Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çemberin Dışındakiler
Çemberin Dışındakiler

Çemberin Dışındakiler

Craig Silvey

Gözler karanlığa da alışır… İnsan kendi yarasını saramaz, dost bir elin dokunuşuyla iyileşir ancak… Geçirdiği kazadan sonra gözlerini karanlığa açan Eleanor’un zorluklarla dolu hayatı,…

Gözler karanlığa da alışır…

İnsan kendi yarasını saramaz,
dost bir elin dokunuşuyla
iyileşir ancak…

Geçirdiği kazadan sonra gözlerini karanlığa açan Eleanor’un zorluklarla dolu hayatı, bir gece duyduğu çello sesinin izini sürmesiyle değişir. Çelloya can veren, kendisi gibi kırgın bir gençtir.

Hayatın kıyısında kalıp kendi kabuklarına çekilen bu iki genç, zorlukların üstesinden birlikte gelmeye çabalarken, kendilerini ve başka yaşamları keşfetme fırsatı yakalar. Aşk ile kaybedişin, dostluk ile yalnızlığın romanı olan Çemberin Dışındakiler, hayatta daima bir çıkış yolunun olduğunu özgün ve şiirsel bir anlatımla fısıldıyor…

“Tanrı’nın Unutulan Çocukları’yla çok sayıda ödül kazanan Craig Silvey, yine çok farklı ve dokunaklı bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor.”
Sydney Morning Herald

“Hüzünlü ve neşeli, cesur ve dokunaklı bir kitap.”
The West Australian

“Mizahi ve derinlemesine yazılan, kimi kez hüzünlendirip çoğu kez neşelendirmeyi başaran bu roman kesinlikle okunmalı.”
Melbourne Weekly

“Çemberin Dışındakiler, hayatın kenarında kalmış insanların iç dünyasını anlamaya dair zekice yazılmış bir roman.”
The Bulletin

***

yüzeyseluyku

Gece nöbeti yalan oldu. Ama sadece mecburiyetten. Bastıran uykuyu yenmek zordu.

Ucuz dantel perdelerin arasından gümüş renkli ay ışığı sızıyor. Pencere kapalı, içerideki tutsak hava sıcak. Kuru ve boğucu.

Burası bir çocuk odası. Sessiz. Süslü püslü ama çocuk­suz.

Duvarda Miki Fare, kırmızı şortlu, rakamlarla çevrelen­miş. Ruhsuz kollan alabildiğine açık. Parçalanmaya hazır gibi, eğri büğrü. İnce ve kırmızı saniye ibresi kıpırdamıyor, tıktaklamıyor, sadece azimli ama küskün bir titreşim sergili­yor (tık, tık, tık).

Yine de Miki Fare sahte bir gülücükle sırıtıyor, neşeyle üçü ve dokuzu işaret ediyor.

Saat üç kırk beş. Gece yarısının üstünden ışık yıllan geçmiş.

Müzik yok.

örtü, yatağın üstünden kaymış. Sadece iki çarşaf var (polyester altı naylon) ve kız orada uzanıyor. Sırtüstü. Zayıf ve ter içinde. Pamuklu bezin altında kaburga kemikleri sayı­lıyor.

Öylece yatıyor, kıpırdamıyor ve dönmüyor. Adeta mıh­lanmış gibi kaskatı, bağlanmış gibi, sanki…

Yakından bakınca gözkapaklarının nasıl hızla hareket ettiği fark ediliyor. Yüzeyseluyku. Adeta bir film makarası gibi titreşen gözkapaklarının ardında isyan var. Ve gürültü. Sığ bir mezardan yükselenler. Çuvaldan dökülenler, perişan ve kendiliğinden. Adeta mıhlanmış. Her an kasılmak üzere.

Warren orada. Endişeyle ve vazife duygusuyla. İzle­meye devam ediyor, onun uykusu Warren’ın uykusuzluğu çünkü. Karanlıktaki bir bekçi köpeği gibi; çünkü Warren onun gittiği yerlere gidemez, onu şeylerden uzak tutamaz. Rüyaların bekçi köpeklerine ihtiyacı yoktur.

O yüzden, oturuyor: sadakatle, sabırla ve biraz susamış halde. Loş ışıktaki gözleri kocaman ve uyuşuk. Ara sıra ona sokuluyor, ama çoğunlukla sadece oturuyor. Başı dik, tetikte, sessiz.

Derken kızın soluğu göğsünü indirip kaldırmaya, ciğer­leri kırılgan kaburgalarına baskı yapmaya başlıyor; War- ren’ın huzursuzlukla kıpırdanma zamanı. Warren’ın aşırı titizlenme zamanı. Ve Warren’ın yellenerek (pisst) hafifçe in­leme zamanı. Göğsüne bir yumruk yemişçesine aniden gelen hırıltıya güç de olsa engel olmalı.

Yıpranmış deri tasma takımını almak için yavaşça uzak­laşacak, sonra geri dönüp dikkatlice kızın yataktaki açık eli­nin yanma bırakacak. Ve oturacak. Durup bekleyecek.

büyük kırmızı ok

Eleanor ön kapıyı dikkatlice kapadığında hava hâlâ ka­ranlıktı.

Saat üç kırk beş. Aldığı duş yüzünden teni nemliydi. Kollarında ve karnında kırmızı çizikler vardı. Warren’ın tas­ması ve kayışı takılmıştı. Hazırdı.

Çıplak ayaklarının altındaki kaldırım serindi. Eleanor, beraberinde polen, böcek ve gaz getiren hafif doğu rüzgârı eşliğinde yokuş aşağı inmeye başladı, iyi bildiği sokaklarda hızla hareket ediyordu. Burası dik ve eski bir yoldu. Eleanor, uyurgezer bir müfreze gibi sessizce süzülüyordu. Omuzlan sanki yedeğinde bir şey çekiyormuş gibi yuvarlak ve öne eğikti. Göğsü ise gergin.

Warren süzülmüyordu. Güçbela uyanmanın dalgınlığı içindeydi. Vücudundaki gevşek yağlar sallanırken gözlerini kırpıştırıyordu. Başını yere yaklaştırmıştı.

Warren’ın nefret ettiği dört şey vardı (rahatsızlık sıra­sıyla):

1- Sabahın erken saatleri.

2- Martılar.

3- Çocuklar.

4- Martha Gardener.

Warren esnedi. Dili önce kıvrıldı, sonra açıldı; asaletini sergiler gibiydi sanki.

Trafik yoktu, o yüzden Eleanor kaldırımlarda ya da kav­şaklarda duraksamadı. Durmadı ve Yol Vermedi. Rüzgâr sır­tını ürpertti, tenini iyice gerdi. Soluk sokak ışıklan onu izliyordu. Warren, asfalttaki ezilmiş leşi koklama dürtüsünü zorlukla bastırdı. Uzaklarda bir arabanın kapısı kapandı. Çiçek dürbününe benzeyen mazgaldan tıslayarak su buharı yükseldi. Altında soluklandığı jakarandanın* sarkan dalların­dan dökülen eflatun renkli çiçekler nasırlı ayaklarına yapışı­yordu. Islaklardı. Durmadı çünkü hareket etmek iyi geliyordu. Su da öyle. Neredeyse varmıştı, biliyordu.

Warren onu, sebze kasalarını açan, saçı sakalı birbirine karışmış iki adamın yanından geçirdi. Adamlar onun köşeyi dönüp kayboluşunu izledi.

Biraz daha yaklaşmıştı. Kapalı bir kafeyi geçtiler. Sonra hastanenin gölgelerini. Pazaryerinden sürüklenip gelen kes­kin balık kolcusunu. Döndü ve adımlarını sıklaştırdı. Burnuna pişmekte olan Türk ekmeğinin kokusu geldi. Warren yürü­mekte nazlandı.

Esplanade Reserve’in çiyle kaplı çimenliğinden geçer­ken Norfolk Adası çamlarının altında zikzak çizdiler. Kayışı biraz daha sıkı kavradı çünkü artık tuz kokusunu alabili yordu. Ayaklarının dibinde Warren gürültüyle yürüyordu. Martılar tepesinde ahenksiz çığlıklarla daireler çizerken en­sesindeki tüyler havaya dikiliyor, öfkeyle burnundan solu­yordu.

Demiryolu labirentinde yol aldılar. Park etmiş arabaların arasına daldılar. Mews Yolu’nda dikkatsizce yürürken bir gece kulübünden çıkan taksiden kendilerini sakındılar. Geç­mişle fısıldaşan taksinin arka kapısı kusmukla sıvanmıştı. Gerideki tepelerden cılız, puslu bir gün ışığı yayılmaya baş­lamıştı. Wanren basamaklarda durdu.

Biliyorum, dedi. Devam et.

İskelenin ahşap döşemelerine çıktı. Sabırsız ve soluk so- luğaydı. Yanında hızlı adımlarla yürüyen köpeğinin tırnaklan zeminde takırdıyordu. Son geçit dört adım uzunluğundaydı. Sola dönerek Bathers Kumsalı’ndan uzaklaştı, sağ tarafında belli belirsiz uzanan kireçtaşı mendireğin yanındaki yolu iz­lemeye başladı. Kumu güzelleştirip daha çekici kılan yuvar­lak çakıllar adımlarının dengesini bozuyordu. Burnunu çekti. Minik bir hızma parladı. Rüzgâr şiddetini artırmaya başladı.

Önce yavaşladı, sonra durdu. Bir tahmin yaparak eğildi. Parmaklarını çıtlatıp işaret etti.

Pekâlâ, burası mı Warren? Bak bakalım, nerede? Burada mı?

Hafifçe granite vurdu. Dalgakırandaki çatlağı koklaya­rak kuyruğunu sallayan Warren, metrelerce ötedeki kovuğu kazmaya başladı.

Eleanor uzanıp yanındaki el oltasını ve küçük plastik alet kutusunu çıkardı, köpeğin kayışını bıraktı. Loş ışıkta ka­yalık duvara tırmanırken Warren onun baldırlarının esneyi­şini izledi. Olta takımı tıngırdadı. Warren yavaşça onun ardından yola koyuldu.

Eleanor çabucak kendi kayasını buldu; bedeni saran şek­liyle çıkıntılı bir granit tabakasıydı. Üstüne oturdu, pürüzsüz yüzeyi soğuktu. Ucuz plastik kutuyu kucağına koydu, kum­lan silkeledi. Parmaklan dikkatle hareket ediyordu. Misinayı kavradı, düğümleri karışık olsa da kurşun ve iğneden geçirdi. Alet kutusunu gürültüyle kapadı. Ayağa kalktı. Omuzlarını silkelerken sırtı kamburlaştı.

Kayanın ucundaki Eleanor, kuleden ilk kez atlayacak bir sporcu gibi ürkekti. Misinasıyla havada daireler çizdi ve sonra savurdu. Bir dilenci gibi açtığı avucundan kayan misi­nanın ucundaki donanımın çarpma sesini duydu, suyun yut­tuğu kurşun kayboldu. Oturdu, rahatladı, sırtını arkaya yaslayarak yemsiz misinanın parmaklarının arasında geril­mesini bekledi.

Warren dalgakıranın tepesinde durmuş, bir sonraki riskli hamlenin muhakemesini yapıyordu. Üstündeki hantal kayış takımı hareketlerini engelliyordu.

Rüzgâra doğru kısık gözlerle baktı ve seçeneklerini de­ğerlendirdi. Haşereler onu sıkıştırıyordu. Öfkeli gözlerle ve bütün nefretiyle yukan baktı. Rezil kanatçıklar alkış tutar gi­biydi. Hırladı.

Yanı başındaki Eleanor onu nazikçe yüreklendirdi. Warren sıkıntıyla yellendi. Eğildi, patilerini kenara dayadı, den gesi bozuldu, kaydı, toparlandı ve tırnaklarını takarak ken­dini Eleanor’un oturduğu yere attı. Eleanor kenara çekildi. Warren başını onun kucağına koydu, acıklı bir edayla iç çekti.

Aferin sana, dedi ve burnunu okşadı.

Aşağıda, dipteki ters akıntının çekiştirdiği oltayla uyum içinde kıyıya çarpan küçük dalgacıkların sesini duyuyordu. Eleanor misinasını hiç satmazdı, sadece tutardı. Bir şey ya­kalamayı beklemiyordu, zaten istemiyordu da. İşe yarama­yan gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı. Bir kaya ile kocaman, ıslak bir yer arasına sıkışmıştı ve bu durumun bile giderek daha da zorlaştığını düşünmeden edemiyordu.

Frank dimdik bir sırt ve çatırdayan dizleriyle dalgakıranı tırmanmaya başladığında sabah olmuştu. Kıçı sızlıyordu. Ya­nında pis kokulu beyaz bir kova ve ondan uzak tutmaya gay­ret ettiği bir termos vardı. Onun nerede olduğunu görmeye çalışıyordu. Kısa kesim bir tutam bal rengi saçla kaplı olan enseyi gördü. Uzun kulaklarının ucu kızarmıştı. Bronzlaşmış parlak omuzlan beyaz atletiyle tezat oluşturuyordu. Yanında oturan salyalı iri köpekle karşılaştırınca, son derece minik ve çocuksu kalıyordu. Onu bazen burada, misinası hâlâ sımsıkı elinde olduğu halde, kıvrılmış uyurken bulurdu.

Orada olduğunu biliyorum, Frankfurt.

Frank gülümsedi. Günaydın Elly, aşkım. Senden de bir şey kaçmıyor.

O kayaların üstünde pek çaktırmadan yürüyemiyorsun. Örümcek Adam. Her neyse, benim şahin gözlerim var.

Ne demezsin, benim de altında limbo dansı yapabilece­ğin bir aletim var. Bakıyorum oltanı almışsın. Hayal kırıklığı dünyası nasıl bir şey?

Her zamanki gibi boktan. Ya seninki?

Pekâlâ, diyerek kovayı yere koydu. Boktanlıktan söz et­mişken, bu sabah prostat muayenesi yaptırarak harika bir sabah geçirdim.

Eleanor gülerek ona doğru döndü. Affedersin. Nasıldı?

Of, bilirsin. Önce tuhaftır, sonra bir ritm tutturulur. An­larsın ya?

Anlıyorum.

Önümüzdeki hafta için tekrar randevulaştık. Bir motelde rezervasyon yaptırdık. Henüz kanma söylemedim ama anla­yışla karşılayacaktır.

Doğru dürüst bir şeyler giymeye dikkat et.

Deneyeceğim, ama son G-stringim kıçıma kaçtı.

Şanslısın, doktorun bulur.

Doğru, Frank güldü. Coşkulu, bulaşıcı bir gülüşü vardı. Yine de sana söyleyeceğim bir şey var Elly, aslında çıkarmak büyük keyifti. Ve doktor Buggery hakkında söyleyeceğim iyi bir şey varsa, o da gevşetme taranın ne kadar harika olduğu­dur. Hayatımda bu kadar sorunsuz çıkarmamıştım. Adeta… ka dife gibiydi.

Bunu duymam iyi oldu, çok aydınlandım, Franklin. Helen nasıl peki?

Frank omuz silkti. Eh, iyi. Selam söyledi. Noel hazırlık­ları yüzünden bitkin düştü, anlarsın ya? Bu yıl herkes bizde.

Öyleyse neden yardım etmiyorsun?

Ediyorum hayatım. İnan bana, ediyorum. Peki annen nasıl?

Estelle iyi. Malum, ayağa kalkacak kadar iyileşti. Helen gibi.

Frank zoraki eğilip kovasım aldı. Dinle, yem ister misin, yoksa yine birilerinin intihar etmesini mi bekleyeceksin?

Ben iyiyim.

Pekâlâ, ben bir miktar kalamarla oynaşmayı düşünüyo­rum. Görünüşe bakılırsa son tekneler yüzünden biraz hareket­lilik var. Geç bile kaldım.

Kolay gelsin. İyi oynaşmalar.

Kendine dikkat et, Elly aşkım.

Sen de, hoşça kal.

Frank, elleriyle bacaklarını destekleyip dikkatle aşağı inerken hâlâ gülümsüyordu. Kısa ve tıknaz bedeni biraz daha yağ bağlayacak, göğsünde heyelan oluşacaktı. Yağlı gömleği­nin altındaki göbeği kocaman bir tebessüme dönüşecekti. Ter­likleriyle yere şöyle bir vurduğunda, bacaklarının arkasına kum sıçradı.

Frank, görünmez bir el arabasını iter gibi yürüyordu. Kaş­larını çatarak, ağarmaya başlamış kirli sakalını sıvazlıyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Hiç Kimse Sıradan Değildir ~ Markus ZusakHiç Kimse Sıradan Değildir

    Hiç Kimse Sıradan Değildir

    Markus Zusak

    “19 yaşındayım, taksi şoförüyüm. Sadece bu işe yarıyorum, birde arkadaşlarımla kâğıt oynamaya. Başka hiçbir uğraşım, isteğim, hedefim yok. Bir ev arkadaşım var, adı Kapıcı....

  2. Çizgili Pijamalı Çocuk ~ John BoyneÇizgili Pijamalı Çocuk

    Çizgili Pijamalı Çocuk

    John Boyne

    Dünyaca ünlü İrlandalı yazar John Boyne’un kaleminden, 46 farklı dile çevrilen, bol ödüllü bir klasik. Çizgili Pijamalı Çocuk, II. Dünya Savaşı sırasında yolları kesişen...

  3. Yanlış Yer Yanlış Zaman ~ Gillian McallisterYanlış Yer Yanlış Zaman

    Yanlış Yer Yanlış Zaman

    Gillian Mcallister

    Ekimin sonları. Saat gece yarısını geçmiş. On yedi yaşındaki oğlunu bekliyorsun. Geç kaldı. Sen pencereden izlerken ortaya çıkıyor, fark ediyorsun ki yalnız değil; bir adama doğru...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur