu. Başında ise perdahlanmış siyah kanvas kaplı hasır bir şapka vardı. Sırtında bir ucundan bir tırpan sapının bir diğer ucundan da samanları destelemek için kullanılan delgeçin göründüğü örme bir küfe taşıyordu. Ölçülü, cansız adımları, sıradan bir ırgatın gelişigüzel ayak sürüyerek yürüyüşünden farklı olarak, yetenekli bir taşralı olduğunu belli ediyordu. Ayağını her döndürüp kaldırışında, ona özgü bir şeyler -kararlı ve alaycı bir kayıtsızlık- vardı. Bu kayıtsızlık o adım attıkça, pantolonunun bir sol bir sağ bacağında düzenli aralıklarla beliren kıvrımlarda da kendini gösteriyordu. Bununla beraber, bu çiftin ilerleyişinde gerçekten tuhaf olan ve herhangi birinin bile ilk dikkatini çekecek olan şey muhafaza ettikleri mükemmel sessizlikleriydi. Yan yana yürümelerine rağmen, karşılıklı ilişki içinde olan iki insan arasındaki o basit, rahat, güven dolu sohbetin çok uzağındaydılar. Oysa yakından bakıldığında, adamın küfenin kayışından geçirdiği elinde güçlükle tutarak gözlerine doğru kaldırdığı bir kâğıdı okuduğu ya da okuyormuş gibi yaptığı görülebilirdi. Bu halin, suskunluklarının gerçek nedeni mi olduğunu ya da adamın ona bıktırıcı gelecek bir ilişkiye girmekten kaçınmak için mi bu tavrı takındığını yalnızca adamın kendisi bilebilirdi. Adam suskunluğunu ısrarla koruyor, kadınsa onun varlığının pek de farkında değilmiş gibi görünüyordu. Kadın, kucağında taşıdığı çocuğu da saymazsak yolda tek başına yürüyordu sanki. Adama gerçek anlamda değmemeye dikkat ediyor, bir yandan mümkün olduğunca adamın yakınında yürümeye çalışıyordu. Arada adamın bükülü dirseği kadına değecek gibi oluyordu. Ancak ne kadın adamın koluna girmeyi aklına getiriyor ne de adam kolunu ona uzatıyordu. Kadın, adamın bu yok sayan suskunluğuna şaşırmak bir yana, doğal karşılıyordu sanki. Bu ufak topluluktan çıkan tek ses arada bir kadının çocuğa fısıldayışı, çocuğun da -kısa elbiseli, mavi örgü patikli, ufak tefek bir kızdı- annesine anlaşılmaz mırıltılarla cevap verişiydi. Genç kadının yüzünün en ve neredeyse tek çekici yanı değişken oluşuydu. Kucağındaki küçük kıza yandan baktığında hoş, hatta büsbütün güzel bir hal alıyordu. Özellikle bu hareketinde, kadının yüz hatları güneşin rengârenk ışıklarını eğik bir açıyla alıyor; göz kapakları, burun delikleri saydamlaşıyor, dudakları alev kızıllığına bürünüyordu. Çitin gölgesinde yavaş ve sessizlik içinde düşünerek yürürken ise aynı yüzde sert, belki de dürüstlük hariç her şeyin Zaman ve Talih’in ellerinde mümkün olabildiğine inanan yarı-duygusuz bir ifade beliriyordu. İlk aşama Doğa’nın eseriydi; ikincisi ise büyük olasılıkla uygarlığın. Kadınla adamın karı-koca olduklarına ve kucaktakinin de kızları olduğuna şüphe yoktu. Üçlünün yol boyunca ilerlerken başlarında kara bir bulut gibi taşıdıkları o bildik atmosfer, böylesi bir ilişkiden başka bir şeyle açıklanamazdı. Kadın çoğunlukla gözlerini karşıya sabitlese de baktığı şeye pek de ilgili görünmüyordu. Ne de olsa karşısındaki manzara, yılın bu zamanında İngiltere’nin herhangi bir bölgesindeki sıradan bir noktada görünenden farklı değildi; ne düz ne kıvrımlı ne alçak ne de tepelik, iki yanı çitler, ağaçlar ve ölmeye yüz tutmuş, yapraklarının solmadan, sararmadan ve kızıllaşmadan önce geçtiği aşama olan kararmış bir yeşile bürünmüş, bitkilerle çevrili bir yol. Yokuşun çimenli tarafı ve en yakındaki çitin çalılıkları, aceleyle geçen arabaların savurduğu tozlara bulanmış ve yine aynı toz yolun üzerini de kaplamış, üçlünün ayak seslerini yutuyordu. Az önce bahsettiğimiz sohbet yokluğu da buna eklenince, en ufak bir ses bile kolayca duyulabiliyordu. Uzunca bir süre, küçük bir kuşun yüzyıllardır aynı saat ve aynı tepede, günün bu saatinde, bu mevsimin günbatımında aynı kısa titremelerle eski, bildik bir akşam şarkısını şakıdığı cılız sesi dışında hiçbir ses duyulmadı. Ancak kasabaya yaklaştıklarında, o yöndeki yüksek bir noktadan -önü yapraklarla kapalı olduğundan neresi olduğu görünmüyordu- kulaklarına, bir takım bağrışma ve konuşma sesleri gelmeye başlamıştı artık. Weydon-Priors’ın ücra bölgesindeki evler seçilmeye başladığı sırada aile, çapasını omzuna dayamış, yemek heybesini de çapasına asmış bir turp-çapacısıyla karşılaştı. Elindeki kâğıdı okuyan yolcu, çapacıya hızlıca göz gezdirdi. “Buralarda yapılacak iş var mı?” diye sordu miskince, elindeki kâğıdı sallayıp köyü gösterirken. Sonra ırgatın onu anlamadığını düşünerek ekledi: “Saman demetleme gibi işler.” Turp-çapacısı başını çoktan iki yana sallamaya başlamıştı. “Hangi akla hizmet yılın bu mevsiminde, böyle bir iş bulmak için Weydon’a geldin ki?” “Kiralık ev bulunur mu peki?” diye sordu öbürü. “Yeni yapılmış, ufak bir kulübe ya da onun gibi bir şey de olur.” Karamsar ırgat yine olumsuz yanıt verdi: “Bizim Weydon’ın huyu yapmak değil yıkmaktır.” dedi. “Geçen sene tam beş ev yıkıldı, bu sene de üç. Ev ahalisinin de gidecek yeri yoktu, sazlardan yapılma bir dam buldular kendilerine anca. Bizim, Weydon-Priors’da işler böyledir.” Saman demetçisi -ki artık böyle olduğu kesinleşmişti- biraz da kibirli bir tavırla başıyla onayladı. Kasabaya doğru bakarak devam etti. “Burada bir şeyler oluyor gibi sanki, öyle mi?” “He. Bugün panayır var. Yine de şu an duydukların, çocukların ve ahmakların parasını söğüşleyenlerin gürültü patırtısı sadece çünkü asıl ticaret çoktan bitti. Bütün gün bu gürültünün içindeyim zaten, o yüzden çıkmıyorum oraya. İşim olmaz.” Saman demetçisi ve ailesi yola devam ederek panayır alanına girdiler. Burada, yüzlerce atın bağlandığı direkler ve koyunun konulduğu ağıllar göze çarpıyordu. Öğleden önce bu hayvanların çoğu sergilenmiş ve satılmıştı, şu an ise -onlara bilgi veren ırgatın söylediğine göre- panayır yerinde yapılacak gerçek bir iş kalmamıştı. Yapılan en önemli iş, elde kalan, sabah erken gelen daha nitelikli tüccarların almayı kesinlikle reddettiği, başka türlü elden çıkarılamayacak, birkaç değersiz hayvanın mezatla satışıydı. Yine de şu an sabaha göre daha yoğun bir kalabalık vardı. Aralarında tatilini oralarda geçiren yolcuların, izinli bir-iki başıboş askerin, köydeki dükkâncılar ve benzerlerinin de bulunduğu bir topluluk panayıra üşüşmüştü. Kalabalığın hepsi de panayırda kendine bir faaliyet bulmuştu; kimi fotoğraf izleme merceğinin, oyuncak tezgâhlarının; kimi balmumu canavar heykellerinin, çıkarsızca halk yararı için yolculuk eden ilaç satıcılarının; kimi bul-karayı-al-parayı oynatanların, incik boncuk satıcılarının, falcıların önünde birikmişti. İki yolcumuzdan hiçbiri bunlara ilgi duymuyor ve tepeyi dolduran pek çok çadır arasında bir şeyler içebilecekleri bir yer arıyorlardı. Gücünü kaybeden gün ışığının koyu sarı pusunda, onlara en yakın iki çadır da aynı derecede davetkâr görünüyordu. Bunlardan biri yeni, süt beyazı kanvastan yapılmıştı ve tepesinde kızıl bayraklar asılıydı. Üzerinde “İyi Ev Yapımı Bira ve Elma Şarabı” yazıyordu. Diğeri daha eskiceydi. Arkasında ufak bir soba borusu uzanıyordu, önünde ise “İyi Bulgur Sütlacı Burada Satılır” yazan bir tabela vardı. Adam, her iki tabelada yazanları kafasında tarttı ve ilk çadıra yöneldi. “Yo, yo diğeri!” dedi kadın. “Bulgur sütlacını çok severim, Elizabeth-Jane de öyle; sen de seversin. Uzun, zor bir günden sonra, besleyici olur.” “Hiç tadına bakmadım.” dedi adam. Yine de kadının fikrine uydu ve vakit kaybetmeden sütlaç çadırına girdiler. İçerideki çok sayıda insan, çadırın her iki yanına boydan boya konmuş, uzun ve dar masalarda oturuyorlardı. Masanın yukarı ucunda, içinde kömür ateşi yanan bir soba; sobanın üzerindeyse geniş, üç ayaklı bir kazan asılı duruyordu. Kazanın pirinç olduğunu göstermek için kenarları iyice parlatılmıştı. Elli yaşlarında, cadı kılıklı bir kocakarının üzerinde, sanki çapı büyüdükçe ona duyulacak saygı artacakmış gibi, öylesine geniş, beyaz bir önlük vardı ki, neredeyse tüm belini sarıyordu. Kadın, kaptaki buğday tanelerini; un, süt, kuru üzüm, kuşüzümü ve o eski moda bulamaçta daha ne varsa hepsini, yanmasınlar diye ağır ağır karıştırırken, elindeki büyük kaşığın çıkardığı tok gıcırtı bütün çadırda yankılanıyordu. Hemen yakında duran, üzerinde beyaz bir örtü bulunan ahşap masa daha farklı malzemelerle doluydu. Genç erkek ve kadın sütlaçtan birer kâse söylediler. Dumanı tüten sütlaçları alınca, oturup acele etmeden yemeye koyuldular. Şimdiye dek her şey yolunda gitmişti. Sütlaç, genç kadının da söylediği gibi gerçekten besleyiciydi. İngiltere’de bulunabilecek en iyi besindi. Ancak alışık olmayanlar için, bulamacın üzerinde yüzen limon çekirdeği büyüklüğündeki buğday tanelerinin, ilk bakışta caydırıcı bir etkisi de vardı. Ancak çadırda üstünkörü bir bakışla fark edilemeyecek başka şeyler de dönüyordu. Adam, aksi huylu kişilerde görülen bir içgüdüyle, bunun kokusunu çabucak alıverdi. Kâsesine gösterişli bir şekilde hücum ettikten sonra, göz ucuyla kocakarının davranışlarını izlemeye koyuldu ve oynadığı oyunu fark etti. Kocakarıya göz kırptı ve kadının başıyla onaylaması üzerine kâsesini o tarafa götürdü. Tezgâhın altından bir şişe çıkaran kadın, gözüyle ölçtükten sonra, içindekinin bir miktarını adamın sütlacına gizlice döktü. Romdu bu. Adam da aynı şekilde çaktırmadan romun parasını ödedi. Bol içki katılmış bulamacını yemeye devam etti. Adam, bulamacı içki katılmış haliyle, doğalından çok daha güzel bulmuştu. Olup bitenleri gören karısı epey huzursuz olmuştu. Adam, onun sütlacına da biraz içki koydurmak için kadını ikna etmeye çalıştı; kadın önce şüpheyle karşılasa da daha sonra kabul etti. Adam kâsesindekini bitirdi ve bir tane daha istedi. Bu seferkinin içine içkiyi daha bol koymasını da işaret etti. İçki, etkisini çok geçmeden adamın davranışlarında göstermeye başladı. Karısı, az önce önünden geçtikleri ruhsatlı içki çadırının tehlikelerinden kocasını korumaya çabalarken, onu buradaki kaçakçıların derin girdabına kendi elleriyle getirdiğini fark ederek üzüldü. Çocuk sabırsızca bir şeyler mırıldanmaya başlamış ve kadın birçok kez kocasına: “Michael, kalacak yer işini ne yapacağız? Sen de biliyorsun, hemen bir yer bulamazsak büyük sorun yaşayacağız.” demişti. Ne var ki adam karısının kuş cıvıltısı benzeri sesine karşı sağırlaşmış halde, oradakilerle bağıra çağıra konuşuyordu. Akşamla birlikte mumlar yakıldı; çocuğun mum ışığını ağırlaşan, devrilen, dalgınlaşan bakışlarla inceleyen kara gözleri kapanıverdi. Derken, bir daha açıldı, bir daha kapandı ve çocuk uyudu. İlk kâseyi bitirince adam durgunlaşmıştı, ikinci kâsede keyiflenmişti, üçüncü kâsede kavgacı bir havaya girmişti, dördüncüden sonra ise ruh hali adeta yüzünün biçimine yansımıştı; ara sıra dişlerini sıkıyor, siyah gözlerinde parlak kıvılcımlar beliriyordu ki bu aslında sonraki tavrını da anlatıyordu; epey zorba bir hale gelmiş, kavga aranıyordu. Bu gibi durumlarda çoğunlukla olduğu gibi, sohbetin gidişatı aniden değişti. Konu, kötü karılarının elinde mahvolan iyi kocalar ve bilhassa da genç yaşta ihtiyatsızca evlenmiş gelecek vaat eden erkeklerin amaç ve umutlarının hüsrana uğraması ve enerjilerinin yitip gitmesiydi. “Kendine bunu yapanlardan biri de benim.” dedi saman demetçisi epey içerlemiş görünen dalgın bir buruklukla. “Bir ahmaklık edip, on sekizimde evlendim. İşte sonuç bu!” Gösterebileceklerinin ne denli yetersiz olduğunu ortaya koymak ister gibi elini sallayarak kendini ve ailesini işaret etti. Bu tür yorumlara alışkın olan genç karısı, kocasının sözlerini duymazlıktan geliyor ve bir uyuyup bir uyanan çocuğuna nazik bir ses tonuyla şefkat dolu sözler söylüyordu. Aslında kollarını dinlendirmek istese, kendi başına pekâlâ yatabilecek yaştaki çocuğunu yanındaki banka yatırabilirdi. Adam, konuşmayı sürdürdü: “On beş şilinden başka param yok, oysa işimde epey tecrübeliyimdir. Saman işinde İngiltere’de beni yenebilecek adam tanımam. Yine özgür bir adam olsam, hiçbir şey yapmasam bile bin sterlin ederdim. Ama insan başından geçene kadar bu ufak şeylerin farkına varamıyor.”
Panayır alanından, yaşlı atlarını satmaya çalışan mezatçının sesi geliyordu. “En son bu kaldı! Son kalanı hanginiz alacak? Sudan ucuz! Kırk şilin mi desem? Damızlık bir kısrak. Beş yaşını biraz geçkin ama atın hiçbir derdi yok; belinde biraz sorun var, bir de sol gözü şiş, bizzat kendi kız kardeşi şişirmiş ki o da geliyor işte şuradan.” “Kendi adıma, karılarından usanmış adamların, tıpkı şu çingenelerin ihtiyar atlarına yaptığı gibi neden onları başlarından savmadıklarını bir türlü anlamam.” dedi çadırdaki adam. “Niye erkekler de karılarını mezata çıkarıp, onlara ihtiyacı olanlara satmasınlar ki? Hı? Alacak birini bulsam, bir dakika bile durmam hemen satarım benimkini!” “Mutlaka bir alan çıkar.” dedi hiç de çirkin sayılamayacak, kadını süzen çadırdaki birkaç erkek. “Doğru!” dedi, ceketinin yakası, dirsekleri, dikiş yerleri ve omuz kısmı, kirli yüzeylere sürekli sürtünmekten -malum giysilerden ziyade mobilyalarda daha çok istenen bir durumdu bu- ince bir cilayla kaplanmış, pipo içen bir beyefendi. Kılık kıyafetine bakınca, vaktiyle bölgenin varlıklı ailelerinden birinin yanında seyislik ya da arabacılık yaptığı anlaşılıyordu. “Çok iyi çevrelerde bulundum.” diye ekledi. “Terbiye nedir, herkesten iyi bilirim ve bu kadında -en az panayırdaki her kadın kadar- tepeden tırnağa terbiye mevcut. Yine de biraz ortaya çıkarılması gerekiyor.” derken bacak bacak üstüne atıp, havada bir noktaya bakarak, piposunu tüttürmeye devam etti. Çakırkeyif koca, kısmen bu niteliklere sahip birine karşı kendi tavrından kuşku duyarak, karısının beklenmedik şekilde övgü almasından sonra birkaç saniye durakladı. Ancak hızla önceki fikrine döndü ve kaba bir tavırla şöyle dedi: “Madem öyle, işte size fırsat; bu muhteşem yaratık için tekliflere açığım!” Kadın, kocasına dönerek mırıldandı: “Michael, daha önce de ulu orta yerlerde bu saçmalıkları anlatıp durdun. Tamam, şaka yapıyorsun ama bunu şu aralar çok sık yapmaya başladın, kendine gel!” “Daha önce de söyledim, dediğimin arkasındayım. Tek istediğim bir alıcı.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCasterbridge Başkanı
- Sayfa Sayısı356
- YazarThomas Hardy
- ISBN9786058050044
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Avignon Beşlisi 5: Quinx ya da Kusursuz Adamın Öyküsü ~ Lawrence Durrell
Avignon Beşlisi 5: Quinx ya da Kusursuz Adamın Öyküsü
Lawrence Durrell
Yapraklarını döken bir ağaç gibi, her renk ve büyüklükte not kâğıtları… Bir gece önce, eğer tekrar yazacak olursa bunun önceden tasarlamadan, notsuz, plansız, tıpkı...
- Klon ~ Kevin Guilfoile
Klon
Kevin Guilfoile
Klonlama uzmanı Doktor Davis Moore’un on yedi yaşındaki kızı tecavüze uğrayıp acımasızca öldürülür. Olay hakkında soruşturma açılır; ancak bir sonuca varılamaz. Aylar sonra Moore...
- Bilgelik Ağacının Gölgesinde ~ Avram Ventura
Bilgelik Ağacının Gölgesinde
Avram Ventura
Bilgelik ağacının gölgesinde yeşeren düşünceler… İzmirli şair, köşe yazarı Avram Ventura’nın kişisel deneyimlerinden, gözlem ve sorgulamalarından beslenen Bilgelik Ağacının Gölgesinde, yaşama farklı pencerelerden bakmayı öneren...