“Düşümde ve Dışımda”, klasik öykünün kalıplarını bozarak yeni bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun dokuzuncu kitabı.
Tıpkı kentin karmaşası gibi, birbirinin içine geçmiş olaylarla, olgularla, durumlardan ve sözcüklerden üreyen yeni çağrışım ve sıçrayışlarla örülü Duru’nun öyküleri. Seçimlerden kokorece, küreselleşmeden dürüme, iletişimden özelleştirmelere, iklimden arkeolojiye, sokaklardan evlere, kısacası günlük yaşamın içinde olup da değinmediği konu yok neredeyse.
Orhan Duru’nun yaşadığımız çağa ilişkin bu düş gücü, ironi ve hiciv dolu metinlerini keyifle okuyacaksınız. “İstanbul olimpiyatlarını düşünüyorum gözlerim kapalı. Bir yerde start veriliyor. Göstericiler ile polis arasında yarışma ve çatışma başlıyor. Molotofkokteylleri atılırken Samaranch gelip sporcularımızı yanaklarından öpüyor. Koşularda yarışmacılar pistteki çukurlara düşüyor. Üç adım atlamada mehter takımı araya giriyor alkışlar arasında. Ardından İbo sahneye çıkarak tüm dünyaya barış ve lahmacun mesajı veriyor ve tüm bunları CNN canlı olarak yayınlıyor. Habitat’ta deneyimimizi artırdığımız için atletlerimizin enerji açığını kapatmaya uğraşıyoruz. Bu arada sular kesiliyor ve yarışı ter içinde bitirmiş atletler duş yapamadıklarından Cağaloğlu Hamamı’nı açıyoruz onlara, kese, sabun ve birer peştamal.”
*
Lâle Müldür ya da Değildir
Lâle’nin mül olduğunu sanmıyorum. “Mül” sözcüğünü sözlükte arıyorum… İlk bakışta göremiyorum. Belki de yeni bir sözcük bu. Ama Osmanlıca-Türkçe sözlüğü karıştırınca öyle olmadığını anlıyorum… Farsça “şarap” anlamına geliyor mül. Böylece Lâle’nin “mül” olduğu anlaşılıyor. Oysa hiç de öyle değil. Şimdi bu durumda Lâle, “mül” içip kafayı mı buluyor yoksa kafayı çekip mül mü buluyor?.. Lâle’yi şimdiye kadar müldür bir biçimde görmedim. Bunu açıkça söylemeliyim. Daha çok Kaktüs’e uğruyordu, yakın zamana kadar. Bugünlerde ortada görülmüyor. Soğuk algınlığı yüzünden “mül” olduğu söyleniyor ama ben inanmıyorum. Lâle belki müldür değil de müdürdür, ama böyle bürokratik engellerle karşılaşmak istemiyordur. Tahrirat kâtibi de olamaz. Mektupçu da. Bu gibi rütbeler ve makamları yakıştırmak olasılık dışı bence… Lâle ise Lale devrinden geliyor. O dönemde laleler yükseliyor bahçelerden ve Kâğıthane’den. Sonra patrona çıkıp ortalığı duman ediyor Lale dönemiyle ve kısa süreli bir yeniden doğuşla birlikte göçürüyor her şeyi.
Mehmet Zeki Pakalın’da “mül”lü bir dize buluyorum. Riyazi adında az bilinen bir divan ozanından:
“Sâki gene câmı eyle pür mül…”
Yani, saki bardağı yine iyice saf mülle doldur. Ben de bu istek karşısında baş üstüne diyorum ve hazır ola geçiyorum. Beyoğlu’ndan geçiyorum. Simurg’dan geçiyorum. Kuliste Cevat Oktay’ı arıyorum. Yok. Artık yok. Büyük Parmakkapı’dan geçiyorum ve Metin Eloğlu’nun şiirini okuyorum. Karşıda Mis Sokağı, Afrika Han’ın kapılarından geçip Küçük Parmakkapı’ya uğruyorum. Anabala Pasajı uzakta kalıyor. Aynalı Pasaj da öyle.
Lâle Müldür kıpırtısız gözlerini dikmiş İstiklâl Caddesi’ne bakıyor. Gelen geçene bakıyor. Hiç kıpırdamıyor. Gözleri de oynamiyor ama kendini bütün gücüyle bu karşısındaki akıntıya vermiş gibi. Tinerciler, değnekçiler, tezgâhtarlar, işportacılar, göstericiler, cumartesi anaları ile F tipileri, genç sevgililer ile yaşlı sevecenler herkes oradan geçiyor. Lâle ise biraz hayretle, biraz gözlerini açarak ama hiç kıpırdamadan bu büyük caddeye bakıyor. Arada bir sinemalar boşalıyor ve kalabalık daha genişliyor. Onlar da Lâle’ye bakıyor. Karşılıklı bakışıyorlar.
Lâle Müldür’ün yontusu Garanti Bankası’nın koca salonunda duruyor. Yavuz Tanyeli sergisinin en önemli öğesi ve başlıca. Düz tabloların yanında tek yönlü o. Lâle’nin saçları buğday ya da süpürge. Oradan geçerken hep ona bakıyorum. Kucağında bir şiir kitabı. Etekleri yerlere kadar uzun. Hep bakıyorum ama öyle kalıyorum. “Bunun bir fotoğrafını çekmeliyim” diye düşünüyorum hep. Ama olmuyor. İnsanlar uyuşuk ve gevşek. Böyle bir heykelin fotoğrafını kaçırmamalıyım diye düşünüyorum. Böyle bir görüntüyü tarihe geçirmeli insan.
Sabahleyin evden çıkıyorum, Balık Pazarı’na uğramalıyım. Birden aklıma Lâle Müldür’ün yontusu geliyor. Hemen yanıma fotoğraf makinesini alıyorum… Ne kadar iyi. “Lâle Müldür’ü tek başına bulurum ve görüntülerim” diyorum kendi kendime. Arka sokaklardan kıvrılıp İstiklâl Caddesi’ne geliyorum ve ilerliyorum. İlerde bir kalabalık. Serginin açıldığı büyük vitrinden içeri bakıyorum. İçerde bir TV ekibi ile Lâle Müldür’ün kendisi. Canlı çekim yapıyorlar. Yontu ile aynı boyutta Lâle orada.
Çok seviniyorum. Lâle Müldür’ün heykeli ile birlikte olması unutulmaz bir anı olabilir. Lâle Müldür bana sesleniyor ve beni yanına çağırıyor. Çok sevinçli. Vitrinde Beyoğlu insanları Lâle Müldür’ü gözlüyor. Başörtülü üç hanım çok ilgileniyor… Lâle “Beni sevenler” diyor. Bunlardan biri bana soruyor “Kim bu acaba?..” “O bir şair” diyorum. Çok ilgileniyor. Gülüyor. Ama en önemlisi TV kamerasının orada oluşu. Kamera ve TV insanları çekiyor nedense. Lâle Müldür ise heyecanlanıyor ve terliyor. Kameraya konuşacak ve sonra görüntüsü yansıyacak, yaptığı konuşma yayınlanacak. Gerçekten Lâle Müldür İstiklâl Caddesi’nde geçenlere bakarken kameraya da poz veriyor ve konuşma yaparak görüşlerini kısaca ve etkin bir biçimde anlatıyor. Ben de fotoğraflar çekiyorum. Her şey bittikten sonra “Ben La Paix’ye gidiyorum” diyor. Bir süredir orada olduğunu anlıyorum.
Bir zamanlar orada kalan sevdiğim bir kişiyi anımsıyorum ve çok üzülüyorum.
Yakında Lâle Müldür ile “mül” içmeyi umuyorum.
Savaş Geliyor, Yavaş!
Gerçekten savaş geliyor mu? Bilemiyorum. Bana kalırsa savaştan çok inşaat var çevremizde. Her yerde, her köşede ağaçlar sökülüyor, topraklar kazılıyor, kayalar kırılıyor, patikalar ve merdivenler açılıyor. Her yerde kum, çakıl çekül ve çekil. Sonuçta harç. Tüm görünen görüntü yeni bir yapılaşma, yeni bir yerleşme, yeni bir yozlaşma. Yollardan geçme olasılığı yok. Kumlar, harçlar, betonlar, demirler, çelik yapı örnekleri, ytonglar tepeleme yığılı. Giderek yollar yok olacak ve bir yerden geçmek zor olacak.
Bu yörede ve bölgede sesler çok yankılanıyor. Uzaktan gelen konuşmalar, gürültüler, hemen ulaşıyor insana. Fısıltıları bile duyuyorum. O yüzden duyuyorum çok net biçimde, balyoz seslerini, çekiç seslerini, testere, teneke, demir ve hızar seslerini, marangozların seslerini, toprağın derinliklerinden gelen garip deprem titreşimlerini, kıpırdanmaları ve dev inşaat makinelerinin, acayip, kızıl bir böcek gibi ortalığı kazıp ilerlediklerini, gece gündüz çalıştıklarını görüyorum ve algılıyorum. Bu algılama ise rahatsız ediyor beni.
Tüm bu yapılaşmalar ve yapıştırmalar, ağaçları ve çalıları kestirip yer açtırmalar, eski zeytinlikleri yaktırmalar, öbürleri değilse bile burada bir çeşit savaş simgesi sergilemiyor mu? Ürküyorum. Herkes ürküyor. Ürküyorlarsa niye bu kadar çok yapılaşmak istiyorlar? Bakıyorum dapdaracık ve tavanları basık, kepenkli dar pencereli apartmanlar çıkıyor birbiri ardından ve koşuyor herkes bunları umulmadık paralarla satın almaya.
Yanımızdaki iki arsayı İngilizler satın alıyor, yüzme havuzlu iki villa yaptıracaklar. Önümüzdeki bir arsaya ise bir otel ya da bir motel çıkacak. Bunları engelleyecek bir güç yok. Uluslararası güçler böyle istiyor. Yoksa tepemize bindirebilirler.
Başka bir şey yapamadığım için ekrana bakıyorum. Canavar uçak gemileri, görünmez uçaklar, radar kaçkını ileri teknoloji ve ölüm oranı yüksek savaş aygıtları, gece ve gündüz havalanıyor ve uzak ülkelere, bilmedikleri köşelere uçup geliyorlar. Nedir bu böy-
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıDüşümde ve Dışımda
- Sayfa Sayısı160
- YazarOrhan Duru
- ISBN9789750853722
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İçimizdeki Şeytan ~ Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali
Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok, içimizde...
- Yorgun Anılar Zamanı ~ Ayşe Sarısayın
Yorgun Anılar Zamanı
Ayşe Sarısayın
“Yorgun Anılar Zamanı kadının ve erkeğin çok uzun zamandır süren, çok yaygın, bu nedenle normalmiş gibi algılanan yalnızlıklarının öyküsü; yaşanamamış sevgilerin öyküsü.” Birsen Ferahlı...
- Işıklı Ayakkabılar ~ Ferda İzbudak Akıncı
Işıklı Ayakkabılar
Ferda İzbudak Akıncı
“Nice zamandır içi gidiyor ışıklı ayakkabılara Semih’in. Annesini köşedeki ayakkabıcıya sürüklediyse de değişen bir şey olmadı. Annesi kesin konuşuyordu. Ayakkabıları, yani şimdi giydikleri eskiyinceye...