Gizli geçitler, karanlık dehlizler ve soluk soluğa bir serüven!
“Cehennem”de karşısına çıkan gizemi çözebilmesi için Profesör Langdon’ın eski cebir derslerini yeniden hatırlaması gerek. Okurların da tabii.
Kitabın piyasaya çıkacağı tarih, İngilizce’de “5-14-13” diye yazılıyor. Bunu tersinden okuduğunuz zaman karşılaşacağınız 3.1415, pi sayısını veriyor.
Da Vinci Şifresi’nin yazarından…
Inferno adını koyarken yazar, Dante’nin İlahi Komedya kitabının ilk bölümü olan Inferno’dan esinlenmiş. Bununla ilgili şöyle söylüyor:
“Inferno’yu öğrenciyken okumuştum; ancak bu ölümsüz eserin modern dünyayı ne kadar etkilediğini bir süre önce Floransa’da araştırma yaparken fark ettim. Yeni romanımda kodlar, semboller ve gizli tünellerden daha fazlası olacak.
Inferno’nun kahramanı, Melekler ve Şeytanlar’la tanıştığımız Harvard Üniversitesi simgebilim profesörü olan Robert Langdon
***
Teşekkür
Her zamanki gibi öncelikle, editörüm ve yakın arkadaşım Jason Kaufman’a, kendini işine adayışı ve yeteneği, ama en çok da güler yüzlü yaklaşımı için teşekkür ederim.Olağanüstü eşim Blythe’a, romanın yazım sürecinde gösterdiği sevgi, sabır ve ayrıca ön editör olarak olağanüstü önsezileri ve samimiyeti için teşekkür ederim.
Yorulmak nedir bilmeyen ajanım ve güvenilir dostum Heide Lange’ye, birçok ülkede tahmin edemeyeceğim kadar çok konuda ustalıkla yürüttüğü görüşmeler için teşekkür ederim. Yeteneği ve enerjisi için sonsuza dek minnettarım.
Doubleday’deki tüm ekibe coşkuları, yaratıcılıkları ve tüm kitaplarım için gösterdikleri çabalar için teşekkür ederim. Suzanne Herz’e (bu kadar çok şapka giydiği ve onları böylesine iyi taşıdığı için), Bili Thomas’a, Michael Windsor,a/ Judy Jacoby’ye, Joe Gallagher’a, Bob Bloom’a, Nora Reichard’a, Beth Meistor’a, Maria Carella’ya ve sonsuz desteği için Sonny Mehta’ya, Tony Chirico’ya, Kathy Trager’a, Anne Messitte’ye ve Markus Dohle’ye teşekkür ederim. Ayrıca, Random House satış bölümündeki muhteşem insanlara teşekkür ederim.
Bilge danışmanım Michael Rudell’e küçük veya büyük her konudaki önsezileri ve dostluğu için teşekkür ederim.
Yeri doldurulamaz asistanım Susan Morehouse’a zarafeti ve enerjisi için teşekkür ederim. O olmasaydı her şey kaosa dönüşürdü.
Transworld’deki tüm dostlarıma, özellikle de yaratıcılığı, desteği ve neşesi için Bili Scott-Kerr’e, liderliği için Gail Rebuck’a teşekkür ederim.
İtalyan yayıncım Mondadori’ye, özellikle Ricky Cavallero, Piera Cusani, Giovanni Dutto, Antonio Franchini ve Claudia Scheu’ya teşekkür ederim. Türk yayıncım Altın Kitaplar’a, özellikle Oya Alpar, Erden Heper ve Batu Bozkurt’a bu kitapta geçen yerlerle ilgili sağladıkları özel hizmetlerden ötürü teşekkür ederim.
Dünyanın dört bir tarafındaki yayıncılarıma tutkuları, yoğun çalışmaları ve bağlılıkları için teşekkür ederim.
Bizimle Floransa’da bu kadar çok zaman geçirdiği ve şehrin sanatına, mimarisine hayat getirdiği için Dr. Marta Alvarez Gonzâlez’e teşekkür ederim.
İtalya gezimizi zenginleştirmek adına tüm yaptıkları için eşsiz Maurizio Pimponi’ye teşekkür ederim.
Floransa ve Venedik’te bana zaman ayırarak uzmanlıklarını paylaşan tüm tarihçilere, rehberlere ve uzmanlara; Biblioteca Medicea Laurenziana’dan Giovanna Rao ve Eugenia Antonucci’ye, Palazzo Vecchio’dan Serana Pini ve personeline, Uffizi Gale- risi’nden Giovanna Giusti’ye, vaftizhane ve II Duomo’dan Barbara Fedeli’ye, San Marco Bazilikasından Ettore Vito ve Massimo Bisson’a, Dükalar Sarayı’ndan Giorgio Tagliaferro’ya, tüm Venedik için Isabella di Lenardo, Elizabeth Carroll Consavari ve Elena Svalduz’a, Biblioteca Nazionale Marciana’dan Annalisa Bruni ve personeline, ayrıca yukarıdaki listeye eklemeyi unuttuğum birçok kişiye en içten teşekkürlerimi sunarım.
Sanford J. Greenburger Associates’tan Rachael Dillon Fried ve Stephanie Delman’a burada ve yurtdışında yaptıkları her şey için teşekkür ederim.
İstisnai beyinler Dr. George Abraham, Dr. John Treanor ve Dr. Bob Helm’e bilimsel uzman görüşleri için teşekkür ederim.
Yazım sürecinde fikirlerini sunan ilk okuyucularım; Greg Brown, Dick ve Connie Brown/ Rebecca Kaufman, Jerry ve Olivia Kaufman ve John Chaffee’ye teşekkür ederim.
Web dâhisi Alex Cannon’a, Sanborn Media Factory’deki ekiple birlikte internet dünyasında harıl harıl çalıştığı için teşekkür ederim.
Bu kitabın son bölümlerini yazarken bana Green Gables’ta sessiz bir sığınak sağladıkları için Judd ve Kathy Gregg’e teşekkür ederim.
Mükemmel internet kaynakları Princeton Dante Project e, Columbia Üniversitesi Digital Dante’ye ve World of Dante ye teşekkür ederim.
***
Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.
***
GERÇEKLER
Bu romanda bahsi geçen tüm sanat ve edebiyat eserleri ile bilim ve tarih gerçektir.
“Konsorsiyum” yedi farklı ülkede şubeleri bulunan özel bir kuruluştur. Güvenlik ve mahremiyetini korumak için ismi değiştirilmiştir.
Cehennem, Dante Alighieri’nin epik şiiri İlahi Komedya’da betimlenen yeraltı dünyasıdır. Eserde cehennem, “Gölge” denilen varlıkların, yani yaşamla ölüm arasındaki bedensiz vücutların bulunduğu, çok ayrıntılı bir dünya olarak tasvir edilir.
Önsöz
Ben Gölgeyim.
Acılar kentinden kaçarım.
Sonsuz kederin içinden uçarım.
Arno Nehri kıyısında nefes nefese sürünüyorum… Via dei Castellani’ye doğru sola dönüyor, kuzeye yöneliyor, Uffizi’nin gölgelerinde koşturuyorum.
Hâlâ peşimden geliyorlar.
Şimdi, tükenmez bir kararlılıkla avlanırken ayak sesleri daha da yükseliyor.
Yıllarca peşimi bırakmadılar. Onların bu ısrarcılığı, yeraltında kalmama… arafta yaşamama… khthonik bir canavar gibi toprağın altında çabalamama sebep oldu.
Ben Gölge’yim.
Burada, yerin üstünde, gözlerimi kuzeye dikiyor ama doğruca kurtuluşa giden yolu bulamıyorum… Çünkü Apennin Dağlan, şafağın ilk ışıklarını karartıyor.
Mazgal siperli kulesi ve tek kollu bir saati bulunan meydanı geçiyorum. Sabahın erken saatlerinde, nefesleri lampredotto(Büyükbaş hayvanların işkembesinden yapılan bir İtalyan yemeği) ve fırınlanmış zeytin kokan sokak satıcılarının arasından Piazza di San Firenze’ye kıvrılıyorum. Bargello’ya gelmeden karşıya geçerek Badia Kulesi’ne doğru batıya yöneliyor ve merdivenlerin dibindeki demir kapıyla karşılaşıyorum.
Burada tüm tereddütler geride bıraktlmalı.
Kapı kolunu çeviriyor ve dönüşü olmadığını bildiğim pasaja adımımı atıyorum. Kurşun gibi ağır bacaklarımı dar merdivenlerden yukarı çıkmaya zorluyorum… Yıpranmış, çukurlu, yumuşak mermer basamaklardan yukarı, gökyüzüne doğru dönerek çıkıyorum.
Sesler aşağıdan yankılanıyor. Arıyorlar.
Durup dinlenmeden peşimdeler, yaklaşıyorlar.
Neyin yaklaştığını da… onlara ne yaptığımı da anlamıyorlar!
Nankör dünya!
Ben tırmanırken görüntüler belirginleşiyor… Şehvetli bedenler kızgın yağmurda kıvranıyor, açgözlü ruhlar dışkı içinde yüzüyor, hainler şeytanın buzlu ellerinde donuyor.
Son basamakları sendeleyerek çıkıp yukarıya vardığımda, sabahın nemli havasında neredeyse öleceğim. Başımın hizasındaki duvara doğru koşuyor, aralıklardan dışarı bakıyorum. Çok aşağılarda, beni sürgün edenlerden yaptığım kendi mabedim, o kutsanmış şehir var.
Ardımdan yaklaşan sesler bağırıyor. “Senin yaptığın delilik!”
Delilik deliliği körükler.
“Tanrı aşkına,” diye sesleniyorlar. “Nereye sakladığını bize söyle!”
Ben de tam olarak Tanrı aşkına, söylemeyeceğim.
Şimdi, sırtımı soğuk taşa vermiş, köşeye sıkıştırılmış öylece duruyorum. Bakışlarını yeşil gözlerime dikmişler; ifadeleri sertleşiyor, artık aldatıcı değil tehdit ediciler. “Biliyorsun, kendi yöntemlerimiz var. Yerini söylemen için seni zorlayabiliriz.”
Ben de bu yüzden, cennete giden yolu yarıya kadar tırmandım.
Sonra bir anda arkamı dönüp uzanıyor, yüksek çıkıntıya parmaklarımla tutunuyor, kendimi yukarı çekiyor, dizlerime dayanıyor ve ayağa kalkıyorum… Uçurumun başında dengesizce duruyorum. Boşlukta rehberim ol sevgili Vergilius.
Ayaklarımdan yakalamak için şaşkınlık içinde ileri atılıyorlar ancak dengemi bozup beni düşürmekten de korkuyorlar. Şimdi çaresizlik içinde yalvarıyorlar ama arkamı döndüm. Yapmam gerekeni biliyorum.
Aşağılarda, baş döndürecek kadar aşağılardaki kırmızı tuğla çatılar bir alev denizi gibi yayılmış. Bir zamanlar devlerin gürlediği toprakları aydınlatıyor… Giotto, Donatello, Brunelleschi, Michelangelo, Botticelli.
Ayak parmaklarımı iyice kenara getiriyorum.
“İn aşağı!” diye bağırıyorlar. “Henüz çok geç değil!”
Sizi cahiller! Geleceği görmüyor musunuz? Yaratımın ihtişamını anlamıyor musunuz? Peki ya gerekliliğini?
Bu son fedakârlığı severek yapacağım… ve aradığınız şeyi bulma ümidinizi yok edeceğim.
Asla zamanında bulamayacaksınız.
Parke taşlı meydan, onlarca metre aşağıdaki sessiz bir vaha gibi beni çağırıyor. Daha fazla zamana nasıl da ihtiyacım var… ama zaman, geniş servetimin bile satın alamayacağı bir şey.
Bu son saniyelerde meydana bakıyor ve beni şaşırtan bir manzarayla karşılaşıyorum.
Yüzünü görüyorum.
Bana karanlığın içinden bakıyorsun. Gözlerin kederli ama başardığım şey sebebiyle bakışlarında bir saygı seziyorum. Başka seçeneğim olmadığını anlıyorsun. İnsanlık aşkına, başyapıtımı korumalıyım.
Şimdi bile büyüyor… bekliyor… yıldızları yansıtmayan lagünün kan kırmızı sularının altında kaynıyor.
Gözlerimi seninkilerden ayırıyor ve ufku seyre dalıyorum. Bu ağır yüklü dünyanın üstünde son kez yakarıyorum.
Sevgili Tanrım, dünyanın beni günahkâr bir canavar olarak değil, bir kurtarıcı olarak hatırlaması için dua ediyorum. Öyle olduğumu biliyorsun. Ardımda bıraktığım hediyeyi insanlığın anlaması için dua ediyorum.
Hediyem, gelecektir.
Hediyem, kurtuluştur.
Hediyem, cehennemdir.
Bundan sonra fısıltıyla âmin diyerek… boşluğa son adımımı atıyorum.
1. Bölüm
Hatıralar… dipsiz bir kuyunun karanlığından yüzeye çıkan kabarcıklar gibi yavaşça canlandı.
Peçeli bir kadın.
Robert Langdon kan kırmızısı suların köpürerek aktığı bir nehrin karşı kıyısından ona baktı. Kadın, kıyının uzak bir yerinde, örtüsünün altına gizlenmiş yüzü ve vakur tavrıyla karşısında kıpırdamadan duruyordu. Elinde, ayağının dibindeki ceset denizinin onuruna kaldırdığı, mavi bir tainia bezi tutuyordu. Her yerde ölüm kokusu vardı.
Kadın, “Ara,” diye fısıldadı. “Bulacaksın” Langdon, kadın sanki bu sözleri kafasının içinde söylüyormuş gibi duydu. “Kimsin sen?” diye bağırdı ama sesi çıkmadı.
Kadın, “Zaman daralıyor” diye fısıldadı. “Ara ve bul.”
Langdon nehre doğru bir adım attı ama suyun, dibi görünmeyecek kadar derin ve kan kırmızısı olduğunu gördü. Bakışlarını yeniden kadına çevirdiğinde, ayaklarının altındaki cesetlerin iki katına çıkmış olduğunu fark etti. Şimdi yüzlercesi vardı, belki de binlercesi…
Bazıları hâlâ hayattaydı; acıyla kıvranıyor, akla gelmeyecek ecellerle ölüyorlardı… Ateşlerde yanıyor, dışkının içine gömülüyor, birbirlerini yiyorlardı. Langdon karşı kıyıdan gelen acı dolu feryatları duyabiliyordu.
Kadın sanki yardım ister gibi, narin ellerini uzatarak ona doğru yaklaştı.
Langdon, “Kimsin sen?!” diye bağırdı.
Kadın, bunun karşılığında uzanıp yavaşça peçesini kaldırdı. Çarpıcı derecede güzel olmasına rağmen, Langdon’ın tahmin ettiğinden daha yaşlıydı; altmışlarında olabilirdi, tıpkı zamansız bir heykel gibi vakur ve güçlüydü. Sert bir çene yapısı, anlamlı gözleri, omuzlarına bukleler halinde dökülen uzun, gümüş grisi saçları vardı. Boynunda lacivert renkli bir nazarlık taşıyordu: sütuna sarılmış tek bir yılan.
Langdon, kadını tanıdığını hissetti. Ona güvendiğini. Ama nasıl? Neden?
Şimdi kadın, yerden tepetakla çıkarak, kıvranan bir çift bacağı işaret ediyordu. Beline kadar baş aşağı gömüldüğü anlaşılan zavallı bir ruha ait olmalıydı. Adamın solgun uyluğunda çamurla yazılmış tek bir harf vardı: R.R mi, diye düşündü, emin olamıyordu. Robert’taki gibi mi? “Bu… ben miyim?”
Kadının yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. ‘Ara ve bul,” diye yineledi.
Kadın birdenbire beyaz bir ışık yaymaya başladı… gittikçe parlaklaşıyordu. Tüm vücudu sarsılarak titreşti ve sonra şiddetli bir patlamayla binlerce ışık parçasına ayrıldı.
Langdon haykırarak uyandı.
Oda aydınlıktı. Yalnızdı. Havada keskin bir ilaç kokusu vardı ve bir yerlerdeki makine, kalbinin ritmiyle bipliyordu. Langdon sağ kolunu hareket ettirmeye çalıştı ama derin bir sancı ona engel oldu. Bakışlarını indirdiğinde, koluna serum bağlandığını fark etti.
Nabzı hızlanınca makineler de daha hızlı biplemeye başladı.
Neredeyim? Ne oldu?
Başının arkası korkunç bir ağrıyla zonkluyordu. Baş ağrısının kaynağını bulmak için dikkatlice uzanıp tepesine dokundu. Keçeleşmiş saçlarının dibinde, kurumuş kanla kaplı yaklaşık bir düzine dikiş, kabarıklar halinde eline geldi.
Geçirdiği kazayı hatırlamak için gözlerini kapattı.
Hiçbir şey. Tam bir hiçlik.
Düşün.
Sadece karanlık.
Langdon’m hızlanan kalp monitörünün harekete geçirdiği doktor üniformalı bir adam telaşla içeri girdi. Gür bir sakalı, posbıyığı ve kaim kaşlarının altında, derin ve şefkatli bakan gözleri vardı.
Langdon, “Ne oldu?” diyebildi. “Kaza mı geçirdim?”
Sakallı adam parmağını dudağına götürdü ve aceleyle dışarı çıkıp koridordan birine seslendi.
Langdon başını çevirdi ama bu hareketi tüm kafatasma yayılan bir ağrıyı tetikledi. Derin nefesler alarak ağrının geçmesini bekledi. Sonra çok yavaş ve sistemli bir şekilde içinde bulunduğu steril ortamı inceledi.
Hastane odasında tek yatak vardı. Çiçek yoktu. Kart yoktu. Eşyaları şeffaf bir plastik torba içinde, yanındaki tezgâhın üstüne konmuştu. Her yerinde kan vardı.
Tanrım. Çok kötüydü herhalde.
Daha sonra başını yavaşça yatağının yan tarafındaki pencereye çevirdi. Dışarısı karanlıktı. Geceydi. Camda tek görebildiği kendi yansımasıydı: kül rengi bir yabancı, solgun ve yorgun, tüplere ve kablolara bağlanmış, tıbbi cihazlarla çevrelenmiş.
Koridordaki ses yaklaşınca bakışlarını odaya çevirdi. Doktor, yanında bir kadınla dönmüştü.
Kadın, otuzlu yaşlarının başındaydı. Üzerinde mavi doktor üniforması vardı, sarı saçlarını yürürken arkasında sallanan bir atkuyruğu şeklinde toplamıştı.
İçeri girerken Langdon’a gülümseyerek, “Ben Dr. Sienna Brooks,” dedi. “Bu gece Dr. Marconi’yle birlikte çalışıyorum.”
Langdon hafifçe başını evet anlamında salladı.
Uzun boylu ve çevik bir kadın olan Dr. Brooks, bir atlet gibi kendinden emin adımlarla yürüyordu. Üzerindeki biçimsiz üniforma ince bedeninin zarafetini saklayamıyordu. Langdon’ın görebildiği kadarıyla yüzünde makyaj olmamasına rağmen cildi, dudağının üstündeki minik ben dışında pürüzsüzdü. Açık kahverengi gözleri, kendi yaşındaki birinin nadiren karşılaşabileceği derin bir tecrübe edinmiş gibi, alışılmışın dışında etkileyiciydi.
Yanma otururken, “Dr. Marconi İngilizceyi pek konuşamaz,” dedi. “Kabul formunuzu benim doldurmamı istedi.” Yeniden gülümsedi.
Langdon hırıltüı bir sesle, “Teşekkürler,” dedi.
Dr. Brooks bir işkadını edasıyla, “Pekâlâ,” dedi. “İsminiz nedir?”
Biraz düşündü. “Robert… Langdon.”
Dr. Brooks, Langdon’m gözüne ışıklı kalemini tuttu. “Mesleğiniz?”
Langdon bu bilgiyi daha yavaş hatırladı. “Öğretim üyesi.
Sanat tarihi… ve simgebilim. Harvard Üniversitesi.”
Dr. Brooks şaşkınlıkla bakarken ışığı indirdi. Kalın kaşlı doktor da onun kadar şaşkın görünüyordu.
“Siz… Amerikalı mısınız?”
Langdon, Dr. Brooks’a anlam veremeyen gözlerle baktı.
“Sadece…” Brooks tereddüt etti. “Bu akşam geldiğinizde üstünüzde kimlik yoktu. Harris tüvit ceket ve Somerset mokasenler giyiyordunuz, bu yüzden İngiliz olduğunuzu düşündük.”
Langdon bir kez daha, “Amerikalıyım,” diyerek durumunu açıklamaya çalıştı. Kıyafet seçimine yorum getiremeyecek kadar yorgundu.
“Ağrınız var mı?”
Langdon, “Başım,” diyerek cevap verdi. Işıklı kalem, zonklayan başının ağrısını daha da artırmıştı. Neyse ki doktor onu artık cebine atmış, Langdon’ın bileğinden nabzını ölçüyordu.
Dr. Brooks, “Haykırarak uyandınız,” dedi. “Sebebini hatırlıyor musunuz?”
Langdon yeniden, etrafı kıvranan vücutlarla çevrilmiş peçeli kadının tuhaf görüntüsünü hatırladı. Ara, bulacaksın. “Kâbus görüyordum.”
“Neyle ilgili?”
Langdon gördüklerini anlattı.
Defterine not alırken Dr. Brooks’un ifadesi hiç değişmedi. “Böyle korkutucu rüyalara neyin sebep olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?”
Langdon hafızasını yoklayıp başmı iki yana sallayınca, bu hareketinin karşılığı yine zonklama oldu.
Genç doktor yazmaya devam ederken, “Pekâlâ Bay Langdon,” dedi. “Size birkaç rutin sorum olacak. Hangi gündeyiz?”
Langdon biraz düşündü. “Cumartesi. Günün erken saatlerinde kampusta yürüdüğümü hatırlıyorum… Akşamüstü derslerine gidiyordum, sonra… son hatırladığım şey bu. Düştüm mü?”
“O konuya geleceğiz. Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?”
Langdon bir tahmin yürüttü. “Massachusetts Hastanesi mi?”
Dr. Brooks başka bir not aldı. “Aramamızı istediğiniz biri var mı? Eşiniz? Çocuklarınız?”
Langdon alışkın olduğu üzere, “Kimse yok,” diye cevap verdi. Seçmiş olduğu bekâr hayatının ona sağladığı yalnızlık ve özgürlüğün keyfi tartışma götürmezdi ama itiraf etmeliydi ki, içinde bulunduğu durumda, yanında tanıdık bir yüzün olmasını tercih ederdi. “Arayabileceğim bazı iş arkadaşlarım var ama iyiyim.”
Genç doktor not almayı bitirdikten sonra daha yaşlı olan Dr. Marconi yaklaştı. Kalın kaşlarını düzelterek cebinden küçük bir ses kayıt cihazı çıkarıp Dr. Brooks’a gösterdi. O da başını, anladığını belli eder şekilde sallayıp yeniden hastasına döndü.
“Bay Langdon bu akşam geldiğinizde üst üste aynı şeyi mırıldandınız.” Dijital kayıt cihazının düğmesine basan Dr. Marconi’ye bir göz attı.
Kayıt çalmaya başladığında Langdon, aynı sözleri tekrarlayan kendi hırıltılı sesini duydu. “Ve… sorry. Ve… sorry.”
Genç kadın, “Bana sanki ‘Very sorry. Very sorry’ diyormuşsunuz gibi geldi,” dedi.
Langdon da onunla aynı fikirdeydi ama hiçbir şey hatırlamıyordu.
Dr. Brooks gözlerini, huzurunu kaçıracak şekilde Langdon’a dikti. “Bunu neden söylediğinize dair bir fikriniz var mı? Bir şeye mi üzülüyorsunuz?”
Langdon zihninin karanlık köşelerini yoklarken yeniden peçeli kadını gördü. Etrafı cesetlerle çevrili kan kırmızısı bir nehrin kıyısında duruyordu. Ölüm kokusu geri gelmişti.
Langdon birden içgüdüsel bir tehlike sezinledi… Sadece kendisi için değil, herkes için. Kalp monitörünün biplemesi hızlandı. Kasları gerildi ve yatağında doğrulmaya çalıştı.
Hemen Langdon’ın göğsüne elini koyan Dr. Brooks, onu yerine yatırdı. Yanındaki tezgâha doğru yürüyüp bir şeyler hazırlayan sakallı doktora şöyle bir baktı.
Dr. Brooks, Langdon’ın üzerine eğilerek fısıldadı. “Bay Langdon, beyin sarsıntısı geçirenlerde endişe sık rastlanan bir durumdur ama nabzınızın hızlanmaması gerekiyor. Hareket etmeyin. Heyecanlanmayın. Yatıp istirahat edin. İyileşeceksiniz. Hafızanız zamanla tazelenecek.”
Geri gelen sakallı doktor, elindeki şırıngayı Dr. Brooks’a uzattı. O da Langdon’m serumuna enjekte etti.
“Sizi yatıştıracak hafif bir sakinleştirici,” diyerek açıkladı. “Ağrınıza da iyi gelecek.” Gitmek üzere ayağa kalktı. “İyileşeceksiniz Bay Langdon. Siz uyuyun. Bir şeye ihtiyacınız olursa yatağınızın yanındaki düğmeye basın.”
Işığı kapatıp sakallı doktorla birlikte dışarı çıktı.
Karanlıkta yatan Langdon, ilacın sistemine hemen yayılarak vücudunu, içinden çıktığı o derin kuyuya sürüklediğini hissetti. Gözlerini odanın karanlığında açık tutarak bu hisle mücadele etti. Doğrulmaya çalıştı ama bedeni adeta taş kesmişti.
Dalmadan önce kendini pencereye bakarken buldu. Işıklar kapalıydı ve karanlık camdaki kendi görüntüsü yavaş yavaş yok olurken yerini uzaktaki ışıklı şehir manzarasına bırakıyordu.
Şimdi Langdon’ın görüş alanında, kuleler ve kubbelerin arasında görkemli cephesi olan tek bir yapı görünüyordu. Bu muazzam taş kalenin yukarı doğru yükselip dışa doğru çıkıntı yapan doksan metrelik kulesinin mazgallı siperleri göze çarpıyordu.
Başı ağrıdan patlayacakmış gibi olan Langdon yatağında doğruldu. Zonklamayla mücadele ederken bakışlarını kuleye çevirdi.
Bu ortaçağ yapısını iyi tanıyordu.
Dünyada bir eşi yoktu.
Ne yazık ki, aynı zamanda Massachusetts’ten altı bin beş yüz kilometre uzaktaydı.
Langdon’m penceresinin dışında, Via Torregalli’nin gölgeleri arasına saklanmış güçlü yapılı bir kadın, BMW motosikletinden çevik hareketlerle indi ve avının peşindeki bir panter gibi ilerledi. Delici bakışları ve kirpi gibi saçları vardı. Üzerine giydiği siyah deri motosiklet ceketinin yakasım yukarı kaldırmıştı. Susturuculu silahını kontrol etti ve başını kaldırıp Robert Langdon’m ışıklarının kapandığı pencereye baktı.
Akşamın erken saatlerindeki görevi inanılmaz derecede ters gitmişti.
Tek bir kumrunun ötüşüyle her şey değişti.
Şimdiyse bu işi düzeltmeye gelmişti.
2. Bölüm
Floransa’da mıyım?
Robert Langdon’ın başı zonkluyordu. Hastanedeki yatağında dikilmiş sürekli çağrı butonuna basarken, vücut sistemine yayılmış sakinleştiricilere rağmen kalbi hızla çarpıyordu.
Dr. Brooks atkuyruğu şeklindeki saçlarını sallayarak telaşla içeri girdi. “İyi misiniz?”
Langdon sersemlemiş bir ifadeyle başmı iki yana salladı.
“Ben… İtalya’da mıyım?”
Dr. Brooks, “Çok iyi,” dedi. “Hatırlıyorsunuz.”
“Hayır!” Langdon pencereden görünen uzaktaki büyük binayı işaret etti. “Palazzo Vecchio’yu tanıdım.”
Dr. Brooks ışıkları yakınca Floransa manzarası bir anda kayboldu. Langdon’m yatağının yanına gelip sakin bir sesle konuşmaya başladı. “Bay Langdon endişelenmenize gerek yok. Küçük çaplı bir hafıza kaybı yaşıyorsunuz, ama Dr. Marconi beyin fonksiyonlarınızın normal olduğunu söyledi.”
Çağn butonunu duyan sakallı doktor da aceleyle içeri girmişti. Dr. Brooks hızlı ve akıcı bir İtalyancayla bir yandan Langdon’m İtalya’da olduğunu öğrenince ne kadar agitato olduğundan bahsediyor, bir yandan da kalp monitörünü kontrol ediyordu.
Langdon öfke içinde, heyecanlanmak mı, diye düşündü. Daha çok, şok oldum! Salgılamakta olduğu adrenalin, bedenine yayılmış…
“Cehennem” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi Roman
- Kitap AdıCehennem
- Sayfa Sayısı508
- YazarDan Brown
- Çevirmenİpek Demir - Petek Demir
- ISBN9789752116832
- Boyutlar, Kapak13,5X21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2013-5
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yitik Ufuklar ~ James Hilton
Yitik Ufuklar
James Hilton
İçsavaşın patlak vermesi üzerine Çin’i terk etmeye çalışan dört yolcu, bir uçakla Tibet sınırları içinde, kimselerin bilmediği dağlık bir bölgeye kaçırılır. Şans eseri, gizemli...
- Günahkar ~ Pamela Clare
Günahkar
Pamela Clare
Ya onurunu koruyacak ya da kendini sevdiği kadına adayacaktıCan düşmanı İngilizlerle savaşmaya mecbur bırakılan Morgan MacKinnon, kardeşlerine asla ihanet etmezdi; ancak Fransızlar tarafından esir...
- Saraydan Sürgüne ~ Kenize Mourad
Saraydan Sürgüne
Kenize Mourad
Üç kıtayı zangır zangır titreten büyük bir imparatorluğun çöküşüne tanık olduğu sıralarda Selma Sultan yedi yaşındaydı. İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda dünyaya gelmesiyle başlayan hayat çizgisi...
Mutlaka okunmalı süper Robert Langdon serisi
melekler ve şeytanlar ile başlayan dan brown hayranlığım da vinci şifresi, kayıp sembolden sonra cehennem ile daha da arttı. her sayfası ayrı bir tat veriyor. bölümlerin kısa oluşu çok iyi
Merhabalar.
Almanim türkce ögrenmeye icin bu kitap aldim. Sesli olarak da almak isterim ama bulamam.
ücretli olarak olabilir, 50tle kadar uygun. Ama sesli olmali.
Nerede biri bulabilirim?
Indirmem gerek cünkü almanyaya postayla göderirse cok pahali olacak.
umarim beni anladin :c)
eger bir fikriniz varsa bana cevap ver! Hala “Cehennem” sesli olarak ariyorum.
Tesekkürler,
Sarah