Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı
Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı

Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı

Elle Cosimano

İki çocuklu bekâr bir anne olan Finlay Donovan’ın hayatı kaos içindeydi: Teslim tarihi yaklaşan kitabının tek satırı bile hazır değildi, çocukları evin altını üstüne…

İki çocuklu bekâr bir anne olan Finlay Donovan’ın hayatı kaos içindeydi: Teslim tarihi yaklaşan kitabının tek satırı bile hazır değildi, çocukları evin altını üstüne getiriyordu ve eski kocası bakıcıyı ona haber vermeden kovmuştu.

Kılık değiştirerek gittiği kafede yan masada oturan kadının, temsilcisine yeni cinayet romanının detaylarını anlatan Finlay’yi kiralık katil zannetmesi de işleri iyice karman çorman edecekti.

Tabii Finlay’nin, kocasından kurtulmak isteyen kadının yaptığı teklifi “yanlışlıkla” kabul etmesi de durumu pek kolaylaştırmıyordu ancak en azından bu işte yalnız değildi. Yaklaşan fırtınaya bakılırsa, gerçek hayattaki suçlar kurgusal olanlardan çok daha çetrefilliydi.

2021’İN EN ÇOK BEKLENEN KİTAPLARINDAN BİRİ:
Bustle • Goodreads • Crimereads • Brit + Co
Betches Frolic • Bookbub • SheReads

“Yanlışlıklar komedyası denebilecek kadar eğlenceli bir cinayet romanı!” Booklist

“Çok iyi kurgulanmış, okurken kahkahalar attıran bir hikâye. Son sayfayı çevirdikten sonra bile gülümsemeye devam edeceksiniz. Elle Cosimano  çok ama çok iyi bir iş çıkarmış!” —Wendy Walker

 “Ters köşelerle dolu ve çok keyifli.” People

“Finlay Donovan o kadar sempatik ki kendinizi ona kaptırmakta hiç zorlanmıyorsunuz.” —New York Times

“Gerilim kitaplarını seviyor ama biraz da rahatlamak istiyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.” PopSugar

“Tempolu, enerjik, esprili ve orijinal.” Jill Orr

“Gerilimli ve komik… Yeni kitapları heyecanla bekliyoruz.” Kirkus

“Müthiş keyifli! Becerikli ve komik yazardan müthiş bir roman.” Publishers Weekly

“Okurlar bu komik ve tempolu romana bayılacak.” Library Journal

“Ebeveynlik, sancılı boşanmalar, kendini yeniden keşfetmek, küllerinden doğmak ve hatta bir kiralık katil olmak üzerine bir roman. Çok sesliliğini hiç yitirmeyen, sağlam, düşündüren ve komik bir gizem.” South Florida Sun Sentinel

“Zekice yazılmış, komik, gerilimin ve heyecanın hiç dinmediği bir kitap. Finlay’nin yeni maceralarını heyecanla bekliyoruz.” Fredericksburg Free-Lance Star

“Finlay Donovan hayatını değiştirmeyi arzulayan herkese yol gösterecek. İçine saplanıp kaldığı başarısızlık sarmalından kendini kurtarmayı başaran Finlay, bazen tüm problemleri çözmek için yalnızca bir yanlış anlaşılmanın yeteceğini kanıtlıyor.” Lisa Gardner

“Ters köşeler ve sürprizlerle dolu. Finlay Donovan müthiş bir karakter. Bu gerilim dolu macera beni çok güldürdü ama birçok sürpriziyle şaşırtmayı da başardı. Sonraki kitabı sabırsızlıkla bekliyorum!” Megan Miranda

“Kusurlu ancak kendini sevdiren karakterleriyle Finlay Donovan: Cinayetin Kitabı, okurken uyumayı unutacağınız kitaplardan.” Katherine St. John

1. BÖLÜM

ÇOĞU ANNENIN SABAHIN SEKIZ buçuğunda gözünü kırpmadan cinayet işleyebileceği hemen herkesçe bilinir. Bense 8 Ekim’e denk gelen o salı sabahı saat daha yedi kırk beşken katil olacak kıvama gelmiştim. Bir kova akçaağaç şurubuna batıp çıkmış gibi duran iki yaşındaki oğlunuzun bezini değiştirmeye çalışırken dört yaşındaki kızınız anaokulundan önce saçlarını kesmeye kalkışmamışsa ve bir yandan kayıp bakıcınızı ararken öbür yandan uyku sersemliğiyle kahve makinesine filtre koymayı unuttuğunuz için kahvenizden telve ayıklamak zorunda kalmadıysanız diye bir kere daha söylüyorum.

Birini öldürebilirdim. Kim olduğunun önemi yoktu.

Randevuma geç kalmıştım.

Temsilcim Grand Central’dan trene binip onu karşılamam gereken Union İstasyonu’na doğru yola çıkmıştı bile. Üç kere başlayıp her seferinde yarım bıraktığım kitabımın teslim tarihini ne kadar geciktireceğimi konuşmak üzere paramın yetmeyeceği bir restoranda brunch rezervasyonumuz vardı. O kitabı muhtemelen hiç bitiremeyecektim, çünkü… Şu hâlime baksanıza. Her yer sebep doluydu.

Güney Riding’deki kolonyal tarzda inşa edilmiş iki katlı evim şehre yakın olduğu için temsilcimle randevulaşırken sabahın onu makul bir saat gibi görünmüştü. Öte yandan ev, normalde gayet aklı başında insanlara çok yolculu araç şeridine biletsiz girmek için insan boyutunda şişme bebekler aldıracak kadar da uzaktı. Ya da bizim gibi henüz kendi şişme bebeklerini satın alacak kadar ruhunu satmamış olanların arabadan açacağı ateşe maruz kalmamak için.

Yanlış anlaşılmak istemem. Boşanmadan önce Güney Riding’i seviyordum. Kocamın aynı zamanda evsahipleri birliği yönetim kurulu üyesi gayrimenkul danışmanımızla yattığından habersizken. Emlakçı hanım popüler banliyömüzü, “Küçük, şirin bir kasabada yaşadığınızı hissedeceksiniz,” diye pazarlarken aklında böyle bir şey yoktu muhakkak. Broşürde evlerinin ilgi çekici verandalarında sarmaş dolaş mutluluk pozları veren aileler vardı. Mahallemiz sessiz, sakin ve huzurlu gibi kelimelerle tarif edilmişti çünkü bir emlak dergisinin kuşe sayfalarına göz gezdiren hiç kimse pencerelerin ardını görmez; ne yorgunluktan cinnetin eşiğine gelen anneyi, ne çıplak ve yapış yapış hâldeki çocuğunu ne de yerdeki saçları, kanı ve kahveyi görebilirler.

“Anneee, saçımı düzelt!” Makasla kendini hafifçe yaralayan Delia mutfağın ortasında dikilmiş parmaklarıyla yarasını ovuyordu. Alnından incecik bir kan sızıyordu, gözüne ulaşmadan eski bir salya beziyle sildim.

“Hayatım, ben buna hiçbir şey yapamam. Okuldan sonra kuaföre gideriz.” Bezi kel kalan bölgeye bastırarak kanamanın durmasını bekledim. Sonra cep telefonumu omzumla kulağımın arasına sıkıştırıp masanın altına girdim ve yerden kızımın saçlarını toplarken karşı tarafı çaldırmaya devam ettim.

“Okula böyle gidemem. Herkes bana gülecek!” Delia kanlı gözyaşları dökerken mama sandalyesindeki Zachary ablasına bön bön bakarak elindeki waffle’ı kafasına sürtmeye başladı. “Babam olsaydı saçımı düzeltirdi!”

Kafamı masanın altına çarpmamla Zachary avazı çıktığı kadar bağırmaya ve ağlamaya başladı. Elimde kızımın tüy gibi saç tutamlarıyla güç bela yerden doğruldum. Delia’nın kestiği saçların bir kısmı da akçaağaç şurubuna bulanan pantolonumun dizlerine yapışmıştı. Dilimin ucuna kadar gelen ve ağzımdan çıkarsa iki yaşındaki oğlumun girdiği her ortamda haftalarca tekrar edeceğini bildiğim küfrü yutarak saçla kaplı mutfak makasını eviyeye fırlattım.

Telefon aramam da sanırım kırk yedinci çalışta falan sesli mesaja düştü.

“Merhaba Veronica. Ben Finlay. Her şey yolundadır umarım.” Bir ihtimal gece bir trafik kazasında ölmüştür ya da evinde çıkan bir yangında diri diri yanmıştır diye düşünerek tatlılıkla söylemiştim bunu. Belki de bir cinayete kurban giden birinin telesekreterine tehdit mesajları bırakan budalanın teki olmak istemezdim doğrusu. “Şehirdeki toplantıma yetişebilmem için yedi buçuk diye sözleşmiştik. Unuttun galiba?” Sesimdeki neşe geç kalmasını dert etmediğimi, idare ettiğimizi düşündürebilirdi. Ama idare falan edemiyorduk işte. “Mesajımı alırsan beni ara. Lütfen,” diye ekledim kapamadan önce. Çünkü çocuklarım beni izliyordu ve “lütfen”lerimizle “teşekkür ederim”lerimizi dilimizden düşürmemeliydik. Aramayı sonlandırdım ve eski kocamı arayıp telefonu yine kulağımla omzumun arasına sıkıştırırken günü bir şekilde kurtarma umutlarımı da elimdeki kirle birlikte eviyeye akıttım.

“Vero gelecek mi?” diye sordu Delia. El işi ödevini aldı ve yapış yapış, kırmızı parmaklarını kaşlarını çatarak süzdü.

“Bilmiyorum.” Vero burada olsa Delia’yı kucağına oturtup saçlarını başka bir yerinden ayırır ve kafasındaki kelliği havalı bir modele dönüştürürdü. Ya da onu karmaşık bir örgünün altına gizlerdi. Ama ben aynı şeyi yapmaya kalkışsam işin daha da içinden çıkılmaz bir hâl alacağını biliyordum.

“Amy Teyze’yi arar mısın?”

“Senin Amy teyzen yok.”

“Var işte. Theresa’nın üniversitedeki kız kardeşi. O saçımı düzeltir. Komotoloji okudu.”

“Kozmetoloji. Ayrıca Theresa’nın kız öğrenci birliğinden arkadaşı olması onu senin teyzen yapmaz.”

“Babamı mı arıyorsun?”

“Evet.”

“O her şeyi tamir edebiliyor.”

Suratıma gergin bir gülümseme oturttum. Steven bir şeyleri bozmakta da ustaydı. Mesela hayaller ya da evlilik yeminleri gibi. Ama bunları söylemedim. Onun yerine dişimi gıcırdattım çünkü pedagoglar çocukların yanında eski eşleri kötülemenin ruhsal açıdan sağlıklı bir davranış olmadığı görüşündeydi. Ayrıca sağduyu da çocuklara bakmasını rica etmek için telefonumu açmasını beklediğim eski kocama giydirmemem gerektiğini söylüyordu.

“Babamın akışkan bantı var,” diye üsteledi Delia. Yere düşen waffle kırıntılarını süpürüp çöpe atar ve tabakları akıl sağlığımla birlikte eviyeye fırlatırken ayağımın dibinden ayrılmadı.

“Yapışkan bant,” diye düzelttim. “Saçlarını yapışkan bantla yapıştıramayız, tatlım.”

“Babam yapıştırabilir.”

“Delia, bir dakika.” Eski kocam nihayet telefonu açtığında kızımı susturdum. “Steven?” Daha günaydın demeden sıkıntıyla homurdandı. Düşündüm de sanırım sonrasında da günaydın demedi. “Senden bir iyilik rica edeceğim. Vero gelmedi. Sylvia’yla şehirde randevum var ve şimdiden geç kaldım. Zach’i birkaç saatliğine sana bırakmam gerek.” Nemli bezle pantolonumdaki yapışkan lekeleri silerken oğlum mama sandalyesinden şuruplu ağzıyla bana sırıttı. İnsan içine çıkılacak tek pantolonum buydu. Sonuçta pijamalarımla çalışıyordum. “Bir de banyoya sokman gerekebilir.”

“Olur,” dedi Steven yavaşça. “Vero konusunda da…”

Pantolonumu silmeyi bırakıp salya bezini ayağımın dibinde ağzı açık duran bebek bezi çantasına attım. Bu ses tonunu iyi tanıyordum. Theresa’yla nişan haberini verirken de aynısını kullanmıştı. Geçen ay, Theresa’nın gayrimenkul anlaşmaları sayesinde peyzaj işlerinin uçuşa geçtiğini ve para içinde yüzdüğünü yine aynı ses tonuyla müjdelemişti. O arada ortak velayet için bir avukata danıştığını da araya sıkıştırıvermişti. “Aslında dün arayacaktım ama Theresa’yla maç biletimiz vardı. Sonra da unuttum gitti.”

“Hayır.” Tezgâhın kenarına yapıştım. Hayır, hayır, hayır.

“Zaten evden çalışıyorsun, Finn. Zach için tam zamanlı bir bakıcıya ihtiyacın…”

“Bunu bana yapma, Steven.” Delia pantolonumun bacağına asılmış, yapışkanbant diye vızıldıyordu. Aniden başıma saplanan ağrıyla gözlerimin arasını ovuşturdum.

“Onu işten çıkardım,” dedi.

Piç kurusu.

“Sana sonsuza kadar maddi yardımda bulunamam…”

“Maddi yardım mı? Ben senin çocuklarının annesiyim! Ona nafaka deniyor!”

“Kamyonetin ödemesini geciktirmişsin…”

“Kitabın avansını alıncaya kadar sadece.”

“Finn.” Adımı küfür niyetine kullanıyordu. “Steven.”

“Artık gerçek bir işe girsen diyorum.”

“Mahalleye suni çim sistemleri kurmak gibi mi?” Aynen, belden aşağı vuruyordum. “Benim işim bu, Steven.”

“Beş para etmez kitaplar yazmak gerçek bir iş olamaz.”

“Ben romantik gerilim romanları yazıyorum! Avansımı aldım. Sözleşmem var! Kafama göre feshedemem. Avansımı iade etmem gerekir.” Sonra canım burnumda olduğu için ekledim: “Ama o konuda da maddi yardımda bulunmak istersen o ayrı tabii.”

Yere damlayan kahve telvelerini silmek için çömeldiğimde kendi kendine söylendiğini duydum. Onu tasarım mobilyalarla dolu kusursuz evinin bal dök yala mutfağındaki derli toplu masada filtre kahvesi önünde oturmuş, kafasında kalan üç beş tel saçı yolarken gözümde canlandırdım.

“Tam üç ay oldu.” Başının tepesindeki saçlar gibi sabrı da tükenmişti anlaşılan ama bunu kendime sakladım çünkü bir bakıcıya onun kırılgan erkek egosunu yerle bir etmekten daha çok ihtiyacım vardı. “Evin kredisini üç aydır ödemiyorsun, Finn.”

“Kira demek istedin herhalde. Sana ödediğim kira. Üstüme gelme, Steven.”

“Evsahipleri birliğinin haziranda yolladığı vergi faturasını ödemezsen eve de haciz gelecek.”

“Onu nereden biliyorsun?” diye sordum cevabı tahmin etmeme rağmen. Gayrimenkul uzmanımızı beceriyordu ve kredi memurumuz da en yakın arkadaşıydı. Oradan biliyordu.

“Bence çocuklar benimle ve Theresa’yla yaşamalı. Kalıcı olarak.” Az kalsın telefonu düşürecektim. Kâğıt havluları yerde bırakıp mutfaktan fırladım ve öfkeyle tısladım.

“Hayatta olmaz! Çocuklarımı o kadının yanına yollamam.”

“Market alışverişini zor karşılıyorsun.”

“Bakıcıma yol vermeseydin belki kitabımı zamanında bitirebilirdim!”

“Otuz iki yaşındasın, Finn…”

“Hiç de bile.” Otuz bir yaşındaydım. Steven ondan üç yaş küçük olmamı çekemiyordu.

“Ömrünü o eve kapanıp hikâyeler uydurarak geçiremezsin. Halletmen gereken gerçek faturalar, gerçek problemler var.”

“Yavşak,” diye mırıldandım çünkü gerçekler canımı acıtıyordu. Steven da o gerçeklerin en büyüğü ve en can acıtıcısıydı.

“Dinle beni,” dedi. “Seni kırmak istemiyorum. Guy’dan yıl sonunu beklemesini rica ettim. Sen bir şeyler bulana kadar.” Guy üniversite öğrenci birliğinden eski arkadaşı, yeni boşanma avukatıydı. Okuldayken amuda kalkıp bira fıçısından ağzına bira pompalattığı için arabamın arka koltuğuna kusan Guy şimdi cumartesileri yargıçla golf oynayan bir avukattı ve çocuklarımla hafta sonlarıma mal olmuştu. Üstüne üstlük, aynı Guy yargıcı katakulliye getirmiş ve son kitabımdan aldığım avansın yarısını arabasına verdiğim zararın telafisi olarak Theresa’ya ödememe yol açmıştı.

Peki, tamam.

Steven nişanlanacaklarını söylediğinde kafayı çekip Delia’nın oyun hamurlarını Theresa’nın BMW’sinin egzoz borusuna tıkmam pek akıllıca değildi ama avansımın yarısını ve kocamı alıp gitmesi yarama tuz basmıştı.

Boş yemek odasından, saçlarından geriye kalanları kırmızı, yapışkan parmağına dolayan Delia’yı izledim. Zach mama sandalyesinde huzursuzca kıvranarak mızırdanmaya devam etti. Üç ay içinde maaşlı bir iş bulamazsam Guy çocuklarımı da benden alıp Theresa’ya vermenin bir yolunu bulurdu.

“Geç kaldım. Şu anda seninle tartışamam. Zach’i getirebilir miyim onu söyle.” Ağlamayacağım. Ağlamayacağım.

“Getir,” dedi yorgun bir sesle. Halbuki yorgun kelimesinin anlamını bile bilmezdi o. Her gece sekiz saat deliksiz uyur ve sabah huzur içinde kahvesini içerdi. “Finn, üzgü–”

Telefonu kapadım. Bacaklarının arasına bir tekme atmak kadar tatmin edici değildi, hatta muhtemelen klişe ve çocukçaydı ama yine de bir yanım suratına kapadığım için biraz neşelendi. Baştan aşağı akçaağaç şurubuna bulanmamış ve toplantıya geç kalmamış o küçücük yanım (tabii o da kaldıysa).

Her neyse. Hâlâ iyi değildim. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Yine pantolonum çekiştirildi. Delia nemli gözleri ve kanla keçeleşen diken saçlarıyla bana baktı.

Derin bir iç çektim. “Yapışkan bant. Biliyorum.”

Garajın servis kapısını açtığımda küf kokulu sonbahar havası içeri doldu. Işığı yaktım ama Steven’ın F-150’sinin betonun üzerinde bıraktığı yağ lekesi ve tozlu Dodge Caravan’ımdan başka hiçbir şeyin olmadığı bu devasa mekân yine de gözüme loş ve kasvetli göründü. Biri arabamın tozlu arka camına bir penis çizmişti ve Delia çiçeğe benzediğini söyleyerek onu temizlememe izin vermemişti. Şimdi o resim bana bütün hayatımı özetleyen bir metafor gibi geliyordu. Garajın arka duvarını kaplayan marangoz tezgâhının üstünde dev gibi bir delikli askı tahtası vardı. Ama bir zamanlar orada asılı duran aletlerin hiçbiri yoktu şimdi. Sadece büyük bir alışveriş merkezinden on dolara aldığım cart pembe mala hâlâ yerli yerinde duruyordu. Steven garajı temizlerken bir tek ona dokunmamıştı. Gerisinin peyzaj işine ait olduğunu iddia etmişti. Gidip tezgâhta kalanları karıştırdım. Birkaç vida, kırık bir çekiç, dibinde bir parmak kalmış bir döşeme temizleme spreyi ve neyse ki gümüş rengi bir bant rulosu buldum. Çocuklarım gibi yapış yapış ve kıl tüy içindeydi. Onu kaptığım gibi içeri döndüm.

Delia’nın gözlerindeki yaşlar kuruyuverdi. Hayatındaki en önemli erkek tarafından yarı yolda bırakıldığını henüz bilmeyen bir kız çocuğunun özgüvenli gözleriyle baktı bant rulosuna.

Açık kumral saçlarının bir tutamını elime alarak, “Emin misin?” diye sordum.

Başını sallayarak onayladı. Portmantodan örgü bir bere alıp mutfağa döndüm. Zach kafasına yapıştırdığı waffle parçasıyla bizi merakla izliyordu. Kirli parmaklarını birleştirip ayırırken yüzünde dalgın bir ifade belirdi. Kesin kaka yapıyordu.

Harika. Altını Steven değiştirirdi.

Makasım kahvaltı bulaşıklarının altında kaldığı için tezgâhtaki bıçak standından bir bıçak aldım. Bandın ucunu rulodan ayırırken caaarrrt diye bir ses çıktı. Delia’nın kestiği saç tutamlarını kelleşen yere elimden geldiğince yapıştırdım ve bandı kafasına bir tur doladım. Orada emaneten duran berbat bir gümüş taca benzemişti. Kör bir bıçak seçtiğim için bandın ucunu kesmekte epey zorlandım.

Tanrım.

Örgü bereyi Delia’nın başına takıp bandı gizleyecek kadar aşağı indirdim. Delia bana sırıtarak minik parmaklarıyla Frakenstein’ınkilere benzeyen kâküllerini gözünden çekti.

“Mutlu musun?” diye sordum, suratımı buruşturmamaya ve banttan kurtulup omzuna düşen bir tutam saça dikkatini çekmemeye çabalayarak.

Evet dercesine başını salladı.

Bıçağı ve bandı cep telefonumla birlikte bebek bezi çantasına attım ve Zach’i mama sandalyesinden alıp altını kokladım. Evet, kaka yapmıştı. Bir tatmin hissiyle onu kalçama oturttum ve kapıyı arkamızdan kapadım.

Garajın duvarındaki düğmeye basarken içimden iyi olduğumu tekrarladım. Elektrikli kapı kulak tırmalayan bir sesle açılarak çocukların vızıltısını bastırdı. İçerisi sonbaharın solgun ışığıyla doldu. Çocukları minivana bindirdim ve Zach’in boklu bezini hafifçe çekeleyerek bebek koltuğuna itinayla yerleştirdim. Eski kocamın bacak arasını tekmelemek kadar zevkli olmayabilirdi ama bugünlük ona altına yapmış iki yaşında bir çocuk teslim etmekten daha kötüsü elimden gelmiyordu.

“Zach nereye gidiyor?” diye sordu Delia ben arabayı çalıştırıp garajdan çıkarken.

“Zach babaya gidiyor. Sen okula. Anne de…” Elektrikli kapıyı kapamak için uzaktan kumandanın düğmesine bastım. Kapı yerinden oynamadı.

El frenini çekip neler olduğunu anlamak için camdan başımı uzattım. Kapının motorunun ışığı yanmıyordu. Verandanın ışıkları da sönmüştü. Delia yatak odası penceresinin ışığını söndürmeyi hep unuturdu ama şimdi o bile yanmıyordu. Bez çantasından telefonumu çıkarıp tarihe baktım.

Siktir. Elektrik faturasını ödemeyi bir ay geciktirmiştim.

Kafamı direksiyona dayadım. Steven’dan benim adıma faturayı ödemesini rica etmek zorunda kalacaktım. O da elektrik dağıtım şirketini arayıp elektriği açmalarını rica etmek zorunda kalacaktı. Yine. Ondan buraya gelip garaj kapısını elle kapamasını rica etmek zorunda kalacaktım. Ve ben eve dönene kadar Guy kesinlikle durumdan haberdar olacaktı.

“Nereye gidiyorsun, anne?” diye sordu Delia.

Başımı kaldırıp panoda asılı pembe malaya baktım. Haftalardır ayak basmadığım çalışma odamın siyah camına baktım. Ön bahçeyi bürüyen ayrık otlarına ve posta kutusu dolduğu için postacının verandanın basamaklarına fırlatıp gittiği faturalara baktım. Geri vitese taktım ve yavaşça yola inerken dikiz aynasında çocuklarımın şurup ve sümüğe bulanmış, tombul yanaklı suratları gözüme takıldı. Steven ve Theresa’nın onları elimden alma ihtimaliyle yüreğim sıkıştı. “Anneniz para kazanmanın bir yolunu bulacak,” dedim.

2. BÖLÜM

VIENNA, PANERA’DA SAAT ONDA gerçekleşecek randevuma tam otuz altı dakika gecikmeyle varabildim. Kahvaltıyı kaçırmıştım ve henüz öğle yemeği tantanası başlamamıştı ama yine de park yeri bulamadım. Sylvia’yı arayıp onun seçtiği şık brunch restoranındaki rezervasyonumuza yetişemeyeceğimi söylediğimde, metro istasyonuna yakın, erken açılan ve rezervasyon gerektirmeyen bir yer önermemi istemişti. Vicdan azabıyla kıvranıp bir yandan da paralı yoldaki yoğun trafikte ilerlemeye çalışırken ağzımdan Panera çıkıvermiş ve hatamı düzeltemeden Slyvia telefonu kapamıştı.

Panera’nın otoparkı gıcır gıcır Audiler, BMWler ve Mercedeslerle ağzına kadar doluydu. Kimdi bu insanlar ve bu saatte neden ofislerinde değillerdi? Yeri gelmişken, ben neden ofisimde değildim?

Minivanı bitişikteki kuru temizlemecinin otoparkına doğru sürdüm ve nihayet pes etmeden önce Delia’nın pantolonumda kalan son birkaç tel saçını topladım. Yüzümün büyük kısmını gizleyen kocaman bir güneş gözlüğü taktım, başıma peruklu eşarbımı bağlayıp alttan görünen uzun, sarı bukleleri kabarttım ve şarap rengi rujumu dudaklarımın kenarlarından taşırarak sürdüm. Dikiz aynasında kendime baktım. Kitap kapaklarımın iç kısmındaki fotoğraflarda da böyle görünüyordum ama bir açıdan da hiç böyle görünmüyordum. O fotoğraflarda kuduruk hayranlarından kimliğini gizlemek isteyen gizemli ve göz kamaştırıcı aşk romanları yazarı gibi görünüyordum. Fakat külüstür arabamın tepe lambasının donuk ışığında pantolonumdaki akçaağaç şurubu lekeleri, tırnaklarımın içindeki pişik kremi kalıntıları ve eşarbın altından ısrarla sarkan kahverengi saç tutamıyla yalnızca kendini olmadığı biri gibi yutturmaya çalışan birine benziyordum.

Kabul edelim ki peruklu eşarbımı temsilcimi etkilemek için takmamıştım – Sylvia kim olduğumu gayet iyi biliyordu zaten. Ve kim olmadığımı. Bugün peruğu takmamın tek amacı Panera’dan kovulmamaktı. Sekiz ay önce bu müesseseye ayak basması sonsuza dek yasaklanmış biri olarak öğle yemeğini tanınmadan atlatsam yeterdi.

Pahalı bir markanın taklidi bebek bezi çantamı omzuma asıp derin bir nefes aldım ve arabadan inerken Müdür Mindy’nin buraya son gelişimden, yani Theresa’nın öğle yemeğinde farklılıklarımızı masaya yatırmak istediği o günden beri işi bıraktığını ya da kovulduğunu umdum.

Restorana girdim ve bilhassa gözümün önüne düşürdüğüm uzun, sarı saçlarımın arasından etrafı dikizledim. Sylvia kuyruğa girmişti bile; gözlerini kısmış, sanki tuhaf bir yabancı dilde yazılmış gibi kasanın arkasındaki menüyü inceliyordu. Yanına gittim ve orada bir buçuk dakika kadar dikildikten sonra adını söyledim. Dönüp bana baktı. Sonra bir daha baktı. “Finlay? Sen misin?” diye sordu.

Arkasına geçerken onu susturup tezgâhın arkasındaki çalışanlara göz attım. Müdür Mindy’yi ya da tanıdık kasiyerlerden birini görmeyince saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Merkeze gelemediğim için kusura bakma,” dedim. “Berbat bir sabah geçirdim.”

“Belli.” Sylvia menüyü incelemekten vazgeçip beni incelemeye koyuldu. Uzun, kırmızı ojeli tırnağının ucuyla gözlüğünü hafifçe indirdi. “Bunu neden taktın?”

“Uzun hikâye.” Panera’yla karmaşık bir ilişkim vardı. Çorbalarını seviyordum. Ama Panera çorbamı başka bir müşterinin kafasından aşağı boca etmemden hoşlanmamıştı. Kendimi savunmam gerekirse, kocamla yatmasını haklı çıkarmaya çalışarak hepsini Theresa başlatmıştı.

“Pantolonunda bir şey var,” dedi Sylvia, saçlı şurup lekesine yüzünü buruşturarak bakarken.

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsemeye çalıştım. Sylvia çok televizyon izleyenlerin New Yorklulara dair hayal ettiği tüm özellikleri bünyesinde barındıran bir tipti. Belki de Jerseyli olduğu içindi. Ofisi Manhattan’daydı. Ayakkabıları Milano’dandı. Makyajı seksenli yılların DeLoreanları kadar dikkat çekiciydi ve kıyafetleri büyük bir orman kedisinin kürkünden yapılmış gibi duruyordu.

“Sıradan yardımcı olabilirim,” diye seslendi açık kasanın arkasındaki görevli. Sylvia tezgâha yaklaşıp genç adamı glutensiz seçenekleriyle ilgili soru yağmuruna tuttuktan sonra tonbalıklı sandviçle bir kâse Fransız soğan çorbası sipariş etti.

Sıra bana geldiğinde menüdeki en ucuz şeyi buldum. Bir kâse günün çorbası. Sylvia kredi kartını uzatıp, “Ben ısmarlıyorum,” deyince yanına jambonlu ve brie peynirli bir sandviçle bir dilim de cheesecake ekledim.

Tepsilerimizle yemek salonuna geçtik ve boş bir masa bulmak için etrafa bakındık. Yürürken Sylvia’ya bu sabah başıma gelenleri tüm iğrenç ayrıntılarıyla anlattım. Bir zamanlar onun da çocukları vardı, uzun zaman geçmiş olsa da bu konulara tamamen yabancı değildi. Yine de bekâr bir anne olarak sabrımın sınandığı olaylar zincirinden pek etkilenmişe benzemiyordu.

Tüm masalar dolu olduğu için kalabalık ve gürültülü yemek salonunun ortasındaki tek boş iki kişilik masaya oturduk. Bir tarafımızda üniversite öğrencisi bir kız kulağında kulaklığıyla MacBook’unun ekranına bakıyordu. Öteki tarafta, orta yaşlı bir kadın tek başına peynirli makarnasını yiyordu. Sylvia masaların arasından geçip bıkkın bir suratla sert arkalıklı iskemlesine yerleşti. Cüzdanımı bebek çantasına atıp çantayı yere, sandalyemin kenarına koydum. Yanımdaki kadın aramızdaki çantaya baktı ve gözlerini kırpıştırdı. Buzlu çayımın pipetini ağzıma götürerek nihayet önüne dönene kadar ona tatlı tatlı gülümsedim.

Sylvia sandviçini memnuniyetsizlikle süzdü. “Neden buraya geldik?”

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 ~ Victor HugoNişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Nişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Victor Hugo

    Hugo’nun, Adèle Foucher ile acı, sevinç, kıskançlık ve mutluluk dolu yazışmalarının yer aldığı Nişanlıya Mektuplar, yazarın bir genç adam olarak portresini sunarken, tutkulu ve...

  2. Le Chic Butik ~ Tami NewtonLe Chic Butik

    Le Chic Butik

    Tami Newton

    Avrupalı yüz binlerce Kadın yanılıyor olamaz… Le Chic Butik, Tami Newton imzasıyla çok yakında raflarda… New York’ta üç arkadaş: Dori, Jesi ve Irene. Her...

  3. Hareketli Resimler ~ Terry PratchettHareketli Resimler

    Hareketli Resimler

    Terry Pratchett

    “Holy Wood’da büyü falan yok!” dedi Ginger. “Bence var,” dedi Victor. “Farklı bir büyü. Onu hissettik. Büyü, onu bulduğun yerdedir.” Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur