Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Cumhuriyet’in Dindar Kadınları
Cumhuriyet’in Dindar Kadınları

Cumhuriyet’in Dindar Kadınları

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Resmi tarih, kadınları “çağdaş kadın” paydasında eşitledi. Eşitliğin dışında kalanlar görünmeyecek, bilinmeyecekti. Oysa Cumhuriyet’in bir de dindar kadınları vardı. Hayatları geçmiş ile gelecek arasında…

Resmi tarih, kadınları “çağdaş kadın” paydasında eşitledi. Eşitliğin dışında kalanlar görünmeyecek, bilinmeyecekti. Oysa Cumhuriyet’in bir de dindar kadınları vardı. Hayatları geçmiş ile gelecek arasında kurulmuş köprü… Hayatlarının kimyası gayret, hizmet, edep ve zerafet olan kadınlar…
Şimdiye kadar hep toplu bir resim olarak algılanan dindar kadınları; Fatma K.Barbarosoğlu, bireyin hikâyesi ile devletin hikâyesinin kesişme noktaları üzerinden ele alıyor.

Aslında bu hikâyeyi biliyorsunuz, fakat daha önce hiç “okuma”dınız.

Okuduğunuzda hayatınız değişmeyecek, ama hayatınıza bakışınız değişecek.

GİRİŞ: CUMHURİYETİN DİNDAR KADINLARI

Elinizdeki kitabın mayası doktora tezimi yazmaya çalıştığım yıllarda kabarmaya başladı. Türk toplumunda giyim kuşam alanındaki değişimin izini surerken, bu değişiklikler etrafında cereyan eden tartışmaları takip ederken, tartışmanın esasında birbirine yakın meslek, meşrep ve mizaçtan kimseler arasında yapıldığını fark ettim, Tartışmalara hiç dahil olmayanlar da vardı. Fakat bunları hiç bilmeyecektik. En fazla torunlarının anılarında, torunların kendi meşrebince düzenlediği bir siluet, yeniden inşa ettiği bir kimlik olarak karşımıza çıkacaklardı. Mesela Namık Kemal’in zevcesi, torunu “isyankar” Selma’nın satırlarında şöyle bir görünüp geçecekti.’

Ya da bütün Osmanlı coğrafyasının ilk yazar kadını olarak nam salmış olan Fatma Aliye Hanım’ın, kendisini her vesile ile ziyaret eden “madam’lara İslamiyet’in kadınları ezmediğini ispat etmek üzere kaleme aldığı Namdaranı Zenan ı İslamiyan’ın satırlarında rastlayacaktık eski zaman kadınlarına. Sahiden rastlayacak mıydık, yoksa sadece bulmak istediklerimize ulaşmak üzere bir arayışın içine mi girecektik? Mesela Fatma Aliye Hanım, “madamların Batıl, kadın tarihi üzerinden İslam kadınlarını den et İçmeler İyi e mücadele ederken, onların sormuş olduğu sorulara cevap ararken, geçmişi sorulan sorular esliğinde tasarlayıp tasvir ettiğinin ne kadar farkındaydı?

Geçmişin kadınlarını bilmiyorduk. Geçmişin kadınları bizim için toplu bir resimden ibaretti. İlk kadın yazar, ilk kadın ressam, ilk kadın hemşire… Toplu resmin bir adım önüne çıkabilenler, muhakkak mesleklerinin önünde “ilk” sıfatını taşımak zorundaydılar. Mesleğinin önünde “ilk” sıfatını taşıyan kadınlar, bir taraftan “Öncü” kimlikleri ile ödüllendiriliyor; diğer taraftan ismi bilinmeyen bütün o kadınlar arasından çıktıkları için, “İslam medeniyetinin kadınları ezdiği” iddiasıyla sigaya çekiliyorlardı,

“Bizim de sizin gibi meşhur kadınlarımız var” hipotezini desteklemek üzere tarihin “meşhur” kadınları “ical ediliyor”; icadın temel kalkış noktası Avrupalıların İslam kadınlarına dair tasavvurlarını “düzeltmek” olduğundan, ecnebilerin bakış açısı, denetleyici bir güz olarak varlığını her satırda koruyordu.

Peki bugün durum ne kadar değişti? Dindar kadınlar ne kadar kendileri olarak yer alıyor tarihe kalacak metinler arasında? Başörtüsü yasaklarının en yoğun yaşandığı günlerde, medyada onlarca “başörtüsü üzerinden” mağduriyet haberi yapılırken, başörtülü genç kızların, kadınların başarıları, hizmetleri, gayretleri üzerinden hiç haber yapılmıyor olmasını nasıl izah edeceğiz?

Çuvaldızı laik/seküler kesime batırmadan Önce iğneyi dindarlara batırarak soralım: Üniversite kapılarında bekleyen/ bekletilen 2000 kuşağı, başını örten İlk üniversiteli kuşağın hikâyesini ne kadar biliyor?

“Her hikâye onu dinleyecek biri olduğunda anlatılabilir” gereğinden yola çıkarak bir muhit çalışması olarak planladığım görüşmeleri yapmak üzere “hayatınızın hikâyesine talibim” diyerek kapısını çaldığım hanımefendilerin çoğu, beni en yakın arkadaşına yönlendirdi: “Ben kayda değer bir hayat yaşamadım. Esas….. Hanım ile görüşmelisiniz.”

“Hayatınızın hikâyesine talibim”

Ben “hayatım roman” diyen, kendi hayatındaki her türlü teferruatı eşsiz ve biricik sayan bir kuşağın ferdiydim. Oysa hayatına tanık olmak istediğim kuşak, birey olmayı değil cemaate dahil olmayı, bir cemaat kurmayı önemsemiş, bunu hayatının payesi kılmıştı, “Kayda değer bir hayat yaşamadım” cümlesinin sahibi olan hanımlar. Allah’ın rızasını kazanmayı önemsiyor, hikâyenin merkezine kendisini koyduğu oranda rızayı kazanamama tehlikesinin baş göstereceğine inanıyordu.

“Kayda değer bir hayat yaşamadım” diyenler, yaşadıklarını ebedi alem için değerlendirmek varken, bir faninin nazarına vermeyi gereksiz buluyordu. Onların mümin bir kul olarak gereksiz, sözün israfı olarak kabul ettiği her türlü teferruatı, ben bir sosyolog ve edebiyatçı olarak ille de anlatılması/dinlenmesi/ kaydedilmesi gereken bir durum/tarih olarak kabul ediyordum.

“Anlatılmayan hikâye, yaşanmamış hayattır” cümlesi beni tamamıyla ele geçirmiş iken, hayatı boyunca yüzlerce Öğrenciye Kuranı Kerim öğreten Safiye İzerdem için (doğ. 1918) soruların da cevapların da fani dünyaya ait olduğu “bu sohbet” ziyadesiyle lüzumsuzdu: “Olan olmuş, geçen geçmiş. Unuttum gitti!”

Dolayısıyla bu kitap için aşılması gereken birinci engel, “kahramanlarımın her birini, hayatlarının başkalarına anlatılabilecek kadar değerli olduğuna ikna etmek oldu: “Her hayat sadece yaşanmış olduğu için, yani zamanın ve mekanın izlerini barındırdığı için kendiliğinden kıymetlidir. Sizin hayatlarınız belli bir döneme tanıklık etmesi bakımından ve ayrıca bir muhit üzerinden zamanın ruhunun yakalanmasını mümkün kıldığı için çok değerli.”

“Hayat hikâyesi’ne değil “hayalımın hikâyesi’ne talip olduğum için, “kahramanlar”ımı sorularla yönlendirmekten olabildiğince kaçınmaya çalıştım. “Hayat hikâyesi” ile “hayatımın hikâyesi” arasında ince bir fark var: birincisi görünen, denetlenen, kronolojik hikâye; ikincisi ise hissedilen ve kişinin hayatındaki bütün olaylar arasında adeta bir dönüm noktası gibi bugün bulunduğu yeri borçlu olduğu hikâye.

Felsefeci David Carr “kendi hikâyem benim doğumumdan bile önce . anne ve babamın zihinlerinde ve bedenlerinde başlamıştı” diye ‘ Bu görüşe uygun olacak şekilde her bir “kahramanlık hikâyesini en azından anne babasının hikâyesinden karşıladı. Bazıları aile tarihini olabildiğince geriye götürerek anlattı. Esas mesele kahramanın “hayatının hikâyesi” olduğunun her kahramanın kendi hikâyesini başlatma tarihi, olduğu gibi korundu

Hayatlarına tanıklık etmek istediğim her “kahraman’dan “hayatının hikâyesi”ni dinlemeye talip olduğumda, zihnîmi sürekli meşgul eden soru şuydu: “Hayatımın hikâyesi” farklı samanlar söz konusu olduğunda ne kadar başkalaşıp değişir? Kıerkegaard’ın tesbitini merkeze alarak soracak olursak, kahramanlarımız” mutlu oldukları anlar ile mutsuz oldukları anlar da birbirinden ne kadar farklı “hayat hikâyesi” ortaya koymaktadırlar? Başka bir deyişle “hayatımın hikâyesi” her anlatışta değişen bir hikâye midir?

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur