“Babam Celtillus’un kanının üzerine yemin ederim ki, Roma ve onun imparatoru Jul Sezar, Galyalıların önünde diz çökecek. Ben Galya Kralı Vercingetorix.. kanım Galya’nın mührü, kılıcım Galya’nın anahtarıdır. Galya’nın kalbi Alesia’dan haykırıyorum sana Sezar; bu kanın lanetini, bu kılıcın öfkesini tadacaksın!..”
Bir adam: Gözünün önünde vahşice öldürülen babasının öcünü almaya yemin etmiş.. büyük savaşçı, Druidlerin önderi, Galya Kralı; Vercingetorix…
Bir adam: Avrupa’nın okyanus kıyıları dahil tüm ülkelerini fethedip; kalbine, Roma’ya yerleşmiş.. büyük komutan, Roma İmparatoru; Jul Sezar…
Bir şehir: Galya’nın kalbi; Büyük Roma İmparatorluğu’na giden son yol.. Alesia…
Bir savaş: Galya ile Roma’nın; Vercingetorix ile Sezar’ın son hesaplaşması.. Druidlerin varolma savaşı…
Bir son: Yemine karşı aşkın, intikama karşı özgürlüğün.. Sezar’a karşı Vercingetorix’un sonu…
***
I
Galya kabilelerinin yaşadığı topraklar batıda Pirene’nin engebeli dağlarından doğuda karla kaplı görkemli Alp Dağları’na, her zaman nemli ve sisli Kuzey Denizi kıyılarından ılık güney havasının Akdeniz kokusuna karışarak ulaştığı dağlara kadar uzanıyordu.
Aslında Edui ve Arverni, Carnutelar ve Belovaquelar, Turonlar ve Santonlar’la tüm diğer kabilelere ait araziler; onların çiftlikleri, şehirleri, kırsal alanları adeta bir ağaç okyanusunun ortasındaki birer ada gibiydi. Bu insanların hayatlarına hükmeden devasa ormanlar, dağların doruklarından vadilere kadar uzanarak yaşamlarını yeşilin türlü tonlarına boyamaktaydı. İşte bu yüzden onlar için hükümran, insanoğlu değil meşe ağaçlarıydı.
Bu uçsuz bucaksız meşe ormanlarının derinliklerinde yabani bitkilerle örülü çalılar, mantarlar ve yosun tutan kayalarla çevrelenmiş boş, açık bir alan bulunuyordu.
Bu açık alanın tam ortasında ise parlak öğle güneşiyle aydınlanan Guttuatr, tüm Galyalıların Baş Druid’i duruyordu. Guttuatr uzun, hafif kambur, orta yaşın henüz başlarında bir adamdı. Saçları ve düzgün kesilmiş sakalı gümüş grisiydi. Üzerinde kabilesinin kendine özgü renklerini taşımayan beyaz bir cüppe vardı. Cüppenin bol başlığı yüzünü büyük ölçüde örtse de bu dünyadan öbür dünyaya uzanan derin, yeşil gözleri ve iri burnu açıkta kalıyordu. Elinde her zaman meşe ağacından yontulmuş asasını taşır ama hiçbir zaman onu bir baston niyetine kullanmaz, ona yaslanarak güç almaya çalışmazdı. Nitekim asanın ucunda iki elma büyüklüğünde demir bir yıldız vardı.
Baş Druid önce tam tepedeki güneşe sonra da gölgesinin en kısa haline bakmış, ardından asasını insan boyunun dörtte biri kadar havaya kaldırmıştı.
Beyaz cüppeleri, ait oldukları kabilenin renkleriyle bezeli druidler, reislerinin önünden usul usul geçerek açık alanda yan yana dizilmeye başlamışlardı.
Baş Druid’in çevresinde bir halka oluşturmuş, sükünetle bekliyorlardı. Guttuatr asasını yeniden göğe kaldırmıştı; hiç kimse ne kıpırdıyor ne de tek bir kelime ediyordu.
Belli belirsiz seçilen ay, altın sarısı güneşin çaprazına doğru yol alıyordu. Gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı.
Sessizliği bozan Baş Druid Guttuatr oldu.
“Cennette olduğu gibi yeryüzünde de gecenin tanrıları güne hükmetmeye çalışır. Aslında bu, karanlığa hizmet edenlerle aydınlık için çabalayanların arasındaki savaştır. Dünyada olduğu gibi cennette de…”
Ay, ağzını sonuna dek açmış bir canavar gibi altın sarısı güneşi ağzının içine atıp çiğnemeye başlamıştı. Güneşi birazdan tamamen mideye indirecekti.
Kabile liderleri homurdanıp oldukları yerde huzursuzca hareket etmeye başlamışlardı. Druidler sessizliklerini korurken tüm gözler Guttuatr’a dönmüştü. Tüm gözler ondan gelecek bir hareketi bekler gibiydi. Gittikçe yavaşlamakta olan kabile liderlerinin mırıltılarından başka çıt çıkmıyordu ortalıkta. Derken bu garip homurtuya, yuvalarına dönen gündüzcü kuşların sesleri ile yeni bir geceyi karşılamakta olan gececi kuşların çığlıkları karışmıştı. Kan kırmızısı mehtap, göz alıcı pırıltısını ormanın üzerine düşürmesiyle bu garip seremoniye köpek ve kurt ulumaları da uzaktan eşlik etmeye başlamıştı.
Ve gece alçalmaya başlamıştı. Hava tamamen kararınca yıldızlar bir bir ortaya çıkmış, güneşin davetkâr yüzü karanlığın içinde cazibesini yitirmişti. Ertesi sabaha kadar da kutsal bir tanrının tacında alev almaya hazır bir tül olarak kalacaktı.
“Gece günü alt eder!”
Guttuatr var gücüyle haykırmıştı. Onu takip eden dört druid ise kabile geleneklerinin dışına çıkarak, “Karanlık ışığı yutar!’ diye bağırmıştı.
Druidler, Guttuatr’ın etrafındaki çemberi daraltıyordu.
Guttuatr ise usul usul bir ilahiye başlamıştı:
“Yüce Tekerlek döner, biz de onunla beraber döneriz…”
Guttuatr’ın etrafında oluşturdukları halkada dönen druidler yanıtladı:
“Sonsuz olan da budur ve o …”
“Cennette olduğu gibi yeryüzünde de…”
“Yeryüzünde olduğu gibi cennette de…”
“Haydi! Yüce Tekerlek bizle beraber dönsün,” diye bağırdı Guttuatr. Asasını göklere hükmetmek istercesine havaya kaldırdı:
“Gece günün içinde!”
Bir kez daha havaya kaldırdı asasını:
“Karanlık ise aydınlığın! Haydi Yüce Tekerlek!”
Aniden tüm kabile reisleri ve druidler hep bir ağızdan bağırdılar; bu dehşetin değil, hayranlık ve mucizenin çığlığıydı. Druidler birdenbire dönmeyi bırakmış ve Guttuatr’ın gerisinde, yukarıda bir noktaya odaklanmışlardı. Büyüsünü yitiren bu garip seremoninin yerini, gökyüzündeki bir noktaya odaklanmış şaşkın kalabalığın anlamsız bağırışları almıştı.
Guttuatr etrafında bir şey arıyor gibi kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. Boşluğun derinliklerinde bir ışık huzmesi belirmişti. Ortalık gitgide aydınlanıyordu. Bu, doğarken ortalığı aydınlığa boğan yeni bir yıldızdı.
Olanlar karşısında Guttuatr’ın ağzı bir karış açık kalmış, gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Kendini Tanrı’yla yüz yüze hissediyordu.
“Binlerce yılda bir…”
Baş Druid’in sesi bir fısıltı olarak çıkmıştı.
Kabile reisleri de donakalmıştı. Druidler ise çemberi daha da daraltarak Baş Druid’e sokulmuştu. İçlerinden biri, “Baş Druid, bu ne anlama geliyor?” diye sordu.
Guttuatr istemeyerek de olsa dikkatini bu görkemli işaretten soruyu sorana çevirmişti.
“Bu büyük bir dönüşümün habercisi.” Yoldaşlarına bu açıklamayı yaparken epeyce zorlanmıştı. “Büyük bir çağ, bir yenisine yol vermek için kapanıyor.”
“Peki ne?”
“Bu çağa ait hiç kimse bu dönüşümün insanlığa neler getireceğini bilemez.” Guttuatr’ın sesi sert ve kararlı çıkmıştı.
“Bizler dünyevi çekişmelere gereğinden fazla burnumuzu soktuk. Bu seremoniye de, Tanrılar önce davranıp bizim yerimize bitirmeden son vermeliyiz.”
Guttuatr asasını yeniden havaya kaldırıp haykırdı:
“Ey sizler, farkına varın ki Tanrılar bizden ne istediklerini haber veriyor! Karanlıktan ışığa! Işıktan gündüze! Haydi! Yüce Tekerlek dönsün!”
Druidler telaşla, biraz da ne yaptıklarını bilmeyerek dönmeye ve ayinlerini söylemeye devam ediyorlardı. Reisler ise geri çekilmişti.
“Biz etrafımızda dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz…”
“Bırakın Yüce Tekerlek de bizimle dönsün.” Guttuatr komutunu vermişti.
Ay da sanki bu komutu duymuş gibi midesine indirdiği aydınlığı adeta kusmaya başlamıştı. Gökyüzü yeniden pembe ve altın sarısının her tonunu barındıran olağanüstü bir mehtapla aydınlanıyordu. Orman da uykusundan uyanıyor, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl parlayan güneş, yeşil örtünün üzerinde yükseliyordu. Druidlerin seremonisi bir kez daha yerini bulmuştu.
Ya da öyle görünüyordu.
Yarım düzine kızarmış yaban domuzu ve bir o kadar da yağları harlı ateşe damlayan kuzu, havayı leziz bir duman ve is kokusuna boğuyordu. Genç erkekler buharı tüten ekmek somunlarını fırının içinden yassı küreklerle çekip, ılımaları için bir kenara diziyorlardı. Köylüler ise küfelerini tepeleme kırmızı elma, beyaz turp ve henüz toplanmış taze sebzelerle doldurmuşlardı. Ozanlar da hem harplarını konuşturuyor hem de hizmetlilerin eşlik ettiği bir şarkıyı söylüyorlardı.
Bu Vercingetorix için, babası Keltill ile ailesine ait çiftlik evinden güneşli bir öğleden sonra çıktıkları günden bu yana yaşadığı en güzel gündü. Babasının Arvernilerin reisi ilan edilişinin şerefine düzenlenen şölen yemeğiydi.
Keltill kaslı ve güçlü vücut yapısına rağmen, bir Galyalı için orta boylu sayılırdı. Ama henüz on dördünü sürmekte olan oğlunun gözünde gerçek bir devdi.
Druidlerin de ilan ettiği gibi, babasının sahip olduğu toprakların tümü tanrıların da izniyle ona geçebilirdi fakat babasının tebaasının gözlerinde gördüğü itaat, tanrıların kendisine bağışlayabileceğinden çok daha anlamlıydı. Tıpkı kendisini kutsayan yüzlerde gördüğü gülümseme gibi.
Keltill, tebaası tarafından sevilen hatta tapılan bir liderdi.
Keltill, yüzünde kocaman bir gülümseme ve şapırdamasına engel olamadığı dudaklarıyla bira taşıyan arabacıya seğirtmişti. El arabasını süren kel ve tıknaz biracı, Keltill’in gözlerindeki hevesli pırıltıyı yakalayınca iki farklı fıçıdan, iki tası ağzına dek köpüklü birayla dolduruvermişti.
Sol elindeki tası Keltill’e uzatarak, “Bunun daha çeşnili olduğunu söyleyebilirim,” dedi.
“Ama bunun da hassası daha kuvvetlidir.”
Keltill önce kendisine ilk uzatılanı sonra da diğerini bir dikişte içti.
“Pekâlâ, hangisini daha çok beğendiniz?” Biracı dayanamayıp sormuştu.
“Sen benim bira tadıp da beğenmediğimi gördün mü?”
Keltill ağız dolusu bir kahkaha atıp yüzünde asılı kalan gülümsemeyle oğluna döndü:
“Sen ne diyorsun Vercingetorix, yorum yapmanın bir önemi var mı?
Galya’nın tüm genç delikanlıları gibi Vercingetorix da sulandırılmış biranın tadına aşinaydı; özellikle de inekler sütten kesildiğinde ya da telef olduklarında içtiklerine. Şimdi ilk kez sulandırılmamış gerçek erkek birası tadacaktı. Daha çeşnili olduğu söylenen biradan çekingen bir yudum aldı. Sert ve tatlıydı. Babasının onu izleyen bakışları altında, bu kez tası başına dikerek daha büyük bir yudum aldı biradan. Ağzında buruk, acımsı bir tat kalmıştı ve bu tattan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi.
“Pekâlâ,” diyerek soran gözlerle oğluna baktı Keltill.
“Ah… Güzel. İyi… hımm, bol köpüklü!”
Keltill ikinci tası uzattı oğluna. Vecingetorix bu kez gerçek bir yetişkin gibi duraksamadan dayadı tası ağzına ve ağız dolusu içmeye başladı. Daha az acı, aynı zamanda daha az tatlıydı. İlki kadar sert de sayılmazdı.
“Çok daha iyi!” dedi samimiyetle.
“Babasının oğlu,” diyerek oğlunun omzuna hafif bir şamar indirdi, keyfi yerindeydi.
“Tam da benim hissettiklerim. Biraları tadan delikanlıyı duydun, her birinden yirmişer fıçı!”
“İkisinden de mi?”
Bira satan adam Keltill’i şüpheyle süzüyordu.
“Parası ne olacak?”
“Sen sadece fiyatı söyle. İkimiz de ölüp öbür dünyayı boyladığımızda, Gallik geleneğinde olduğu gibi sana iki katını ödeyeceğim!”
“Çok cömertsin Keltill fakat ben ve ailem bu dünyada aç kalırsak, senden epey önce boylarız öbür dünyayı. Bu yüzden eğer umursamayacaksan…”
“Eğer böyle davranacaksan…” dedi Keltill, kabaca ve hesapsızca harcadığı deri kesesindeki paralardan bir tane metal para çıkarıp biracıya uzattı.
Biracı şaşırmış görünmüyordu.
Keltill biracının yüzünde beliren hırçın ifadeyi görünce gülmeye başladı.
“Hadi dostum, geldikleri yerde daha çok var bunlardan.”
Keltill parayı biracının daha yakından görmesi için ona doğru uzatarak sordu:
“Yakışıklı, değil mi?”
Baba oğul iç avluyu çevreleyen tahta perdenin içindeki bir geçitten geçtiler. İçeride kocaman kubbeli bir ev bulunuyordu. Evin kubbesi de taze kesilmiş çalı çırpıyla örtülüydü.
Çatı her zaman olduğu gibi tahtadan, oyma bir ayı ile kutsanmıştı; bu, Arverni’nin sembol hayvanıydı. Ama bir başka bronz ayı heykeli de girişteki masifte yeni bir reislik alışkanlığı olarak duruyordu.
Evin önüne sehpalar çoktan dizilmiş, hizmetçiler bir yandan tabakları masalara dizerken diğer yandan da şenlik ateşini yakmak için hazırlıklara girişmişlerdi.
Keltill avluyu geçerek ahşap kulübeye yöneldi. Vercingetorix içerde kendilerini neyin beklediğini biliyordu. Biracının ise hiçbir şeyden haberi yoktu. İki zanaatkâr yumuşak altın tabakaları önce şeritler haline getirmek için sert demir çekiçlerle dövüyor, sonra diğer ikisi bu şeritlerden küçük yuvarlak kalıplarla metal paralar çıkarıp tüm emeklerinin karşılığını deri keselerin içine atıyorlardı.
Keltill biracının şaşkınlığına aldırmadan deri keseleri göstererek:
“Borcum ne kadarsa al,” dedi. “Ne bir eksik ne bir fazla dostum!”
Biracı kulaklarına inanamıyordu sanki, Keltill’e şaşkınlıktan çok açgözlülükle baktı ve deri kesenin içine daldırdığı elleriyle taşıyabileceği kadar altını bir çırpıda çekti çıkardı.
Biracı hâlâ donuk bakışlarla Keltill’i süzüyordu.
Keltill’in bakışlarındaki anlamı sezinleyen biracı, iki avucunda tuttuğu tepeleme altınlardan yarısını aldığı yere geri bırakarak oradan uzaklaştı.
Vercingetorix de şaşırmışa benziyordu:
“Ne kadar isterse o kadar alabileceğini nasıl söylersin?”
“Onun onuruna güvendim. Bu bizim yolumuzdur evlat. Onur güvenilmek, varlık paylaşılmak içindir. Zaten başka neyimiz var ki?”
Kendisi de keselerden birine elini daldırarak çıkardığı bir avuç dolusu altını, kemerine takılı olan kendi kesesine boca etti.
“Üstelik bir adamın silüetinin paranın üzerinde olması, o adamın cömertlik şanından bir şey eksiltmez. Aksine, yaptığım ihsanı hiçbiri unutmayacak,” dedi ve gülmeye başladı.
“Bütün Roma görüşleri aptalca değildir!”
Keltill eğilip bir avuç altın daha alarak oğluna gösterdi:
“Ama yine de parayı aldıktan sonra onurlarını satabilecek kadar soysuzluk yapmaları çok acıklı.”
“Acıklı mı?”
“Tabii ki. Altının ne için olduğunu unutuyorlar. Sen biliyor musun Vercingetorix?”
Genç çocuk başını sallamakla yetindi.
“Düşün bakalım,” dedi Keltill.
“Altını yiyemez, içemez, üstüne bir at gibi binemez hatta bu sevimli ama işe yaramaz küçük metal parçasından bir kılıç bile yapamazsın.”
“Ama onun sayesinde dilediğin kadar yiyecek, içecek, at ve kılıç ve daha ne istersen… Satın alabilirsin!”
“İşte bu!” diye bağırdı Keltill, oğlunun cevabından hoşnuttu. “Hayat para kazanmak ve onu biriktirmek için tüketilemez! Et yemek içindir, bira ise içmek. Atlarsa binmek içindir. Kabilemizin reisliğinin birinci yılını doldurmam ise işte böyle özgürce kutlamak içindir!”
Kocaman bir kahkaha atarak elindeki tüm altınları havaya saçtı. “Para yaşamın zevklerini yaşamak için harcanmalıdır.”
Güneş batar batmaz şenlik başlamıştı. Gerçekçi olmak gerekirse, hayatın zevklerini konukların önüne sermek için çok daha fazlası harcanmıştı.
Bir grup misafir gelip şenlik alanındaki yerlerini almıştı. Gelenlerin çoğu Arverni seçkinleriyle onların aileleri ve savaşçılarıydı. Sıradan halk ise avlunun dışından şenliğe katılmalarının kabul edilmesiyle onurlandırılmıştı. Aralarında diğer Galya kabilelerinden davet edilmiş seçkinler de vardı; bazıları hâlâ Galya topraklarında herhangi bir yerdeki herhangi bir şölene davetsiz katılma hakkını kendinde gören druidlerdi.
Herkes çoktan biralarına yumulmuştu. Ellerinde köpüğü taşan birer bakır maşrapa, sık aralıklarla dizilmiş bira fıçılarının arasında geziniyorlardı. Avlunun içindeki duman, yaşlıları da gençleri de sarhoş edecek cinstendi.
Keltill’in avluya girişi herkesin hep birden alkış tutmasıyla karşılandı. Keltill şölen ateşinin başına geçtiğinde, herkesin gırtlağından kopup gelen coşku, muhakkak yüreklerinde de vardı.
Savaşçılardan biri ateşin başında vakur duran Keltill’e bir meşale uzattı. Keltill yüzünde alaycı bir ifadeyle bir an duraksadıktan sonra:
“Yandaşlarım, görüyorum ki henüz iştahınızı kabartacak kadar bira tüketmediniz. Öyleyse etlerimizi yemeye geçmeden önce biraz daha içelim.”
Keltill’in bu sözleri kalabalığın coşkulu bağırışları ve alkışlarıyla karşılandı. Tasvip etmeyen gözlerle bakan Keltill ekledi:
“Brenn kral, biz kahramanken, Galyalılar eğer yeterli bira içmemişlerse ve üstüne üstlük Teuton kabileleri Rhine’ı bir sidik nehrinin üzerinden geçmemişlerse, göbekleri olduğuna bile inanmazlardı.
Omuzunu silkerek devam etti:
“Oysa şimdi durduğum yerden bilgelik üzerine nutuk atarken bile, karnınızın guruldadığını duyabiliyorum ve bu yüzden…”
Vercingetorix babasının arkasındaki masaya titreyerek ve adeta dizlerinin bağı çözülmüşçesine geçti. Alkolden başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Gözleri fenerin ve şölen ateşinin harlı ateşinden kamaşıyordu.
Masa, sehpa ayakları üzerine oturtulmuş meşeden bir masaydı. Masanın üzeri somun ekmekler, türlü boy ve keskinlikte bıçaklar ve rostolanmış kümes hayvanlarının sunulduğu tabaklarla doluydu. Büyük kaseler içinde göz alıcı tazelikte meyve ve sebzeler duruyordu. Bir yanda da bu özel şölen için koca bir yaban domuzu, yağları akıtılarak kızartılmaya devam ediliyordu.
Vercingetorix henüz annesi Gaela’yı bile tanımayacak kadar sarhoş olmamıştı. Hatta masanın gerisinde oturanlar arasında annesi dışında amcası Gobanit, Gobanit’in karısı Ette’yi bile ayırt edebilmişti. Gaela’nın solundaki iki koltuksa kendisi ve babası Keltill’e ayrılmıştı. Boş koltukların hemen yanında, çatık bakışlarıyla Vercingetorix’e hiç de yabancı gelmeyen orta yaşlı bir kadın oturuyordu. Onun solunda da…
Vercingetorix orta yaşlı kadının yanında oturan kendi yaşlarındaki güzel kızla göz göze geldiği andan itibaren çevresindeki herkesi unutmuş gibiydi. Genç kızın saçlarının arasından yüzüne doğru taze kır çiçekleri uzanıyor, ince ve güzel boynu, sarı elbisesinin yakasından yukarı doğru, beyaz bir kuğu gibi uzanıyordu. Üstüne iyice oturan elbisesinin ortaya çıkardığı, yeni yeni baş vermeye başlayan göğüsleri baştan çıkarıcıydı. Gözleri öyle garip bir büyüye sahipti ki, bir an yeşil gibi dursa da zaman zaman elaya dönüyordu. Burnu küçük ve düzgün, yanakları dolgun ve sıkıydı. Vercingetorix gördüğü güzellik karşısında, içinde çağlamaya başlayan heyecana engel olamamıştı.
Ne var ki, Vercingetorix’in gözlerinde adeta kendi kendine ihanet eden bir şeyler vardı. Aslında genç kız delikanlıya, tüm Galya topraklarındaki ekinleri ateşe verebilecek güçte bakıyordu. Kızın bakışlarındaki har, Vercingetorix’in tüm cesaretini alıp uçurmuştu sanki.
Şölen herkesin birbirine iyi dileklerini sunmasıyla başlamıştı. Kümes hayvanlarının yağ damlayan ayakları çıplak ellerle ayrılıyor, kanatlar küçük parçalar halinde ufalanıyordu. Herkes adeta yemeye yetiştiremediği bol yağlı ve bir o kadar da leziz yemeklerden başka bir şeyle ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu.
Vercingetorix masadaki yerini alıp, payına düşen yemeği önündeki tabaktan iştahla atıştırmaya başlamıştı. Yanında birayla tabii. Gece boyunca oturduğu yerden sarışın kızı da göz hapsinde tutmayı ihmal etmemişti.
Vercingetorix, genç kızın birasından daha büyük yudumlar alarak sarhoş olmasını içten içe dileyip durmuştu. Çünkü fantezileri, ne kadar sarhoş olurlarsa rüyalar aleminde o denli zevkli bir yolculuğa çıkacaklarını işaret ediyordu.
“Yeterince et var mı?” Keltill böğürür gibiydi. “Ya bira?”
Herkes yumruklarını masalara vurarak tempo tutmaya başlamıştı.
“Yeni kabile reislerinin geleneği budur. Reislik döneminin başladığı gün, yeni reis Arverni seçkinlerinin kendisine verdiği oyların bir teşekkürü olarak bir şölen düzenler,” diye açıkladı Keltill, “ancak hepinizin bildiği gibi, benim kişisel kusurum, alçakgönüllü olmayıp övünmeyi…”
Şölen alanındaki kalabalıktan, memnun ve neşeli çığlıklar, tezahüratlar yükselmişti.
“…bu yüzden de bunu benden daha iyi yapan birine, benim seçkin ve soylu oğlum sivri dilli Vercingetorix’e bırakıyorum!”
Şimdiye dek kalabalık önünde hiç konuşmamış olan Vercingetorix, içkinin etkisiyle dönen başı ve dolanan diliyle bu işin altından nasıl kalkacağını bilemiyordu. Heyecanlı, hatta endişeliydi.
Keltill oğlunun duraksadığını görünce, elinden tutup ayağa kaldırdı. Vercingetorix gözünün içine giren şölen ateşinin alevleri ve meşalelerin parlak ışığıyla kör olacağını sandı. Ortalık sanki ölüm sessizliğine bürünmüştü; konukların gözleri ateşin yüzlerine vuran ışığıyla kıpkırmızı görünüyordu.
Vercingetorix kendini istemsiz olarak sarışın kızdan yana bakarken buldu. Kızın bakışları, uzaktan da olsa Vercingetorix’inkilerle buluşmuştu.
Ve işte o anda, o sihir gerçekleşti.
Vercingetorix ateşin kıvılcımlarının gökyüzüne yükseldiği yöne çevirdi bakışlarını. Gittikçe harlanan şölen ateşinin kıvılcımları, gökyüzündeki en parlak yıldızı içine almıştı. Sarışın kızın aksine, bu yıldız tüm lütfuyla kendini Vercingetorix’e bağışlamış gibiydi. Vercingetorix gözlerini yeniden kalabalığa çevirdiğinde sihir çoktan gerçekleşmiş gibiydi. Az önce kendisini tedirgin eden bu kalabalık, şimdi sanki onu konuşmaya teşvik ediyordu.
“Nasıl Keltill benim babamsa, bundan sonra sizlerin yani tüm Arverniler’in de babasıdır. Bir kabile reisi, halkına babalık etmek zorundadır. Ve Keltill gibi bir babaya sahip olmak sizleri en şanslı Galya kabilesi kılacaktır. Ama ben yine de sizden daha şanslıyım. Ben Galya’nın en şanslı delikanlısıyım. O benim bir ömür boyunca babam, ama sizlerin sadece kısacık bir yılınız var önünüzde.”
Delikanlı susmuş, topluluğun şerefine kaldırdığı birasını eline almıştı. Az önceki sihri gerçekleştiren tanrılar sanki şimdi de bira maşrapasını eline tutuşturmuşlardı.
“Keltill’e içiyorum. Arvernilerin reisine! Güvenilmesi gereken şerefine, paylaşılması gereken iyi niyete ve tabii dünyanın bizlere sunduğu nimetlerden yararlanmak için geçirilmesi gereken bir yaşama!”
Bu sözlerin üzerine şölen konuklarının arasındaki şamata giderek artmış, hep bir ağızdan söylenen bir şarkı gibi tezahürat ve naralar yükselmişti yeniden. Hele Vercingetorix’in koca bir maşrapa birayı art arda beş yudumda mideye indirdiğini görünce herkesin keyfi daha da yerine gelmişti.
Her şeye rağmen bütün bunlar Vercingetorix’e ağır gelmişti. Şuursuz bir halde babasının kollarına yığılmadan önce duyduğu son sözler, anne ve babasının alayla karışık söyledikleriydi:
“Babasının oğlu!”
“Tam da benim yaradılışımda!”
II
“Bütün Roma düştüğünü görmek için bekliyor,” dedi Decimus Junius Brutus. Uzaklara dalmış bakışların ve bir hamlede kendilerine dönecek sırtların arasından geçip banyoya doğru yürüyorlardı.
“Çakallar kan kokusu almakta ustadır Brutus, ama ne var ki yara almış bir arslanı yakalayacak cesaretleri bile yoktur,” dedi Gaius Julius Caesar, aşağılayıcı bir ses tonuyla.
“Ve bu tilkinin yeni bir yağma numarası hazırlayabilmesi için, olsa olsa birkaç hile şansı kaldı.”
Brutus, Caesar’ın yüzüne soran gözlerle baktı.
Caesar gülerek, “Demek istediğim şu ki, yenilgim üstüne bahse girmekten kaçın genç dostum!”
Caesar içinden, ne kadar naif, genç ve bir o kadar da masum diye geçirdi. Ben böyle miydim? Belki sadece annem beni emzirirken! Aslında daha doğrusu o zaman sadece etrafımda politik arenada neler döndüğünün farkında değildim; tıpkı bir balığın suyun içinde yüzdüğünün ayrımında olmaması gibi.
Caesar’ın mensup olduğu klan, Julii, eski Patriklerdendi. Fakat diğerlerine nazaran daha yoksul durumda oldukları için, Roma’da onlar adına, zenginliğe giden yol politikadan geçiyordu. Gerçi tam aksi de mümkündü. Muteber bir yer edinmenin yolu, seçimleri kazanmaktan geçiyordu. Oy toplamak, bol para dökmekle eş değerdi. Roma halkı için ziyafetler, panayırlar düzenlemek, hatta rüşvet vermek forumda ilgiyi lehine çekebilmek için olmazsa olmazlar arasındaydı. Dolayısıyla eğer doğuştan zengin bir politikacı değilsen, geldiğin mevkide boşalan kasanı yeniden doldurman ve siyaset merdiveninde bir üst basamak için yeni seçimlere mali kaynak yaratman gerekiyordu. Caesar’ın kamu alanında yaptığı kariyer için takip edebileceği başka bir yol olmadığından, ona göre bunu rüşvet olarak değerlendirmek, sinikliğin sınırlarını zorlamaktan başka birşey değildi.
Caesar hamama girerken Roma’da sinikliğin, gözden düşmesi gibi bir şeyin söz konusu olamayacağını düşünüyordu.
Banyolar üç farklı bölmeye ayrılmıştı. Ilık frigidarium, dejenere olmamış birer Spartalı oldukları illüzyonuna inanmayı tercih eden Romalıların; tepidarium hoş bir ilkbahar gününün orta ısısını tutturmuş; üçüncü ve son bölme, Caesar için fazla sıcak olsa da pek çokları tarafından tercih edilir olmuştu.
Crassus üzerinde togası olmadan görüntüsüne kolaylıkla tahammül edilebilecek bir adam değildi. Yağlı ve biçimsiz vücudunu, havuz kenarındaki bir sedirde göbeğinin üzerinde uzanırken, üstünde sadece sırtını örten bir havlu varken, altın kadehinden şarabını yudumlarken sergilerdi.
“Selam Crassus!”
“Selam Caesar!”
“Genç dostum Decimus Junius Brutus’ü tanıyor musun?”
“Merhaba Brutus, sanırım bir yerlerde karşılaşmıştık.” Crassus, Brutus’ü baştan aşağı süzerken aklından, Brutus’ün de bulunabileceği bir geneleve gitmiş olup olamayacağını geçiriyordu.
Bir kaşını kaldırarak bakışlarını Caesar’a çevirdi ve Brutus’ün Caesar için de aynı hizmeti verdiğini kabul etti.
“Caesar, sanırım bu özel bir konuşma olmalı!”
“Öyle olmasına gerek var mı Crassus?” dedi Caesar; memnuniyetsizliğini gizlemeye çalışıyordu. “Brutus’e güvenim tamdır.”
Crassus iğneleyici bir ses tonuyla, “Öyle mi?” diye sordu.
Caesar gençlere eğitmenlik yapmasının, Roma’da onun oğlancı olduğuna dair söylentilerin dolanmasına neden olduğunu biliyordu. Fakat bir kadında bulduğu hiçbir şey, bir oğlan tarafından kendisine verilemezdi. Zaten koruyup kolladığı Brutus gibi biriyle beraber olmak, insanın kendi oğluyla beraber olmasından farksız olurdu.
“Brutus benim gerçek hayatta sahip olamadığım oğlum gibidir,” dedi Caesar. Konuşması alabildiğine manidardı ve gerçek hislerini göstermeyen gerçek bir aktör gibi oynuyordu.
Bunun üzerine Crassus umursamazca sordu:
“O halde bu konuşmanın konusu nedir, hani şu alelacele yapmak istediğin?”
“Devlet fonundan zimmete geçirilmekte olan paralar hakkında konuşmamız gerekiyor.”
“Öyle mi?”
“Gerçekten Crassus,” diye yanıtladı Caesar. “On yaşın üstündeki her Romalının bildiği bir şey vardır ki o da, herhangi bir makama seçimle gelen biri, arkasında olanlara para akıtır.”
Crassus şarabından bir yudum alırken, Caesar’ın henüz çok deneyimsiz olduğunu düşünüyordu.
“Farkındayım Caesar,” dedi ve devam etti:
“Sen devletin parasını kamusal alana tahsis ettin ve tabii ki hiçbir kısmı da senin özel kasana girmeyecek.”
“Benim şahsi kasama ne girerse girsin, bir süre sonra seçimlerde başka bir devlet koltuğuna oturabilmem için çıkacaktır sonuçta.”
“Ve hatta Roma’nın en başarılı ve deneyimli politikacılarından biri olduğum göz önünde bulundurulursa, bunun Roma’nın yararına olduğu bile söylenebilir.”
“Sen hep başarılı bir sofist öğrencisi oldun Caesar!”
“Sofist retoriğinin vasıflı bir takipçisi olmak, Sinik felsefenin hayranı olmaktan iyidir Crassus!”
“Bizim her zevk ve beğeniye uygun bir tanrımız olsa da, Greklerin de her amaca uygun bir felsefesi var,” diye yanıtladı Crassus.
“Bir pragmatist gibi konuştun dostum!”
“Bir pragmatist diğerine karşı Crassus; gerçekten senatonun benim mali düzenlemelerime bu denli karışıyor olmasını onaylıyor olamazsın. İşbirliği yaptığımızın ortaya çıkmayacağını mı zannediyorsun?”
Crassus kadehini sehpaya bırakarak yattığı yerde doğruldu ve buz gibi bakışlarını Caesar’a çevirerek sordu:
“Korkun nedir Caesar?”
“Tam olarak öyle söylenemez, sadece seni korumaya çalışıyorum dostum!”
“Her şey bir yana sen, ben ve Pompey konsülü seçildikten sonra ayağıma dolananlar, elbet senin de ayağına dolanacak.”
“Ne istiyorsun Caesar?” Crassus’un sesi sertleşmişti.
“Cisalpine Galya’nın prokonsüllüğünü.”
“Barbarlar bölgeden boşaltıldığından beri hiçbir şeyin olmadığı, adeta uykudaki bir Kuzey İtalya eyaletini yönetmek; Roma’da konsüllük yaptıktan sonra bir baş aşağı geliş değil de nedir?” Crassus’un gözleri pürdikkat Caesar’ın üzerindeydi.
“Senatonun benim hakkımda hüküm verememesinin tek sebebi, bir konsülün görev süresi boyunca dokunulmazlığının oluşu…”
“Ve senin görev süren dolmak üzere ha…”
“Ama herhangi bir Roma eyaletinin prokonsülü hakkında senato bile kovuşturma başlatamaz.”
“Senin bir avukat olduğunu unutmuşum Caesar.” Crassus’un sesi donuk çıkmıştı. “Peki neden Cisalpine Galya gibi bu kadar gözden ırak bir yer?”
“Çünkü böyle bir yerin yönetiminin bana verilmesi daha olası,” diye yanıtladı ve ekledi Caesar:
“Ve gözden ırak bir yer olduğu için arkadaşlarımın yanı sıra düşmanlarım da bana seve seve oy verecektir; sırf beni Roma’dan uzaklaştırabilmek için.”
“Çok zekice.” Crassus’un yüzünde dalkavukça bir gülümseme vardı.
“Ama… Bunu nasıl şimşekleri üzerime çekmeden halledebilirim bilmiyorum. Oldukça zor gibi görünüyor.”
Omuzlarını silkerek ekledi:
“Benim için önerin ne?”
“Yaptığımız işbirliklerini su yüzüne çıkaracak bir araştırmayı böylelikle atlatmanın yanı sıra…”
“Elbette daha pek çok kârlı işbirliği yapma imkânı dostum; hem de hayal edemeyeceğin kadar çok.”
Crassus şüpheli görünüyordu:
“Cisalpine Galya’nın zenginlerle dolu olduğunu iddia edemezsin, bunu sen de biliyorsun.”
“Ya Galya’nın geri kalanı…” Caesar, Crassus’un yavaş yavaş oltaya geldiğini fark etmişti.
“Galya Narbonensis’i mi kastediyorsun? Şarap, zeytin, meyve ve nispeten iyi limanlar. Evet, daha iyi ama sadece nispeten. Ama sen dedin ki…”
“Hayır hayır, bizim eski Akdeniz eyaletimizden söz etmiyorum! Tamamı Crassus. Söz ettiğim bütün Transalpine Galya. Düşünsene, Galya Narbonensis’in kuzeyine doğru neresi uzanıyor? Gerçek Galya’nın kalbinin attığı yer; gerçek şahdamarı: uçsuz bucaksız altın, gümüş, çelik ve mücevher madenleri, küçük baş hayvanlar, üzüm ve bol miktarda köle!”
“Savaşçı Galya kabileleri ve yabani Teutonları bir düşün!”
“Teutonlar gerçekten yabani olabilirler ve kendilerine sağlayacaklarımız onları pek de ilgilendirmeyebilir. Ama Galyalılar hem daha zengin hem de daha açık gözdür. Ve bizimle ticaret yapmanın onlara neler kazandıracağının farkındadırlar. Düşünsene, şu an halihazırda bile Roma’yla yapılmış bir ticaret delegasyonları var.”
“Toplanmak için bizi bekleyen zengin, verimli mahsuller…” dedi Crassus düşünceli düşünceli; oltayı çoktan yutmuştu.
“Önce tüccarlarımızı götürürüz,” diye anlatmaya başladı Caesar. “Sonra ticareti kolaylaştırabilmek adına yollar yapmak için mühendisler; zengin Galyalılara Roma tarzı villalar inşa etmeleri için zanaatkâr ve işçilerimizi; onları Roma tarzında giydirmek için terzilerimizi; sonra, ne bileyim, köle tüccarlarını götürürüz. Üstelik muhakkak yeni ekonomilerini düzenlemek için bankerlere de ihtiyaçları olacaktır.”
“Anlıyorum.” Bu fikir Crassus’un aklına yatmaya başlamıştı bile.
“Galya Narbonensis’in prokonsüllüğü… Bu, arkadaşlarını da güzel tavizlerle ödüllendirebileceğin anlamına geliyor olsa gerek?”
“Aynen öyle,” dedi Caesar. “Elinden tuttuklarım Crassus’tan bile zengin olacaklar… Croesus’u kastediyorum.”
“Ama bir dakika!” Crassus soran gözlerle Caesar’a bakıyordu:
“Şu anda sözünü ettiğimiz Cisalpine Galya prokonsüllüğü açıkta, Galya Narbonensis’inki değil.”
“Haklısın dostum, ama elbette o da boşta kalacak ve işte o zaman senatoyu bu iki garnizonu birleştirmek için razı etmek hiç de zor olmayacaktır, ne dersin?”
“Sanırım öyle.”
Caesar dönüp Brutus’e baktı ve onun aldığı politika eğitiminin içinde rüşvetçiliği nereye konuşlandırdığını düşündü kendi kendine.
“Ve orası da yakında açıkta kalacak.”
“Benim görüşmemden kısa bir süre sonra Galya Narbonensis’in şimdiki prokonsülü ölümcül bir hastalığa yakalanacak.”
“Bunu nereden bilebilirsin?” diye sordu Crassus.
“Unuttuğun bir şey var ki, ben sadece bir pontifex değilim, seçilmiş bir pontifexim,” diye yanıtladı Caesar ve ekledi: “Dün gece yenen tavuk rostodaki alametleri okudum!”
“Onu zehirledin mi?”
“Hava çok sıcak dostum. Ha bir gün boyunca bir sülüne asılı kalmışsın, ha yanlış mevsimde kötü bir istiridye yemişsin…”
Caesar dönüp bir kez daha şaşkınlıktan donakalan Brutus’e bakmıştı. Caesar döner dönmez Brutus’ün yüzü renk vermeyen bir maskeyle kaplanmıştı sanki. Ve bu Brutus’ün sessiz yeminini gösteriyordu. Er ya da geç herkes bekâretinden bir gün vazgeçer…
Caesar’ın Cisalpine Galya’nın prokonsüllüğüne atanması, cesaret toplamak için kendini içkiye verme alışkanlığından kurtarmıştı onu. O, Brutus ve Junius Marius Gisstus şölen masasının etrafındaki koltuklarda arkalarına yaslanmış, Eduen’den gelecek delegeleri sulandırılmış şaraplarını yudumlayarak bekliyorlardı.
“Pekâlâ arkadaşlarım, Roma’nın engereklerine elveda!” diye adeta şakımıştı Caesar. “Şimdi ün ve para kazanmak için görkemli Galya’da sıfırdan başlamak zamanıdır!”
“Sadece para ve varlık kısmına inanabilirim,” dedi alaycı bir tavırla Gisstus.
İstemsiz, ironik bir biçimde yüzünü ekşitmişti; gözleri, etrafındaki bu adamlardan iki kat daha fazlasını yaşadığını ve bu yüzden artık hiçbir şeyden kolay kolay etkilenmediğini söyler gibiydi. Caesar’ın usta bir casusun suratını andıran ifadesine ancak annesi güvenebilirdi, ki onun güveni bile çok uzun ömürlü olmazdı.
Her şeye rağmen, kişisel çıkarlarına da hizmet ettiği ve bugünkü konumunu ona borçlu olduğu için Caesar’a her zaman sadık kalmıştı. Kaldı ki kendi gibi sıradan ve bir o kadar da üçkâğıtçılıkla anılan geçmişi olan bir adam, başka türlü bu kadar yükselemezdi.
“Peki ün, Caesar?” Brutus sormuştu. “Cisalpine Galya gibi son bir yüzyıl boyunca İtalya’nın pasifleştirilen bir eyaleti sayesinde nasıl ün elde etmeyi düşünüyorsun?”
“Ah genç dostum, Galya Narbonensis’i yok sayıyorsun anlaşılan.”
Brutus suratını asarak, “Sayabilmeyi isterdim,” diye homurdandı.
“Canını sıkan nedir?”
“Belki de vicdanım.”
“Vicdanını aldırmaya ne dersin?” Gistuss manidar bir öneride bulunmuştu. “İyi bir cerrah tanıyorum.”
“Bunu bıçaksız da halledebiliriz,” diye karşılık verdi Caesar.
“Galya Narbonensis’in yönetimini alabilmek için şimdiki prokonsülünü yerinden etmeye çalışmıyor musunuz?”
Brutus kendini kusacak kadar kötü hissediyordu. “Yani cinayet işlemeyi.”
“Doğru deyim, suikast,” diyen Gisstus, Brutus’ün lafını kesti.
“Ne farkı var Tanrı aşkına?”
“Aslında var.”
Bu kez Caesar söze girmişti:
“Cinayet kişisel bir şeydir. Suikast ise devletin çıkarları için adam öldürmektir. Bu siyasi bir gereklilik, bunu böyle algılamayı dene genç dostum.”
Brutus ikna olmuş görünmüyordu. Belki biraz daha Sokratik diyalog gerekliydi.
“Generalin sıralamasında düşmanı yenerek bir zafer kazanmayı mı düşlüyorsun?”
“Elbette Caesar!”
“Peki düşmanı nasıl yeneceksin?”
Brutus’ün sessizliği uzlaşmacıydı.
“Peki dostum ben söyleyeyim; mümkün olduğunca fazla sayıda adam öldürerek.”
“Ama bu düpedüz savaş demek!”
“Hayır, sadece devletin çıkarları için binlerce ölüm demek. Siyasi gerekliliklerden ötürü yapılacak binlerce suikast yani.”
“Bu aynı şey değil,” diye Brutus ısrar etmeye devam ediyordu. Ama artık sesi kendinden daha az emin çıkıyordu:
“Aynı şey mi?”
“Sanırım sen daha çok aradaki etik farkı aydınlatmaya çalışıyorsun.”
Arada üçünü de rahatsız eden kısa bir sessizlikten sonra:
“Yine de hâlâ zaten fethedilmiş olan iki eyaleti elinde tutmanın sana nasıl bir şöhret sağlayabileceğini anlamış değilim.” Brutus sessizliği bozmak ister gibiydi.
Caesar, Gisstus’a dönerek, “Hadi açıkla ona Gisstus!” dedi.
“Edui topraklarıyla diğer Galya topraklarına yolladığımız ticaret kervanlarına yapılan Teuton saldırılarının sonu yok. Roma’nın bu kadar fütursuzca yapılan haydutluğa tahammülünün olması mümkün değil. Dolayısıyla Transalpine Galya’da düzenin oturtulması her şeyin başında gelecek; eh bunu da Galyalılar yalnız başlarına sağlayabilecek güç ve kabiliyetten yoksun olduklarına göre…”
Brutus anlamaya başlamıştı:
“O halde biz de Teutonlar’a dersini vereceğiz.”
“Korkarım birden fazla ders Brutus!” dedi Caesar. Keyfi yerine gelmişti. “Umarım çabuk öğreniyorlardır. Çünkü maalesef ticaret yollarının güvenliğini sağlamak için yok etmeyi öngördüğümüz kabile sayısından çok daha fazlasını ortadan kaldıracağız. Sırf Roma’daki dostlarımızı bu kana susamış canavarlardan korumak için.”
Sonunda Brutus’ün yüzü, planlarını anlamanın rahatlığıyla aydınlanmıştı. “Ve bir kere Galya topraklarına yerleşince, bırakmak için hiç aceleci davranmayacağız.”
“Sen de general olacaksın,” dedi Caesar. “Ama hâlâ anlamadığım bir şey var; böyle bir plan seni nasıl meşhur bir Romalı kahraman kılabilir ki?”
Caesar ağız dolusu bir kahkaha attı. “Asla korkma Brutus, Büyük İskender’in Pers topraklarından Hindistan’a yaptığı çıkarmanın forum ve senatoda okunan raporlarını getir gözünün önüne.”
“Nasıl bu kadar emin olabilirsin?”
“Çünkü onları kendim yazmayı planlıyorum. Sonra, onları bir kitapta toplamayı; zaferim asırlar sonra bile dilden dile dolaşsın diye.”
Gisstus gülmekten boğuluyormuş numarası yaparken, Brutus tüm bunların bir şaka mı yoksa gerçek bir övünç kaynağı mı ya da anlatılanın bir gerçek mi olduğunu bilmiyordu. Aslında Caesar’ın da şimdiden bildiği söylenemezdi.
Alışılageldiği gibi koyu kırmızı peleriniyle lejyonun ön saflarında yerini almıştı.
Sonuçta sev ya da sevme, savaşta liderlik yapmak devlet erkanının bir parçası olmanın gereklerindendi.
Ve Tanrılar sana yardım eder, Gaius Julius Caesar.
“Şu titre ne dersin: Gaius Julius Caesar, Galya Fatihi?”
“Çok hantal,” diye yanıtladı Gisstus. “Neden sadece Galya Fatihi demeyi denemiyorsun?”
“Haklı olabilirsin.” Caesar’ın sesi yavan çıkmıştı. “İnsanlar kahramanlarındaki sıradanlığı severler.”
Gistuss gülerken, Calpurnia yanlarına yaklaştı. Eduen elçisi Diviacx’ın vardığını haber vermeye gelmişti.
“Kölelere elçinin şarabını sulandırmamalarını hatırlat.” Caesar, karısı misafiri girişte karşılamak için uzaklaşırken ardından seslenmişti.
Calpurnia yürümeye devam ederken arkasına dönüp, “Tamam, hatırlatırım,” dedi ve ekledi, “Bir süre sonra su demirde içinde pas yapıyor. Bir Galyalı’nın içinde ne yapmaz ki?
“Ne kadar çok, o kadar iyi,” dedi Caesar ve üçüncü karısına göz kırparak ayağa kalktı.
Calpurnia, ne Cornelia kadar güzel ne de Pompeia kadar sekse düşkündü, ama üçü arasında zekâsı ve sağduyusuna en çok güvendiği oydu.
Caesar, Eduen delegasyonunun lideriyle şimdiye kadar hiç tanışmamıştı, ama Eduilerin en güçlü ve medeni Galya kabilesi olduğuna dair çok şey duymuştu. Duydukları arasında, Diviacx’ın, özgün senatolarının üyesi olduğu bilgisi de vardı. Giriş kapısının önünde karşıladığı adam, uzun boylu, oldukça sağlıklı ve dinç görünüyordu. Gümüş rengi saçları ve bıyıkları omuzlarına dek iniyordu. Tam anlatıldığı gibi tipik bir Galyalı, diye geçirdi içinden. Ancak adamın başlıklı beyaz cüppesindeki yer yer mavi şeritler, Caesar için tam bir şok olmuştu; neyse ki sağduyusunu kullanarak şaşkınlığını saklamayı başarmıştı. Evet, Eduen ticaret delegasyonunun lideri bir Druid’di.
Bu Galya rahipleri hakkında çok az şey bilinirdi; kaldı ki bilinenler de gerçekse… Eşit sayıdaki Roma nüfusunu asalaklıktan kurtarmaları için bile sayıca varlıkları çok görünüyordu. Aynı zamanda sulh yargıcı oldukları da rivayet edilirdi. Üstelik de vergi toplayıcı. Yine söylentiler arasında, hiçbirinin vergi vermediği vardı ki, Caesar bir pontifex olarak bundan hiç hoşlanmamıştı.
Rahip? Senatör? Tüccar? Ne garip bir bileşkeydi. İşte bu her şeyi karıştırıyordu. En iyisi tedbirli olmaktı.
Caesar tedbiri elden bırakmayarak en yalın haliyle:
“Selam Diviacx!” dedi.
Diviacx aynı şekilde karşılık verdikten sonra, şölen masasında oturan Calpurnia, Gisstus ve Brutus’e katılmak üzere masaya seğirtti.
Aslında bu sıradan yemeği bir “şölen” olarak adlandırmak biraz abartılı kaçıyordu. Çünkü masaların gerisinde duran sedirlerde topu topu beş kişi vardı. Konuşmaları bölmemesi için müzisyen bile getirilmemişti. Buna rağmen Caesar, Romalılara özgü yemeklerin etkileyici ikramı için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Eduen’i medeniyetin beraberinde getirdiği lükslerle etkilemek, onun gözünü böylelikle boyamak istiyordu.
Ziyafet için hazırlanan aperatifler, Diviacx oturur oturmaz şarap eşliğinde hizmetçiler tarafından masaya getirildi. Mönüde ballı et, şarap ve tarçınla pişirilmiş incir tatlısı, tütsülenmiş tavus kuşu, safranlı zeytinyağı sosuyla servis edilen ızgara av kuşları, kırmızı biberle sotelenmiş sardunya, baharatlı patates püresi ve içine bandırmak için dört çeşit ekmekle sunulan patlıcan yemeği, tabaklar dolusu sirkeli zeytinyağlı özel zeytinler, çerezler, bol miktarda taze meyveyle küçük parçalar halinde ikram edilen sülün, kuzu eti, ahtapot ve kızarmış kalamar vardı.
Diviacx iyi ve tecrübeli bir diplomat gibi davranıyordu. Her şeyden tatmış ve hiçbir şeye, tattıktan sonra en ufak bir hoşnutsuzluk belirtisi göstermemişti. Caesar kendi seyahatlerinden biliyordu; birinin damak tadı diğeri için yemeği tam bir felakete döndürmeye yetebilirdi. Yine de iyi bir gözlemci, Diviacx’ın kalamar ve ahtapot gibi deniz ürünlerini iğrenç birer sualtı canavarı olarak kabul ettiğini, onları çatalına isteksizce takmasından anlayabilirdi.
Caesar, Eduen elçisinin nezaketen bu tabaklara uzanırken, yemyeşil kesilen yüzünü ve mümkün olduğunca küçük lokmalar aldığını görebiliyordu. Diğer yiyeceklere ise sanki masada başka hiç alternatif yokmuş gibi aç kurt misali saldırıyordu. Bu da onun barbar zevklerini ve barbarlara özgü sofra adabını ortaya koyuyordu. Masada tüm bunlar olurken Gisstus arada bir sohbete katılmanın dışında sessiz kalmış; Brutus ise neredeyse misafirin bulunduğu bu ortamda sindirilmişti. Caesar ve Calpurnia ev sahipleri olarak daha çok havadan sudan konuşmayı tercih etmişlerdi. Sohbet yemeklerden açılmış, Galya ve Roma iklimlerine kaymış, ardından, kölelerin umarsızca döküp saçtıkları birayla şarap arasındaki farklara kadar dayanmıştı. Caesar konuşurken bir yandan da Diviacx’ın yemeklere verdiği tepkileri sezdirmeden izlemişti.
Caesar, hizmetçiler masadaki artıkları temizleyip ana yemeği getirene dek asıl ve derin mevzulara girmemeye özen göstermişti.
“Eğer yanılmıyorsam Diviacx, cüppeniz sizin bir Druid olduğunuzu gösteriyor…”
Diviacx ağır ağır arkasına yaslanırken, “Evet, haklısınız,” dedi ve şarabından bir yudum daha aldı.
“Ve şu anda bir rahip ve bir ticaret misyonunun lideri olarak buradasınız.”
Diviacx kadehini dikkatle masaya bırakırken yanıtladı:
“Bütün Druidler rahip değildir.”
Calpurnia araya girdi:
“Biliyorsunuz kocam da bir süre rahiplik yaptı.”
“Ama o da benim gibi öbür dünyadan çok bu dünyanın adamı, öyle değil mi?” Diviacx Caesar’a dönmüştü.
Brutus kendini tutamayarak, “Sizin gibi mi?” diye sordu. “Sizlerin büyücü olduğunuzu duymuştum.”
“Bizim dilimizde ‘Druid’ rahip değil bilge adam anlamına gelir. Ve farklı bilgelik alanları olduğuna göre Druidler de çeşitlidir. Sulh yargıçları, öğretmenler. Kimi bu ülke hakkında eğitir kendini, kimi diğerleri hakkında.”
Brutus tekrar araya girdi:
“Diğer ülkeler?”
“Efsane Topraklar.”
Diviacx, Brutus’ten tekrar Caesar’a dönerek bakışlarını üzerine kilitledi. Her ne kadar şaraptan ötürü gözleri baygın ve kanlıysa da, Caesar’ın bakışlarını kendine kilitleyecek denli kuvvetliydi.
“Nereden bahsettiğimi biliyorsunuz öyle değil mi, Caesar?”
Caesar uzaklara doğru bakarak tereddütle, “Biliyor muyum?” diye sordu. Bu tuzağı biliyordu; bir pontifex olarak değil ama Rodos’ta Molon’dan aldığı hitabet sanatı derslerinde öğrenmişti.
“Kendinizi yazgıcı bir adam olarak kabul ettiğinizi duydum, Caesar.”
“Bana biçilen buysa…” demekle yetindi Caesar.
“Ve Büyük İskender’in ruhu yeniden canlanır.”
“Dostum, bu sadece bir metafor.” Bir kahkaha atarak gerçek nosyonunu saklamaya çalışmış, kulaklarında çınlayan sesi kendine bile boş gelmişti. Bu Druid, Caesar’ı huzursuz edecek kadar ruhunun derinliklerine inmeye başlamıştı. Caesar, Tanrıları ve onların uhrevi dünyalarını ciddiye almakta her ne kadar zorlansa da, kendi ruhuyla uzun yıllar önce ölen Büyük İskender arasında doğrusal bir iletişim olduğunu hissediyordu.
İskender’in ruhunun kendisinde tekrar can bulduğunu iddia etmiyordu. Aksine, İskender onun için bir yol gösterici, bir müjdeciydi. Tıpkı İskender’e yol gösteren babası Kral Philip gibi. Caesar kendini kaderinin, Makedonya’da başaramadıklarını bu kez başarmak olduğuna inandırmıştı.
Büyük İskender, cihanın henüz tanık olmadığı büyüklükte bir imparatorluk kurmuştu ve İskender’in daha fazla toprak fethedemediği için çok gözyaşı döktüğü söylenegelmekteydi. Bu, Caesar’ı şüphelendiriyordu. İskender’in bunca fetihten sonra tek yapması gereken yüzünü batıya çevirmek iken -mesela Galya’ya- bir noktadan sonra tıkanması, onun çok büyük bir komutan ama maalesef iyi bir politikacı olmadığını gösteriyordu. Demek ki fetihlerini asırlarca hüküm sürecek bir ulusa çevirebilecek nosyona sahip değildi. Bir kral olarak çıktığı yolda bir imparator olarak ölmüştü. Ardında gündelik kraliyet çatışmalarına konu olan yüklü bir tarih ve toprak mirası bırakarak…
Caesar, bir cumhuriyetten yola çıkmıştı ve kuracağı şeyin adının henüz ne olduğunu kendisi de bilmiyordu. Bildiği tek şey, bu yeni düzenin kendi varisleri tarafından değil, siyasi bir sistemle yönetileceğiydi.
Bu, Caesar’ın Rodos’un Colossus Pramitleri’nden de, İskenderiye Kütüphanesi’nden de ihtişamlı dev eseri olacaktı. Çok görkemli olacaktı çünkü Caesar eserini taştan ve çimentodan değil zekâsı ve sağduyusunu kullanarak yapacaktı.
“İyi misin?” diye sordu Calpurnia. Kimsenin duymaması için Caesar’ın kulağına doğru eğilmişti. “Yeni bir nöbet başlamıyor ya?”
“Belki de bir rüya görüyordur?” Diviacx adeta konuşmak için konuşmuştu.
“Belki de…” dedi Caesar; başını sallayarak, hem dikkatini içinde bulunduğu ana ve mekâna çevirmeye hem de Calpurnia’yı iyi olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. “Kurgusal bir şeyden bahsediyorum sadece.”
Neyse ki, kısa bir süre sonra ana yemeği bronz bir tepsi içinde taşıyan dört köle çıkagelip dikkatin Caesar’dan tekrar şölene çevrilmesini sağlamıştı.
“Niyetim Edui’nin güneyinden geçen ticaret yolunu kendi topraklarının üzerinden Akdeniz limanlarına ve oradan da karayolundansa deniz yoluyla Roma’ya taşımak.”
“Daha dolambaçlı bir yol yani…”
“Evet ama daha güvenli. Sadece Galyalıların ve kendi topraklarımızdan geçip Roma kadırgaları tarafından korunan deniz yollarını kullanacağız. Ve daha güvenli olduğu için sadece geçişleri vergilendireceğiz. Mesela onda biri Galya topraklarından geçmek, onda biri benim topraklarımdan geçmek için. Üstelik druidlerin fermanlarının kabile sınırlarını geçmek için işe yaradığını duymuştum.”
“Bu doğru!” diye atıldı Diviacx.
Caesar memnuniyetini gizlemeye çalışmadan, “Ve bazı durumlarda druidlerin bazı vergiler toplayabildiklerini…”
Diviacx’ın gözleri ancak bu dünyaya ait olabilecek bir açgözlülükle aydınlandı.
“Evet bu da doğru!”
“O halde bu, Galyalılar ve diğerlerinden toplanacak vergiler için görevlendirilecek adamları senin bulabileceğin anlamına mı geliyor? Bunu yapabilir misin?”
“Tabii ki, bu benim için hiç sorun değil!”
“Aynı şekilde bu vergiler, bu ticaret yolları üzerinde aksi istikamete giden Roma’dan alınacak şarap, mobilya, her türlü gıda, mermer, sanat eseri, enstrüman, ilaç ve aklına ne gelirse hepsi için de toplanmalı.”
“Elbette, adil olmalı!”
“Üstelik ticaret akışı şimdiki gibi musluktan sızan birkaç damla olmayacak; aradaki ticaret bir seli andıracak. İşler biraz yoluna girer girmez hemen Roma’dan mühendisler getirtip, ticarete ivme kazandırmak için yollar inşa ettireceğim. İşte böylelikle, biz de…”
“Bazı şeyleri unutuyorsun Caesar!” Gisstus önceden planladığı gibi Caesar’ın sözünü kesmişti. Caesar bu tepkiye kaşlarını çatarak karşılık verdi.
“Neymiş o Gisstus?”
“Bir kere Edui ve Galya Narbonensis toprakları arasında başka kabileler de var. Ve onlar buna kabul göstermeye…”
Söze Diviacx girdi:
“Neden onlara da bu yeni düzenlemeden yararlanma fırsatı tanımayalım?”
“Diviacx haklı, Gisstus!” diye yanıt verdi Caesar. “Daha az önce dostumuzun Druid kanunlarının kabile sınırlarını geçmeye yettiğini söylediğini duymuş olmalısın.”
“Pekâlâ, Ariovistuslarla Teutonlar ne olacak? Vahşi çapulcular tarafından idare edilen topraklara yol yapmak için nasıl mühendis yollayabileceğini düşünüyorsun?”
“Orada da..” Caesar derin düşüncelere dalmıştı.
“Abarttığınız kadar korkulacak bir şey yok beyler.” Diviacx hiç de ikna edici olmayan bir sesle, “Savaşçılarımız onları koruyacaktır,” dedi.
Gisstus sormakta gecikmedi:
“Kendi halkınızı korumakta pek becerikli olduğunuz söylenemez; ne dersin?”
Diviacx’ın bu soruya verebileceği bir cevabı yoktu. Caesar bu rahatsız edici sessizliğin sürmesine bir süre müdahale etmeyip bekledikten sonra, sanki aklına aniden bir fikir gelmişçesine, “Bir fikrim var!” dedi.
“Sahiden mi?”
“Bir ya da iki Roma lejyonunu Teutonları toptan temizlemesi için görevlendireceğim. Bu lejyonları da bizzat kendim komuta edeceğim. Sizi temin ederim ki, Roma askerlerinin şu vahşi çapulcuları ortadan kaldırması hiç de zor olmayacak. Uzun zaman almayacağı için bize pahalıya patlamayacağına da bahse girerim.”
“Ne kadar pahalıya?”
“Senatonun yabancı toprakları yağmadan kurtarmak için bir seferi finanse edeceğini hiç sanmıyorum. Bu parayı bir başkası karşılamalı!”
“Bu konuda bilgim yok, Caesar!” Diviacx’ın sesi mutsuzdu.
“İnan bana bu iş için senatodan para almak politik olarak imkansız,” diye yanıtladı Caesar. Kendini sağ salim Roma’nın dışına attıktan sonra yapacağı son şey, kendisine diş bileyenlerden bir ordu kurmak için para istemekti. Üstelik bu orduyla bir zafere imza atması bu denli muhtemelken.
Bir kez daha Caesar arada uzayan sessizliğe müdahale etmeden bekledi. Sonra, oyunun en heyecanlı yerine gelmiş gibi, “Ah tabii yaa!” diye bir çığlık attı. Kendi aptallığına kızıyormuşçasına sol elinin ayasıyla alnına vuruyordu. “Bu işi kârına bile yapabiliriz. Hem de karşılıklı ikimizin kârına.”
“Emin misin?”
Caesar gözlerini karşısındaki Druid’e kilitleyerek, yüzünde kararlı bir ifadeyle süzdü. Eğer Diviacx’ın ruhuna hükmedemezse düşündüklerini ona yaptıramayacağının farkındaydı.
“Neden Teutonları aradaki bir güvence olarak düşünmüyorsun? Aslında son derece değerli ve bol miktarda malları var.” Kısa bir duraksamadan sonra ekledi:
“Üstelik çok zeki olmasalar bile fiziksel olarak güçlüler. Düşünsenize; taş ocakları, limanlar ve tarım işçisi olmak için biçilmiş kaftan bir halk. Ve tabii en kuvvetlileri gladyatör olarak muazzam paralar kazandırabilir bize. Sen onları toplamanın masraflarını üstleneceksin ve kârı ikiye böleceğiz.”
“Teutonları köle olarak satacak mıyız yani?”
Caesar, Diviacx’ın sorusuna alaycı bir gülümsemeyle yanıt verdi:
“Teutonların sizin arazilerinizi yağmalayıp kadınlarınızın ırzına geçerken hiç de nazik olduklarını sanmıyorum. Şimdi biz onları katletmek yerine köle olarak satarsak, bu halkının vicdanını çok da rahatsız etmeyecektir dostum.”
“Elbette öyle!” Diviacx kendi kendine gülmeye başlamıştı.
Caesar karşısındaki Druid’in bu anlaşmaya ikna olduğunu görüyordu.
III
Roma süvari birliğindeki atlılar bir nizam içerisinde vadiden aşağı geri çekiliyorlardı, tıpkı zafer ilan edilen geçit törenlerinde olduğu gibi. Daha bir mil geride on binden fazla Teuton’u toplamışlardı.
Vadi, Teutonların ardından uzayıp giden çalılıklarla kaplı bir platoya açılıyordu. Seyrek ağaçlı bir yamaçta duruyorlardı. Roma askerleri yamaçtan aşağı dörtnala inerken, Teutonlar da vadi tabanında yanlara doğru açılarak geniş bir cephe oluşturmuşlardı.
Roma süvarileri bir örnek siyah tüylü miğferler, deri kalkanlar ve kahverengiye çalan kırmızı pelerinler giymişlerdi. Ellerindeki kılıç, mızrak ve süngüler de bir örnekti. Teutonlar ise ellerine geçen her türlü kesici aletle kuşatmışlardı kendilerini. Savaşçı kıyafetleri kendi zevklerini yansıtır gibi rengarenkti. Kimisinin mızrağı bronz, kimisinin çelikti. Bazıları Galyalılara özgü pantolonlardan giymiş, sırtına da kürk ya da deri bir pelerin atıvermişti. Tozlukları, sandaletleri, botları, deri yelekleri hepsi birbirinden farklıydı. Belki de tek ortak özellikleri uzun saçlarıydı. Vadi rüzgârında altın sarısı flamaları andırırcasına uçuşan saçların arasında tek tük örgüler de göze çarpıyordu.
Atların çoğunda tek savaşçı olmasına rağmen, bazıları iki savaşçıyı birden taşıyordu. At binicisinin arkasında oturan, mızrak ve kılıçlarla kuşanmıştı. Seyrek de olsa at arabaları da vardı.
Çıkardıkları gürültü, ifade ettiği anlam kadar korkunçtu. dörtnala giden at arabalarının çıkardığı kulak tırmalayıcı sesler, kılıç ve mızrakların birbirine çarparak çıkardıkları metalik sesle karışınca daha da çekilmez oluyordu. Ancak tek bir Romalı bile dönüp arkasına bakmaya tenezzül etmemişti. Bu, sanki onlar için gururlarına leke süren bir davranış olacaktı. Dönüp arkaya bakmak ve neler olup bittiğini öğrenmeye çalışmak…
Vadi daralırken, onu çevreleyen tepeler de alçalmaya başlamış ve yüksek bir ormanın yamacındaki bir otlağa açılır olmuştu. Roma süvari birlikleri ormana hücum etmiş, ağaçların arasına dağılarak gözden kaybolmayı ummuşlardı. Ancak yine de düzenli formasyonlar halinde hareket etmeye alışmış Roma askerleri için, kendi başlarına hareket etmek hatta yön bulmak bile epeyce zordu.
En azından Teutonlar kuşkusuz öyle düşünmüşlerdi.
Otlak sola kıvrılınca, karşılarında Roma piyade birliğini bulmak onları şaşırtmıştı bu yüzden. Belki de sadece üç bölük adam vardı, en fazla bin kişiyi ya bulur ya bulmazdı. Ancak Teutonlarla burun buruna gelen ön saftaki piyadeler, kalkanlarıyla metal bir barikat kurmuştu. Biraz gerilerindeyse yine aynı düzeneği tutturmuş elleri kılıç ve kalkanlı Roma piyadeleri, Teutonları durdukları yerden seçilebiliyorlardı. Aradaki lejyonerler ellerinde mızrak ve kargılarıyla hazır bekliyorlardı. Kanatlarda kılıç kuşanmış piyade ve yer yer süvari birlikleri göze çarpıyordu.
Roma piyade birliğinin ön cephesi, süvariler gelir gelmez aralarında geçiş için bir boşluk bırakmış; onları aralarına aldıktan sonra hızla araladıkları boşluğu kapatmışlardı.
Aslında Teutonlar, Roma piyadelerinin gücüne aşina oldukları için deneyimleri onlara geri çekilmelerini işaret ediyordu. Ama gururları, kendilerinden sayıca çok fazla olmayan bir kuvvet karşısında geri çekilmelerine engel oluyordu. Ancak şu da bir gerçekti ki, sayıca kendilerinden fazla olmasalar bile, Roma piyade birliğinin içindeki tek bir asker bile sıradan değildi.
Romalılar, Teuton savaşçılarını mızraklardan kurdukları bir bentle karşılamışlardı. Açtıkları ilk yaylım ateşi çok fazla hasara neden olmamıştı, ancak daha yakın mevziden isabet eden ikinci ve üçüncü mızrak yağmuru, göz ardı edilemeyecek bir kıyıma ve Teutonlar arasında arbedeye yol açmıştı. Pek çok savaşçı çığlıklar atarak atlarından yuvarlanırken, bir kısmı da atlarının kontrollerini yitirmişti. Yara alan atlar acıyla debelenirken, ölümcül yaralar alan atlar oldukları yere yığılıvermişti. Hâlâ mücadele vemekte olan atlar, bu kargaşanın etkisiyle serseme dönmüştü.
Bu kargaşayı fırsat bilen Roma piyadeleri, peşlerindeki mızraklı mangayla Teutonların üzerine çullanmıştı. Teutonlar zaten bozulan moralleriyle ne yaptıklarını bilmeyerek Roma piyadelerine karşılık vermeye çalışmış, ama kalkanlarıyla ördükleri metal duvarı delip geçmeleri mümkün olmamıştı.
Teutonlar ellerindeki kılıç ve mızrakların geniş açılı darbeleriyle, Roma piyadelerinin kalkan zırhlarını alt etmeye ve onlara ulaşmaya çalıştılarsa da başarılı olamamışlardı. Romalı piyadeler kendilerini korumayı ihmal etmedikleri gibi buldukları her fırsatta düşmanlarına özellikle aşağıdan darbeler indirmişlerdi. Yakın planda savaştıkları için özellikle atların karın bölgelerini, bacaklarını ve binicilerinin kasıklarını hedef almışlardı. Bu da onlara istedikleri sonucu sağlamıştı. Teutonların arasında, az öncekine nazaran başa çıkılması daha da güçleşmiş, daha büyük bir arbede!
Tüm bu beklenmedik Roma atağının ardından bir grup Teuton atlısı, Roma sathının batısına doğru geri çekilerek yeniden toplanmış, yeni ve sert bir manevrayla Romalıların arasına dalmayı planlamışlardı.
Roma savunma sathının batı ucunu çembere almayı hedeflemişlerdi. Roma ordusunun sağ kanadını çökerterek içlerine sızmak, mızrak atıcılarını alt etmek istiyorlardı.
Bunu fark eden mızrak atıcıları, ikinci sıradaki Roma piyadelerinin arkasına sokulmuşlardı.
Teutonların şaşkınlık ve içine düştükleri korkuyu asıl arttıran manevra; basit bir Roma piyade sathı gibi görünen ön cephenin, ordunun dört bir kanadını bir anda sararak kaplumbağa formasyonuna geçmesi olmuştu.
Bu formasyonla başetmenin imkânı yoktu. Sonunda Teutonlar önce bir umut mızrak ve kargılarıyla etkili olmaya çalışsalar da, sonucun Romalılara zarar vermekten öte sadece metalik kuru gürültüler çıkarmak olduğunu görmüşlerdi.
Öfkeden ve gururlarının aldığı yaradan deliye dönen Teuton savaşçıları geri çekilmeye karar vermiş, hatta bir kısmı çoktan vadiye doğru gerisin geri kaçmaya başlamıştı bile.
Evet, geri dönmüşlerdi ama kaçamamışlardı.
Kaçış yolları bir başka Roma piyade formasyonuyla çoktan tıkanmıştı.
“Ne kadar dokunaklı bir manzara!”
Caesar, Brutus ile beraber Tulius’un arkasında kan gölüne dönen savaş alanında turluyordu. Otlakta tek bir yeşillik kalmamış, hepsi tutuşmuş, tutuşmayanlar da kan gölünün içinde gözden kaybolmuştu.
Brutus, “Korkunç bir manzara,” diye onaylamıştı.
Caesar omuzlarını silkerek, “Bir savaş alanı…” diye söze başlamış, genç çocuğun verdiği tepkiye gülmemek için kendini zor tutmuştu. “Teutonların içler acısı savaş taktiklerinden bahsediyordum.”
“Onlar için içler acısı olabilir ama bizim işimize yarar,” dedi Brutus.
“Savaş anıysa söz konusu olan, evet sen haklısın, ama savaş bittikten sonra pek sayılmaz dostum. Eğer ölümü göze alarak bu kadar atılgan davranmasalardı, daha çok köle edinebilirdik. Medeni savaş taktiklerinden haberleri bile yok bunların!”
Aslında bu sadece Ariovistus -o en azından savaş taktiği geliştirmek için özel yetenekleri olan bir barbardı- tarafından komuta edilen kuvvetlerden geriye kalanlarla girişilen küçük bir çatışmaydı.
Galyalılar gibi Teutonlar da Romalılara nazaran daha yapılı insanlardı. Üstelik hepsi çok iyi binicilerdi. Ve Caesar bal gibi bilip hiçbir zaman kabul etmese de, Romalılarla eşit güçteki bir Galya ya da Teuton kabilesi Romalılara her koşulda üstün gelebilirdi. Ancak bir ordunun belkemiği piyade birlikleri olduğu için, sayıca piyadede üstün gelen, savaşta da üstün gelirdi. Galya seçkinleri ve savaşçıları yayan savaşmanın haysiyetlerini zedeleyeceğini düşündükleri için bu çatışmalarda eğitimsiz köylüleri ve hatta kölelerini kullanırlardı. Roma piyade birlikleriyse yirmi yıllık askerlik için birliğe alınmış iyi eğitimli gönüllü profesyonellerden oluşmaktaydı.
Dolayısıyla bu disiplinli ve iyi komuta edilen piyade ordusunun süvari birliklerinin en cesur ya da en iyisine bile üstün gelebiliyor oluşu, Teutonların aklına sığmayan bir şeydi. Tıpkı taktik olarak geri çekilmeyi anlamadıkları gibi. Çünkü bir Teuton’a göre savaş alanından geri çekilmek, korkaklıktan ve insanın onurunu zedelemesinden başka bir şey değildi.
Caesar çadırına yaklaşırken komutana seslendi:
“İyi iş başardın Tulius!”
Tulius savaş ganimetlerini saymakta olan kâtibin önünde sandalyesine yaslanmış oturuyordu.
Ayağa kalkarak Caesar’ı selamladı.
Caesar atından inerken Tulius’a oturmasını işaret etmişti. “Pek işe yarar bir şey varmış gibi görünmüyor.” Teutonlardan kalma silahları süzüyordu.
Kısa boylu ve koyu renk tenli komutan başını sallamakla yetindi. Marcus Tulius ender rastlanan bir askeri yeteneğe sahipti; yirmi yaşında genç bir lejyonerken beş yıl içinde mevki sahibi olmuş, onu takip eden yedi yılda da tüm bir lejyonun komutanlığına yükselmişti. Bu yüzden Tulius, profesyonel Roma askeri için iyi bir örnek ve gerçek bir kare astı.
O, aynı zamanda zafere gebe olmasa da çok önemli işlerle görevlendirilebilecek ve verilen her görevin üstesinden gelebilecek kapasitede bir komutandı. Caesar’ın ikinci gözde komutanı Titus Labienus ise iyi bir lider, müthiş bir taktisyen olmasına rağmen, sadece zafer kazanmanın sonsuz hazzını yaşamak için savaşan bir savaşçıydı; tıpkı Teutonlar ve Galyalılar gibi.
“Bizim kılıçlarımızla savaş malzemelerimizi ve Galya kılıçlarını ayırın; diğerlerini bırakın çürüsünler. Kazandıracakları üç kuruş, taşıdığımıza bile değmez.”
Tulius, Caesar’ın emrine başını sallayarak karşılık vermişti.
Birden, “Ya köleler?” diye soruverdi Caesar.
Tulius’un omuz silkişi her şeyi anlatıyordu, ancak Caesar yine de ısrarla detayları öğrenmek istiyordu:
“Toplam kaç tane var elimizde?”
“İşe yarayabilecek sağlıklı olanların sayısı iki yüzü bile bulmaz,” diye yanıtladı Tulius. “Onlara da taş ocaklarında ya da madenlerde çalışmak zül gelecektir. Ama aynı adamlar gözünü kırpmadan ölümüne savaşabilir. Bu da Teutonları potansiyel birer gladyatör haline getiriyor; tabii eğer yakalandıklarında tek parçaysalar. Elimizde şu an yirmi, yirmi beş tane kadar var, hele üç dört tanesi Roma için biçilmiş kaftan!”
Bu kez Caesar, Tulius’a başını sallayarak yanıt vermişti; durumdan tatmin olmuş görünmüyordu. Atına atlayıp kendi düşünceleriyle baş başa kalmayı umarak karargâhına doğru yola çıktı.
Teuton gladyatörleri gerçekten iyi para ediyordu, ne var ki bu çarpışmadan daha çok köle edinebilmeyi ummuştu. Görünüşe göre bu savaş onları zarara sokmuştu. Her geçen gün genişlettikleri ordu için Eduilerin ödediği parayla bir o kadar hızla artan ordu masrafları arasındaki açığı köle ticaretiyle kapatmayı ummuştu oysa.
İşin daha da kötüsü, hâlâ tek vücut olan sağlıklı savaşçıların köle ticareti için kullanılamayacağını anlamıştı bugün. Hem Galyalılar hem de Teutonlar ölümüne savaşmayı, sürünerek de olsa bir şekilde yaşamlarını sürdürüp sonra bir zenginin himayesinde yaşlanarak ölmeyi beklemeye yeğliyorlardı. Üstelik mademki biri ölümüne savaşmayı göze almıştı, en azından bir gladyatör olarak nam salarak ölmeyi haydi haydi tercih ederdi.
Galyalılar ve Teutonlar aslında aynı soydan gelen kuzenlerdi. İkisi de doğunun uçsuz bucaksız platolarından gelerek bugünkü topraklarına yerleşmiş yağmacı nomad boylarıydı. Teutonlar daha çok kuzeye ve Alpler’in batısına yerleşmiş, Galyalılar ise Kral Brenn’in öncülüğünde İtalya üzerinden Roma’ya doğru ilerlemişti. Fakat Roma tarafından bugün bulundukları yere doğru geri çekilince Brenn’in krallığı bir kabileler topluluğuna dönüşerek parçalanmıştı. Ve her kabile “Galya” ulusunu sadece Roma haritalarında anılır bırakarak birer reis tarafından yönetilir hale gelmişti.
Teutonlar doğu steplerinden geldikleri gibi kalsalar da, onlara nazaran Galyalılar medeniyetle daha haşır neşir olmuştu. Tarım yapmayı, madenciliği ve madeni eritmeyi öğrenmişlerdi. Çoğu usta birer demirciydi ve en az Roma’dakiler kadar iyi mücevher yapıyorlardı. Neredeyse hiç kimsenin üretemediği renklerde kumaşlar üretebiliyor, kaba saba ama kullanışlı yollar inşa edip hatta küçük çaplı ilkel şehirler kurabiliyorlardı. Öyle ki aralarında Yunan alfabesinden esinlenip kendi dillerini kullanarak okuma yazmayı öğrenenler bile vardı.
Eğer onlar için uygun bir yönetim sistemi oturtulabilirse, pekâlâ medeniyete de uyum sağlayabilirlerdi. Aslında kendi başlarına çoktan Roma’nın yönetim şeklini kopyalamışlardı. Kabile reisleri henüz Roma’daki gibi konsül olarak adlandırılmasalar da kabile konseyleri tarafından seçilerek belli süreler için iş başına getiriliyorlardı. Hatta bu konseylerden birkaçı kendilerine senato demeye başlamıştı.
Peki Galyalıları Teutonlardan farklı kılan neydi? Caesar hedefe yönelmeden önce bu sorunun yanıtını bulması gerektiğinin farkındaydı. Çok yakında da bulacaktı. Teutonların soyu tükenmek üzereydi. Edui kabilesinin baş düşmanı Arverni kabilesi içinde, Roma lejyonlarının Teutonların defterini çoktan dürdüğüne ve sıranın onlara geldiğine dair söylentiler dolaşıyordu.
Mantığı Caesar’a, Galyalılarla Teutonlar arasındaki farkın druidlerle ilgili bir meseleden kaynaklandığını söylüyordu. Çünkü Teutonlar arasında tek bir Druid yoktu. Caesar yaptığı okumalar ve seyahatlerde hiç böyle bir bilgiye rastlamamıştı. Üstelik druidler sadece âdetlerini Galyalılara dayatmakla kalmamış, kanunları aracılığıyla Galyalıların yönetimine de karışmışlardı. Ancak hiçbir yerde yazılı bir kanunları olmadığından ve kimse tam olarak neler döndüğünü bilemediğinden, salt gerçeklik yıllar boyunca Druidlerin bizzat kendisi olarak kalmıştı.
Druidler tüm Galyalılar tarafından nihai otorite olarak tanınmaktaydılar. Direkt olarak yönetimi ellerinde bulundurmadıklarından bunun bir teokrasi olduğu söylenemezdi. Ancak bir şekilde başkalarının da yönetimi direkt olarak ele geçirmesine engel oldukları aşikârdı.
Bu tam da Zeno’ya göre bir paradokstu.
Gisstus, Eduen’in başkenti Bibracte’den Caesar’ın kampına vardığında saatler öğleden sonrayı gösteriyordu. Caesar o esnada keyif veren güneş ışınlarının altında oturduğu sandalyesinde balmumu bir tablete son raporunun müsveddesini çıkarıyordu. Aslını daha sonra yazacaktı çünkü alt tarafı küçük bir çarpışmayı şanlı bir zafer destanı gibi anlatmak pek çok değişiklik yapmayı da beraberinde getiriyordu.
“Selam Caesar!” Gisstus omzunun üzerinden dikkatle Caesar’ın ne yazdığına bakıyordu. “Hâlâ Galya Fethi’ni mi yazıyorsun? Umalım ki final bölümü, yazamayacağın kadar uzun olmasın. Hem Julius Caesar-Roma Kralı adlı eserinin ilk bölümünde ne var dostum?”
“Hayır Gisstus, biliyorsun Tanrılar böyle bir bölümün yazılmasını ta en başında yasaklamışlar!”
“Ama bu savaşın başlıca amacı güç kazanmak değil mi?”
“Sadece kanunların izin verdiği ölçüde diktatör gibi yönetmek Gisstus, bir kral gibi saltanat sürmek değil. Hanedan kuran bir kral hem bir kahramandır hem de bir devlet adamı; oğluysa bir mediocritydir, onun oğlu da ya yarım akıllıdır ya da bir canavardır; ama onun da oğlu, şüphesiz her iki sınıfa da girer!”
Gisstus alaycı bir tavırla sordu:
“Ne yani, tüm bunlar topu topu altı aylık bir diktatörlük için mi? Hani şu kanunların izin verdiği ölçüde!”
“Kanunlar işe yaramıyorlarsa devletin bekâsı için değiştirilebilirler,” diye yanıtladı Caesar.
“Yine bir avukat gibi konuştun!”
“Bir avukat, ki o benim ve aynı zamanda bir tartışmada ikna edici olabilecek kadar yeterli güce sahip bir komutan. Yakında o da olacak.”
Gisstus gülmeye başlamıştı.
“İşte şimdi Gaius Julius Caesar gibi konuştun! Peki neyle değiştireceksin kanunları?”
İşin doğrusu, henüz bu sorunun yanıtını Caesar kendisi de bilmiyordu. Tereddüdünü gizlemeye çalışmadan yanıtladı Caesar:
“Belki de ömür boyu sürecek bir diktatörlükle.”
“Fakat bu, diktatörlüğünün göründüğünden daha da kısa sürmesine neden olabilir; malum, emekliliğin için sadece bir alternatif bırakmış olacaksın geriye!” Gisstus’un sesi son derece ruhsuzdu.
“O halde şöyle diyelim, belki de şimdikinden daha uzun dönemli bir diktatörlük. On yıl, yirmi yıl?”
“Bu biraz daha makul…”
“Aslında Büyük İskender tüm medeniyetlerin hükmünü sürerken benden tam on yaş daha gençti.”
“Ve Büyük İskender senin yaşındayken Caesar, çoktan ölmüştü.”
“İşte elimi çabuk tutmam için bir sebep daha!”
Gisstus alaycı bakışlarını üzgün bir ifadenin arkasına saklamaya çalıştı. Onu gerçekten iyi tanımak gerekiyordu, tıpkı Caesar gibi.
“Seni rahatsız eden nedir Gisstus?”
“Arvernilerle ilgili küçük bir sorun yaşayabiliriz. Hatta belki de çok da küçük sayılmayacak bir sorun…”
“Şu yeni reis seçilen adam: Gobanit… Açgözlü ve tekliflere açık bir adama benziyor…”
“Ah evet, öyle; üstelik zeki olduğu da söylenemez,” diye ekledi Gisstus. “Zaten sorun da o değil… Yani muhtemel problem, onun kardeşi.”
“Kardeşi mi?”
“Keltill; şu dışa dönük kabile reisi ve onun kehanetleri.”
“Şu Yeni Ay kehanetlerinden mi söz ediyorsun?”
Caesar şaşırmışa benzemiyordu. Yerlilerin inanışına göre yeni bir yıldız doğmadan önce gökyüzünde görünür ve yazgıda gerçekleşecek bir değişikliği müjdelerdi. Caesar’ın bu işareti kendi başarı ve artacak varlığının muştulayıcısı olarak görme girişimi sonuçsuz kalmış da olsa, böyle bir alametin nasıl bir sorun doğurabileceğini anlamamıştı.
“Sorun yeni yıldız değil,” dedi Gisstus. “Kayan Yıldız.”
“Kayan yıldızları da mı bir alamet olarak alıyorlar? Ama bazı geceler gökyüzü kayan yıldızdan geçilmez neredeyse.”
Gisstus omuzlarını silkerek karşılık verdi:
“Bu onlardan değil, gözden kaçmayacak olağanüstü büyüklükte bir yıldızdı. “Öyle ki, bazıları onun kuyrukluyıldız olduğunu bile iddia etti.”
“Ben hâlâ…”
“Druid dostumuz Diviacx’ın söylediklerine bakılırsa, Galyalılar için bir kuyrukluyıldız kayması kraliyette değişikliğe ya da kralın ölümüne delalet.”
“Ama şu anda sözü edilebilecek bir kral yok…”
“Ve birileri ozanlarını yeni bir kralın geldiğini haber vermeleri için destekliyor gibi.”
“Aa,” diye yanıt verdi Caesar. “Peki Diviacx niye böyle bir saçmalığı ortalıkta yaysın ki?” Eski bir pontifex olarak Caesar gayet iyi biliyordu ki alametler, yorumu yapanın istediği amaç doğrultusunda rahatlıkla farklı yorumlanabilir.
“Yayan o değil!”
“Keltill mi?”
Gisstus başını sallamakla yetindi. “Öyle görünüyor. Tüm kabile liderlerini topladığı bir yemek vermesinin tesadüf olması düşük bir ihtimal.”
“Böyle bir şey yapabilecek otoriteye sadece Druidlerin sahip olduğunu sanıyordum.”
“Diviacx da bu yüzden üzülüyor ya! Keltill aslında böyle bir toplantıda bulunamaz. Ancak o kadar cömert bir ev sahibi ki, o bir davet verdiğinde geri çevirebilecek Galyalı sayısı bir elin parmaklarını geçmez.”
“Ama eminim Druidler bunu yasaklayabilir.”
“Evet, yapabilirler,” dedi Gisstus, “Ancak Druid her ne kadar olanları onaylamasa da Keltill’in özellikle küçük kabileler arasındaki ününden ve etrafına saçtığı paranın çekim gücünden korkuyor gibi. Bu onlar için tehlikeli bir politik adım olabilir, özellikle de böyle bir yasak getirirse…”
“O da bu durum karşısında bizim ağırlığımızı koymamızı istiyor, öyle mi?”
“Diviacx açıkça söylemedi ama sanırım Keltill’in kamusal alandan çekilmesinin iki taraf için de faydalı olacağını düşünüyor.”
“Bu konuşan Druid, Diviacx anlaşılan,” dedi “Ama asıl mesele şu ki; Eduen Diviacx, Arverni Keltill ile daha kârlı bir işbirliğine gitmemizden korkuyor. Her şeyden sonra Roma üzerine yemin eden bir Galya Kralı, benim…”
“Keltill, Roma’nın dostu değil, bu kesin!” diye cevapladı Gisstus. “Yakında kuzular da kurtlar için yemin edecek.”
Caesar bu yeni durum üzerine uzun uzun düşünüp taşındı, ancak bu karanlığı aydınlatacak herhangi bir sonuca bir türlü ulaşamadı. Aslında sorun karanlığın kendisiydi, kabile politikalarının çok karakteristik bir türüydü yaşanan.
“Keltill’in misafirperverliğiyle ün saldığını söylemiştin değil mi, Gisstus?” diye sordu en sonunda Caesar. “Sen de onun bu konukseverliğinden yararlanmak istersin belki dostum!”
Gisstus gözlerini devirerek Caesar’a baktı bir süre. “Keltill’in davetsiz bir Romalıya göstereceği konukseverlik onu soteleyip ana yemek olarak sunmasından ibaret olsa gerek dostum!”
Caesar, Gisstus’u baştan aşağı süzdükten sonra, “Hiç renk uyumundan anlamıyorsun Gisstus,” dedi. “Senin ten renginde bir adama mavi de çok yakışacaktır. Eduen mavisi!”
Ufukta güneşin son ışıkları da batarken, ortadaki boş alanı çevreleyen ağaçların üzerinde gökyüzü koyu pembeye dönüyordu. Dağların doruklarına ve doğuya çoktan karanlık basmıştı. Hava parçalı bulutlu olduğu için ayın net görünemediği gecelerden biriydi. Ama en parlak yıldızlar yine de seçilebiliyordu, aralarında bir tanesi henüz emeklemeyi öğrenen bir çocuktan bile küçüktü.
Ormanın karanlık derinliklerinde devasa ateş böceklerini andıran turuncu ışıklar yanıp sönüyordu. Derken, ellerinde fenerleriyle bir düzine kadar Druid ormanın dört bir yanından çıkagelerek orta alandaki boşlukta toplanmıştı. Hepsinin üzerinde kabile renkleriyle ayrıştırılmamış beyaz cüppeler vardı. Boş arazinin ortasında yüzleri ormana dönük, küçük bir çember oluşturdular. Orta alanın batı tepesinde, elinde değneğiyle Baş Druid görünmüştü. Feneri olmayan Baş Druid çembere doğru ağır adımlarla yürümeye başladı.
Baş Druid çemberi yarıp içine girince, Druidler de yüzlerini ona çevirdiler. Böylece Guttuatr otoritesini simgeleyen asasını yere diktiğinde bir ateş çemberinin içinde bulacaktı kendini; kendine çevrilmiş, umut bağlamış bekleyen gözlerin çemberi!
“Druidlerin bu içsel yolculuk ayinini düzenledim çünkü üzerinde konuşmak istediğim…”
“Gökyüzünde yeni bir alamet…”
“Yeni bir yıldız…”
“Romalılar…”
“Keltill…”
Baş Druid, sözünün çevresindeki druidlerin uğultularıyla sürekli bölünmesinden hoşlanmışa benzemiyordu. Fakat asasını havaya kaldırıp sessizlik istemekte çok gecikmedi.
Baş Druid sesini iyice yükseltmişti:
“Sizleri topraklarımıza kargaşa getiren göklerdeki kargaşayı değerlendirmek için buraya çağırdım!” Sesini biraz alçaltarak devam etti: “Ya da az önce bir örneğini sergilediğiniz gibi tam tersini…”
Sanki olağanüstü bir jest yapmışçasına gülümsedi fakat bu asla bir kahkaha değildi. Başka da hiç kimse buna cesaret edemedi.
“Gökler bize doğru bir işaret verdi; bir yıldızın doğumu…”
Druid Zelkar ekledi: “Büyük Dönüşüm’ün işareti!”
Guttuatr başını sallayarak karşılık verdi:
“Ve şimdi kuyrukluyıldızı gördüğünü ve bunun yeryüzüne karmaşa ve karışıklık tohumları ekeceğini iddia edenler var.”
“Hiçbir şey hakkında bilgisi olmayanlar için kayan büyük bir yıldızla sıradan bir kuyrukluyıldızı karıştırmak işten bile değildir.” Zelkar’ın sesindeki alaycılık fark edilmeyecek gibi değildi. Konuşurken bir yandan da başıyla kayan yıldızla Baş Druid’in değneğini işaret ediyordu.
Polgar adında bir başka druid lafa girdi:
“Bu bir kralın ölümünün ya da zamanının dolduğunun habercisi.”
“Ya da kral değişiyor!” diye ekledi Druid Gwyndo. “Bir kralın yokluğunda, böyle bir alameti yeni bir kralın muştulayıcısı olarak algılamak en kolayı ve en önce akla geleni; tıpkı kayan bir yıldızı kuyrukluyıldız olarak görmeye çalışmak kolaycılığına kaçmak gibi.”
“Eğer öyleyse,” dedi Zelkar, “kayan bir yıldız gibi, birisi gökyüzünde bir an için parlayacak ve ardından yok olup gidecektir.”
“Umalım ki…”
“Bu Caesar’ın Roma’ya dönüşüne delalet olsun.”
“Bu alametlerin Keltill ile ilgili olduğunu söyleyenleri de…”
“Ama kendisi bu söylentileri desteklemi…”
“Üstelik kabul de etmi…”
“En azından açıkça…”
“Yeter artık!” Guttuatr bağırarak araya girmiş, asasının dipçiğiyle yere hızlıca vurmuştu. Gırtlağını temizleyip, “Büyük büyükbabalarımızdan bu yana hiçbir Galyalı, Brenn kraliyet tacını giymedi. O günden bu yana sayısız yıldız kaydı ve bir o kadar da kuyrukluyıldız göründü; ancak topraklarımız barış altında olduğu müddetçe hiç kimse birini diğeriyle karıştırma gafletine düşmedi, ne yanlışlıkla ne de bilerek…” dedi.
“Ya da krallığa oynayanlar öyle görmüş olmak isteyebilirler,” dedi Gwyndo.
“O halde Keltill ya da bir başkası düşmanları tarafından zan altında bırakılıyor olabilir,” diye araya girdi Polgar.
“Bu doğru!”
“Sessizlik…” diye bağırdı Guttuatr. Ardından omuzlarını silkerek, “Bizler bilge adamlarız ve gerçek ya da değil, bu alametlerin bizleri nasıl kaos ve çekişmeye sürüklediğini daha şimdiden gördük,” dedi.
Polgar, nazik ve aklı başına gelmiş bir tavırla, “Baş Druid izninizle şimdi konuşabilir miyim?” diye izin istedi.
Guttuatr konuşmadan başını iki yana sallayarak yanıtladı.
“Hepimiz büyük bir dönüşümün arifesinde olduğumuzu biliyoruz; bir devir kapanacak ve bir yenisi açılacak,” diye konuşmaya başladı Polgar. “Belki de… belki de bu…” diye bir an için duraksadı; sanki kocaman bir lokmayı tükürmek istiyor da gırtlağından çıkaramıyormuş gibiydi. “Bizi bekleyen Büyük Çağ’da gökler başka bir dil konuşacaktır belki?”
“Sahte kuyrukluyıldızların doğru işaretlere dönüştüğü bir dil mi?” Zelkar alaycı tavrını sürdürüyordu.
Guttuatr bu tavır üzerine araya girme ihtiyacı hissetti:
“Öyle bir dil ki, bu çağda doğmuş hiç kimse anlayamayacak… Onlar bunu çoktan konuşuyor olabilirler mi?”
Ortalıkta fenerlerden çıkan çıtırtılardan ve ağaç yapraklarının hışırtısına karışan bir baykuşun uğultusundan başka hiç ses yoktu.
“Olabilir,” diye yanıtladı Guttuatr en sonunda. “Ve bizler bilge adamlar olarak Yüce Tekerlek’le beraber döneceğiz ki, onun altında kalmayalım.”
“Peki, bu nasıl olacak Baş Druid?” Bu kez soruyu soran Zelkar’dı.
Guttuatr derin derin iç geçirdi, sözcüklerle verebileceği bir cevabı yoktu. Bu sorunun yanıtını Baş Druidlerinin yüzünde arayanlar da aradıkları yanıtı bulamadı. Zira Guttuatr’ın cevabı da, “bilmiyorum”dan ibaret oldu.
Pek çok yerde birçok kez kullanılan bu basit sözcükler, bu bilge adamların içine garip bir korku salmıştı.
“Bilemiyorum!”
Guttuatr başını gökyüzüne kaldırıp toplu iğne başı gibi bütün göğü kaplamış yıldızların arasından başka bir mekâna, başka bir zamana daldı; henüz doğmamış bir zaman dilimine.
“Vadesi dolmakta olan bir çağa ait hiç kimse, kendisini beklemekte olan çağ hakkında tam öngörüde bulunamaz. O halde, o kişinin kim olacağını öğrenmeye çalışalım. Bakalım yazgımız Galya topraklarına ait bu insanları yönetmesi için kimi seçecek!”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDruid Krallığı
- Sayfa Sayısı464
- YazarNorman Spinrad
- ÇevirmenÖzlem Malkara
- ISBN2789785934585
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviHemen Kitap / 2005
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doğmamış Kristof ~ Carlos Fuentes
Doğmamış Kristof
Carlos Fuentes
Herkes bilsin, annemin kara gözleri sırf kendine daha çok benzemek için değişen bir kumsal. Herkes bilsin, babamın miyop, sarı-yeşil gözleri gelişimden ve varlıktan yoksun...
- Son Konuşmamızdan Sonra Her Şey Daha Kötü Oldu ~ Eric LaRocca
Son Konuşmamızdan Sonra Her Şey Daha Kötü Oldu
Eric LaRocca
Clive Barker, David Cronenberg ve Junji İto hayranları için korku edebiyatının yükselen ismi Eric LaRocca’dan rahatsız edici bir roman: Son Konuşmamızdan Sonra Her Şey...
- Benim Üniversitelerim ~ Maksim Gorki
Benim Üniversitelerim
Maksim Gorki
İşte böyle! Kazan Üniversitesi’nde okuyacağım, daha aşağısı kurtarmıyor. Üniversite düşüncesini kafama sokan, bir kadınınki kadar yumuşak bakışlı, sevimli, bir o kadar da yakışıklı bir...