Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Fırçaların Sihri
Fırçaların Sihri

Fırçaların Sihri

Roberto Piumini

Madurer varlıklı bir Anadolu Beyi’nin oğludur. Ne yazık ki güneş ışığı ve temiz havayla temas etmesine engel olan gizemli bir hastalıktan mustariptir. Hayatını, sarayın…

Madurer varlıklı bir Anadolu Beyi’nin oğludur. Ne yazık ki güneş ışığı ve temiz havayla temas etmesine engel olan gizemli bir hastalıktan mustariptir. Hayatını, sarayın penceresi olmayan üç odasında sürdürmektedir. Babası Ganuan, ünlü bir ressamı sarayına davet eder ve ondan çocuğun yaşadığı odaların duvarlarını dünyayı gösteren resimlerle kaplamasını ister.

Ressam duvar resimleri üzerinde çalışırken, çocukla ilişkisi derinleşir ve aralarında sıkı bir dostluk başlar.Bir ressam, bir çocuğa yalnızca boya fırçalarıyla çalışarak dünyanın güzelliğini gösterebilir mi?

Fırçaların Sihri, dostluk, güzellik ve hayatın gelip geçiciliği üzerine unutulmaz bir roman.

*

Türkiye’nin Malatya şehrinde, genç sayılmayan ama yaşlı da olmayan Sakumat adında bir ressam yaşardı. Bilge insanların, başkalarını da göz ardı etmeden kendi dostluğuyla yetindiği yaşa varmıştı. Malatya’nın kayalık vadilerinin tekdüze bozluğuna rağmen şahane manzaralar çiziyor, yaratıcılığıyla, gerçek gibi görünen şekillerle ve renklerle, var olmayan görüntüler resmediyordu. Varlıklı sürü sahipleri, at ya da kumaş tüccarları evlerinin bir köşesini, revakların duvarlarını süslemesi ya da bir pencere önünün ışığını renkli çiçekleriyle çoğaltacak çiçekler çizmesi için Sakumat’ı evlerine çağırıyorlardı. Kimse iş vermese bile yine de çizerdi o resimleri çünkü fırçalar onun parmakları gibiydi ve her fırça darbesiyle kanının bir damlasını şefkatle oraya akıtıyordu sanki. Hayal ettiği manzaraları kim bilir nerede görmüştü, bunu kendisi de bilmiyordu. Belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir insanın rüyasında var olmamış manzaralara bakanlar işlenmiş ve mis gibi kokan gerçek toprağı hissediyordu. Uzun uzun bakanların varlıkları gözlerinden dışarıya sızıyor, o renkli ve huzurlu ortamlarda kendilerini gerçekleştirip tamamlanıyordu adeta.

Günlerden bir gün, başına Kuzey Malatya geleneklerine uygun bir sarık sarmış heybetli bir adam, Sakumat’ın evinin kapısını çaldı. “Ressam Sakumat sen misin?” diye sordu. “Evet, burası da benim evimdir dağların konuğu. Sen kimsin? Niye ararsın beni?” “Benim adım Kumdi, Naktumal diyarının Beyi, Burban Ganuan’ın has adamıyım. Onun buyruğuyla, senden vadimize tırmanmanı, onun sarayına varmanı istiyorum çünkü beyim bir resim işini sana emanet etmek istiyor.”

Sakumat kuzeyin vadilerine gitmemişse de bahsini duymuştu. Oraların çorak ve ıssız topraklar olduğunu biliyordu. Bu nedenle çok meşgul olduğunu ve bu onurlu daveti kabul edemeyeceğini söyledi. “Efendim Burban Ganuan,” dedi ulak, “yolculuğun senin için çetin geçeceğini bildiğinden benimkine bağlayarak getirdiğim atı sana armağan etti ve vermek istediği işin son derece önemli olduğunu, buna bağlı olarak da hatrı sayılır bir kazanç elde edeceğini bildirdi.” Ulağınkinin arkasında duran at öyle güzeldi ki Sakumat’ın gözleri bayram etmişti. Hal böyleyken bir kez daha düşündü. Burban’ın cömertliğini, vaat edilen ödülün büyüklüğünü gözden geçirince dağların kudretli ve mağrur beyinin ısrarcı davranmasının nedenini merak etti. Öneriyi reddetmedi ama ulağa yaşlı da olsa kendi atıyla gideceğini söyledi. Sonra da hazırlanıp arkadaşlarına veda etmek için bir gün izin istedi. Ertesi gün, resim malzemelerini Ganuan Beyi’nin armağanı ata yükledi ve yaşlı siyah atına bindi. Aslında atı hayatının son günlerini şehrin kıyısında köşesinde otlanmakla geçiriyordu. Küçük kervan Malatya düzlüklerinden yola çıktı, kuzey yönündeki yaylalara ulaşıp geniş kuzey vadilerine doğru tırmanmaya başladı. Arkalarında kalan şehir gözden kaybolduktan sonra son derece kurak ve çorak bir yöreye vardılar. Mat görünümlü toprakta cılız ağaçlar, yenilgiye uğramış bir ormandan geriye kalanlar boy gösteriyordu ve ortam alaca boz kayalarla kaplıydı. Atların yaklaştığını duyan gri kertenkeleler koşarak kaya oyuklarına giriyordu. Tek tük şahinin hızlı gölgeleri tek tük yaban keçisini korkutuyordu. Bütün gün süren yolun sonunda, günbatımından az sonra Sakumat’la rehberi kurşuni boz kaya zirveleriyle çevrili, adeta havaya asılı bir vadi gibi görünen geniş bir düzlüğün kıyısına vardılar. Manzara ansızın değişmişti. Toprak aşağıdaki ovalara göre daha bereketliydi, etrafta otlaklar ve hatta küçük bağlar vardı. Uzak görünse de derli toplu ve tam merkezde yer alan beyaz taş evlerle dolu köy, Tanrı’nın armağanı gibi boy vermiş sedir ağaçları korusunun serinliğindeydi. Köyle koru arasında, ötekilerden daha beyaz ve yaygın bir biçimde beliren yapı, Malatya’nın en büyük konağı kadar büyüktü; hatta belki ondan da büyüktü. İşlenmiş tarlaları ve köy yollarını aştıktan sonra Sakumat saraya kabul edildi. Ortama egemen olan derin sessizliği hissetti. Sedir ağacından yapılmış ahşap kapılar önünde parlak kadife cübbeli uşaklar dikiliyordu. Sonra geniş ve serin bir odaya alındı. Köye bakan geniş bir pencereden yaylanın yarı bereketli vadisi ve onu çevreleyen zirvelerin oluşturduğu çember görülebiliyordu. Naktumal Beyi’nin geldiği bildirildi. Uzun boylu, tahminen ressamla aynı yaşta olan ama kısa saçlarına ak düşmüş bir adamdı. Koyu renkli pos bıyıkları yüzüne bambaşka bir hava katıyordu. “Evime ve toprağıma hoş geldin,” dedi Burban Ganuan. “Ulağımın ısrarına uyarak davetimi kabul ettiğin için sana teşekkür ediyorum. Olmam gerektiği gibi iyi bir ev sahibi olsaydım bu akşam dinlenmene izin verir, bütün bir gece rahat mısın diye merak ederdim… Bu sohbeti de yarına bırakırdım. Ama yüreğimdeki huzursuzluk ve sana sormam gereken soru, genç ve güçlü bir at gibi, yerinde durmak nedir bilmiyor. Eminim senin yanıtının samanını yiyene kadar tüm gece dans etmeye devam edecek.” Sakumat gülümseyerek hafifçe öne eğildi. “Konukseverliğin mükemmel efendim,” dedi. “Soruna gelince, merak etme, benden dürüst bir yanıt alacaksın. Yanıtım hemen verebileceğim türden olmayacaksa geceyi konuya kafa yorarak geçirme fırsatım olur. Şimdi beyim, lütfen dileğini dile getir çünkü genellikle aldığım tekliflerden farklı bir şey olacağı anlaşılıyor, bu da merakımı artırıyor.” Burban gülümsedi ve yere, camilerdeki kadar geniş halıya oturdu. Sakumat da karşısına yerleşti. “Tek bir oğlum var, çok genç, adı Madurer,” dedi Burban Ganuan usulca. “Tuhaf bir hastalığı var: Güneşe ve toza dair her şey ona zarar veriyor. Gözleri şişiyor, soluğu tıkanıyor, cildinde döküntüler, hatta yaralar oluyor. Açık havaya çıkamıyor, uşaklarımın çocuklarının yaptığı üzere sarayımın bahçelerinde koşup oynayamıyor. Bu kadar da değil: Işık ve dağ havası içeri gireceği için bunun gibi pencereli bir odada bile oturamıyor. Türkiye’nin tüm bilim ve bilgelik sahibi hekimleri bu eve geldi: Hepsi cesaretini toplayıp bana bu gizemli ve devası olmayan hastalığı açıkladı. Kimi eski zamanlarda, başka yerlerde de benzer durumlar görüldüğünü söyledi. Kimi oğlumun bedeninin havadan aldığı bazı maddeler yüzünden rahatsızlandığını ve güneş ışığının bunun etkisini çoğalttığını söyledi ama bu maddeler nedir, oğlumu nasıl koruyabilirim, bunu bilen çıkmadı. Hepsinin sıkı sıkı tembihlediği, Madurer’in sarayın en içteki ve korunaklı odasında kalması, nemli bir tülbentten süzülecek havayı soluması, güneş ya da başka bir ışığın ona ulaşmaması, odasının ancak tavan penceresindeki buzlu camla aydınlanması oldu. Bu hastalık ortaya çıktığından beri, yani beş yıldır oğlum ne evden çıkabildi ne de pencereden vadinin manzarasının, güneş ışığının keyfini sürebildi. Odalarına bitkilerin, çiçeklerin konması, asma yapraklarıyla süslenmesi de yasak çünkü toprak, polenler ya da bitki özleri ona zarar verebilir.” Sakumat’ın gözlerinin içine bakarak derdini dile getiren Burban başını öne eğip uzunca bir süre sustu. Ressam da susuyor, bekliyordu. Ganuan başını kaldırıp şöyle dedi: “Oğlumun odalarının duvarlarını resimlerle ve renklerle güzelleştirmeyi düşündüm, gelip geçen tüccarlardan ve avcılardan adını duydum, bu nedenle çağırttım seni. İşin bittiğinde konukseverliğimden ve vereceğim ücretten yakınmayacaksın. Kabul etmeni rica ediyorum.” Burban tekrar Sakumat’ın gözlerine baktı ve derin derin nefes alıp verdi. Güçlü, esmer sağ eli sanki asi bir atın dizginlerini tutarmış gibi çivili deri kemerini sıkıyordu. Ressam, “Sana bir soru sorabilir miyim efendi?” dedi “Tüm dikkatimi sana yöneltiyorum, bildiğim tüm gerçeklik yanıtımda olacaktır,” dedi Burban. “Oğlunun odalarına ne resmi yapmamı istersin?” “Tam olarak düşünmedim,” dedi Burban, “buna karar verecek olan senin sanatın ve fikrindir.” “Peki bir soru daha sorayım: Oğlunun ruh hali nasıldır? Bir çocuk için pek zorlu olan alınyazısı onu mutsuz ediyor mu? Yüzü ve bedeni ışık görmeyen bitkiler gibi durgun ve hüzünlü mü?” Burban bir anlığına gözlerini araladı. Kemeri tutan eli gevşedi. “Bu soruları yanıtlamayacağım dostum,” dedi, “istemediğimden değil ama bir babanın sözleri çocuğunu tanımlamaya uygun değildir. Sözlerimi dinleyince yanılsamanın çok büyük, sevginin çok yalancı olduğunu düşünebilirsin. Yanılmıyorsam duamı tüm yüce gönüllüğünle kabul ediyorsun ve yanıtı sana bizzat oğlumun yüzü, bedeni ve ruhu verecektir. Sen kendin göreceksin.”

Madurer solgun bir çocuktu ama mahzun değildi. On bir yaşında olmasına rağmen kapalı alanla kısıtlanmış hayatı gelişiminin de yavaşlamasına sebep olmuştu.Madurer’in hatları dokuz yaşındaki bir çocuğu andırıyordu. Yine de bir eksikliği yoktu, cılız değildi; temiz yüzü sevimliydi, kararlı bakan gözleri siyahtı, kara saçları gürdü. Teni babasınınki gibi solgundu. Bin bir renkli ipliklerle işlenmiş keten gömleklerini ona bakan, yaşadığı odaları mis gibi tutan yaşlı bakıcıları işlemişti. Burban, Sakumat’ı onun yanına götürdüğünde çocuk babasının elini öptü ve meraklı bakışlarla da olsa yabancıyı hafifçe eğilerek selamladı. “Madurer,” dedi Burban oğlunun elini tutarak, “on birinci yaş gününde sana bir armağan vereceğimi söylemiştim. Heyecanın artsın diye sürpriz olmasını istemiştim. Doğum günün yaklaştı. Yanımdaki kişinin adı Sakumat, o son derece mahir bir ressam. Güneyde yer alan Malatya’dan geliyor. Sanatıyla odanı süslemesi için davet ettim onu. Yanında pek çok fırça ve renkli boyayla geldi; inan parmakları sihirbaz parmakları gibi. Az önce isteğimi kabul etti. Onun resim yapışını izleme keyfini sürebileceksin ve resimleri odalarını süsleyecek.” Madurer tekrar Sakumat’a dönerek bu sefer uzun uzun baktı ona. Sonra babasının elini öpüp şöyle dedi: “Baba, sana iki şey söylemek istiyorum. İlk sorumu dinlerken ikincisinin de geleceğini aklında tut. İlk sorum şudur: Son günlerde bana vereceğin armağanın ne olacağını düşünürken bilmem neden, belki de istediğimden, sesi köy sokaklarından odama ulaşan müzik aleti kubikal çalan bir müzisyen olacağını düşünmüştüm. Sürprizden söz ederken bakışlarının duvarlarıma çevrildiğini ama oralarda başka şeyler gördüğünü fark etmiştim. Ben de köyü ve köyden sesi gelen kubikal ezgilerini düşündüğünü sanmıştım; oysa sen resimleri hayal ediyordun. Babacığım niyetini anladığımdan o kadar emindim ki müzisyenin karşısında nasıl oturacağımı, müziğini nasıl dinleyeceğimi ve hatta tüm çocuklar gibi bıkıp usanmadan defalarca yeniden çalmasını isteyerek onu şaşırtacağımı düşünüyordum. Armağanının o çıkmamasına üzüldüğümü zannedebilirsin ama babacığım, odamda resimler olabileceği hiç aklıma gelmediğinden artık üzgün değilim. Bu hiç hayal etmediğim bir armağan. Böylesinin yanında kubikal çalgıcısı bana tahta bir oyuncak bebek gibi görünüyor artık. Bu nedenle sana ve yanındaki kişiye teşekkür ediyorum. Bana sunduğunuz armağan öyle yeni ve güzel ki heyecanımı bastıramıyorum.” Bunu söyleyen Madurer babasının elini üçüncü defa öptü ve iki adam başka bir söz söylemeye fırsat bulamadan duvarlar arasında koştu, odalara girip çıktı, güldü, sevinçten delirmiş köpek yavrusu gibi kendi çevresinde döndü durdu. Ganuan elini, çocuğun onu öptüğü noktayı hafifçe dudaklarına değdirip gülümsedi. “Sorunun yanıtı budur dostum,” dedi. “Ben kendi payıma Tanrı’ya bu oğul için minnettarım: Ağrı Dağı’nın melekleri gibi kanatları olan bir oğlu bile ona değişmem. Sana ısrar etmemin nedeni, şu sevince tanıklık ediyor olmandır. Şimdi sizi yalnız bırakıyorum; arkadaşlık etmenizin zamanıdır. Sakumat, şu andan itibaren bir insanın verebileceği her ne istersen iste, sana verilecektir.” Burban yanlarından ayrılınca Sakumat kımıldamadan durdu. Madurer’se sevincini odaların her bir köşesine haykırmak istercesine neşeyle koşuşturuyordu. Sakumat çitlerin arasında hoplayıp zıplayan bir tayı gözleyen yetiştiricisi gibi bakışlarıyla oğlanı takip ediyordu. Çocuk arada sırada gözden kaybolduğunda bulunduğu odanın duvarlarına hızlı bir bakış atıyor, resimleri ve renkleri hayal etmeye çalışıyordu ama geniş yüzeyler, düşüncelerinde bile beyazlıklarını koruyarak bu rengin hayallerden daha güçlü olduğunu, onun tasarılarını erittiğini fark ettiriyordu. Bu nedenle hafifçe endişeye kapılan Sakumat, çocuğun haykırışlarının sona erdiğini gördü. Onun odanın kemerli kapısından içeri dalmasını bekliyordu ama her şey suskunluğunu koruyor, duvarların beyazı sessizliğin rengiymiş gibi görünüyordu. Başını dışarı uzattıysa da kimseyi göremedi. Sonra duvarın arkasında siyah bir tutam saç gördü. Hemen duvara yapıştı, kendini gizleyerek bekledi. Birkaç metre ötesinde soluklanma sesi vardı. Kımıldamadı, saç tutamı yeniden usulca belirdi, Madurer’di bu, yüzünde heyecan vardı. Ressam hızla bir adım öne çıkarak, “Buradayım!” diye onu şaşırttı. Çocuk hoş bir çığlık attı, yerinde zıpladı, sonra yüksek sesle gülerek yeniden ikinci odadan üçüncü odaya geçen eşiği aştı. Sakumat ağır adımlarla onu izledi ve o da öteki ikisi gibi tertemiz ve bembeyaz olan üçüncü odaya ulaştı. Madurer, daha yüksekte yer alan, tülbentler aracılığıyla ışığı süzdüren geniş mazgalların birinin altında, yarı silindir gibi görünen sağ duvarın önünde duruyordu. “Nerede olduğunu biliyorum,” dedi Sakumat ve özellikle arkasını dönerek saklandığı yerden uzaklaştı. Neşeli çığlıklar atan çocuğun heyecanlı soluğunu işitiyordu. “Seni şimdi bulurum Madurer… Eminim o vazonun arkasındasındır,” diyen Sakumat yarıya kadar su dolu büyük emaye kaba sanki ararmış gibi yaparak yaklaşırken çocuğun asıl saklandığı yeri görmezden geliyordu. O odadan çıkıp ikinci odaya saklanan miniğin zafer dolu ve soluk soluğa kısa koşusunu işitti. Ressam şakacıktan hayal kırıklığına uğramış gibi yaparak, “Ah burada da değilmişsin!” dedi. Onun yeni bir saklanma yeri bulmasına zaman tanıyarak peşinden gitti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Temiz Kalpliler ~ Susan HillTemiz Kalpliler

    Temiz Kalpliler

    Susan Hill

    Sırtında çantası, evinin kapısının önünde onu okula götürecek olan aracı bekleyen küçük bir oğlan çocuğu kaçırılır. Ciddi anlamda bedensel özrü olan bir kadın ölümle...

  2. Eszter’in Mirası ~ Sándor MáraiEszter’in Mirası

    Eszter’in Mirası

    Sándor Márai

    Sevdiği erkeğin yıllar önce kendisini aldatarak kız kardeşiyle evlenmesine göz yuman Eszter, uzak bir akrabasıyla birlikte, sakin bir hayat sürmektedir. Günün birinde eski sevgilisi...

  3. Tanner Kardeşler ~ Robert WalserTanner Kardeşler

    Tanner Kardeşler

    Robert Walser

    Hem yaşayıp hem de hayatımı küçümseyemem. Kendime bir hayat aramak zorundayım, yeni bir hayat, tüm hayatım sadece bir hayat arayışından ibaret olarak kalsa bile....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur