Delidolu Yayınları, Brezilyalı usta yazar José J. Veiga’yı ilk kez Türkiyeli okurlarla buluşturuyor.
Gevişgetirenler Zamanı, tahakküm edenle tahakküm altında kalanın ilişkisini sorgulayan tekinsiz bir öykü anlatıyor.
Gerçekçi anlatımında sembolizmden beslenen Gevişgetirenler Zamanı, küçük kasaba yaşamının evrenselliğini ortaya koyan, gizemli ve karanlık bir roman.
José J. Veiga, daha ilk satırlarından itibaren okuru ele geçirmeyi başaran romanı Gevişgetirenler Zamanı’nda, çok katmanlı ve derinlikli bir metne imza atıyor.
Hayatları iç içe geçmiş, neredeyse bir bütün haline gelmiş Manarairemalılar, bir gün, nehrin öte yanındaki çayıra yerleşen gizemli adamlarla güne uyanır. Kim oldukları ve nereden geldikleri bilinmeyen bu esrarengiz adamlar, yarattıkları korku, endişe ve öfke ile kasabanın toplumsal hafızasında derin izler bırakacaktır.
“Küçük kasaba sıkışmışlığını” tekinsizce anlatan Gevişgetirenler Zamanı, belirsizliklerle dolu bir atmosferde, tedirginliğin iktidarıyla başa çıkmaya çalışan bir avuç kasabalının mücadelesini konu edinen, çarpıcı bir roman.
Her şehrin, her kasabanın, halkı aklın yoluna davet eden bir deliye ihtiyacı vardır.
“Gerçekçi anlatımının ardında José J. Veiga’nın hikâyesi, Dante’nin İlahi Komedya’sına, Kafka’nın Şato’suna, Borges’in ve Donald Barthelme’nin öykülerine kadar uzanıyor, onlarla aynı kökü paylaşıyor…”
The New York Times
1
VARIŞ
Manarairema’da hava erken kararırdı. Güneş sıradağların arkasında –neredeyse birden düşermiş gibi– batar batmaz, lambaların yakılıp buzağıların içeri alındığı, insanların şallara sarındığı vakit gelirdi. O âna dek yalnızca nehrin durgun sularına, mağaraların derinliklerine ve karanlık mahzenlere nüfuz edebilen soğuk hava, ıslak burnuyla etrafı koklayarak dolanan bir köpek gibi, evlerin içine kadar girip yayılırdı. Karanlık bastırmaktayken Manarairema: haberler, müjdeler, koşuşturmacalar… Rüzgârın köşelere hafifçe çarparak getirdiği hiç eksilmeyen havlamalar, karanlıktan korkan bir çocuğun kulak ağrısından bağırışı… Ahenk içinde çırpınan kurbağalar, demiri bileyen cırcırböcekleri, başıboş bir halde siyah kumaştan bezler dikip asarak meydanı kasvetli bir partiye hazırlayan yarasalar… Gece, Manarairema’ya gelmek üzere. Tacir konvoyu, neredeyse gökyüzüyle bütünleşmiş bir halde yoldan aşağı inerek gelmekteydi. Geceyi geciktirmeye çalışan köprüdeki birkaç adam, atların üzerindeki yük çantalarının sarsıntısını ve taşlara vuran nalların sesini duyup ilgilerini o tarafa yöneltti. Domuz pastırması gibi, ihtiyaç duyulan malzemelerle yüklü olabilirlerdi. Emin olmak için iyimserce beklerken birer sigara yaktılar ve dudaklarına yapışan ve muhtemelen vücutlarının içini de yapış yapış eden tütünü içerek, berbat inek yağından, pahalılıktan ve neredeyse her şeyin eksik olmasından şikâyet ettiler.
“Köpekler bile sevmiyor. Benimkisi koklayıp kaçıyor.”
“Bu yüzden bu kadar insan mide ve bağırsak hastalıklarına yakalanıyor.”
“Dediklerine göre tuz da tükenmek üzereymiş. Valdijurnia’da hiç kalmamış.”
“Her şeyin tükeneceği gün de yakında gelecek.”
“Asıl, dünyanın sonu gelecek.”
“Hangi dünyanın sonu? Bu dünyanın sonu mu var!”
“Benim inancıma göre var. Dünyayı yaratanın, onu
ortadan kaldırması da gayet mümkün.”
“Rahiplerin göz korkutma muhabbeti… Yani dünyayı yaratan, onu daha sonra parçalamak üzere mi yarattı? Dünya, öylesine bir çocuk oyuncağı değil.”
Köprünün altından fısıldayarak akan su, biraz ileride girdap gibi dönerek köpürmekteydi. Islak yaprak ve kum kokusu taşıyan soğuk hava, dalgalar halinde yükseliyordu. Kurbağalar ve cırcırböcekleri gecenin sahibi olmak için yarış halindeydi. Birkaç sigara daha içildi, suya atılan izmaritler balıklar için tam bir hayal kırıklığı oldu. Aniden birinin aklına geldi:
“Tacirlere ne oldu?”
“Hakikaten… Buradan geçmediler.”
“Geri mi döndüler acaba?”
“Nereye dönecekler? Saçmalama.”
“Tabii… tacir falan yoktuysa, başka.”
Sorundan safça bir kaçış girişimi. Yani oradakilerin
hepsi, o kadar yükle ilerleyen hayvanları, kırbaçlanan atları uydurmuş muydu? Herkes mi hayal görmüştü?
“Ne demek tacir falan yoktuysa? Ben saydım bile. Sekiz ya da on kişi kadardılar.”
“Ben ancak ona kadar sayabildim, sonra aklım karıştı. Daha fazla da olabilirler.” Dümdüz yolda kaybolan on tane tacir. Bir açıklama gerekmekteydi, konu havada kalamazdı. “Bence ne oldu, biliyor musunuz,” dedi içlerinden biri, “domuz pastırması yüklü bir tacir konvoyu görmeyi aşırı derecede istedik. İnsan bir şeyi görmeyi çok isterse, gördüğünü sanır.” “Yahu, hepimiz görmedik mi? Hatta tek tek saydık. Domuz pastırması benim aklımın ucundan bile geçmedi.” “Belki de otlayan, başıboş hayvanlardı. Çalıların arasından çıkıp tekrar çalılara geri dönmüşlerdir.” Açıklama zayıf olsa da kabul gördü. Bunu çürütebilmek için bir başka açıklama gerekiyordu; tacirler bulutlara dolanmış bir halde havada asılı kalacak değillerdi ya. “Evet. Olabilir… Gözlerim zaten o kadar uzağı iyi seçemez. Hele karanlıkta, hiç.” “Aslında, ben de siz öyle söyleyince, sizinle ters düşmemek için gördüm demiştim. Tek gördüğüm, karışık figürlerdi. Tacir olduklarını söyleyemem. Dedikleri gibi, karanlıkta her halat bir yılan, her papaz bir keşiştir.” Ancak, gömülen sorun kök salar derler. Kasabadaki diğer insanlar da fark etmişti tacirleri. Taş yollardaki, köşelerdeki sohbetlerini bıraktılar ve adamların etrafını sarıp yüklerini nerede satacaklarını sormak için köprüye yöneldiler. Ertesi gün de sabah olmadan kalkıp herkesten önce sıraya gireceklerdi. Yolda, köprüden dönmekte olanlarla karşılaştılar.
“Tacirler nerede? Onları gördünüz mü?”
“Ne taciri?”
“Dalga mı geçiyorsun? Onları biz de gördük. Ne tarafa gittiler?”
“Ne bileyim ne tarafa gittiler!”
“Sormadın mı?”
“Beni ilgilendirmez. Benim kiremitle ne işim olur?”
“Sadece kiremit mi getirmişler?”
“Kiremit. Kerpiç tuğlalar. Toprak kaplar.”
“Domuz pastırması yok muydu?”
“Benim gördüğüm kadarıyla yoktu.”
İnanmış gibi yaptılar. Pastırmanın az miktarda olduğu biliniyordu ve yalnızca en yüksek fiyatı teklif edeceklere satılacağından belli ki adamlar gerçeği saklamaktaydı. İşin sırrı, ilgilenmiyormuş gibi görünüp sabah erkenden kalkarak iz sürmeye koyulmaktaydı. Kurnazlığın üstesinden ancak kurnazlıkla gelinebilirdi. Ertesi sabah kasaba yine pastırmasız bir sabaha uyandı ama bu sefer bir yenilik vardı: Nehrin öte yanına, üstünde dumanlar tüten, yaşam dolu, büyük bir kamp kurulmuştu. Hazırlıksız yakalanan ahali gözlerine inanamıyordu. Uyanıp daha yüzlerini bile yıkamadan havayı kontrol etmek için pencereden bakanlar, bu yeni sahne ile karşılaşıyordu. Birbirlerine sesleniyor, gösteriyor, sorular soruyorlardı ama ne olup bittiğine dair kimsenin bir fikri yoktu. Tüm evlerde durum birbirine benziyordu: insanlar ceketlerinin kollarını güçlükle çekiştirerek giyiniyor; kahve bile içmeden, uyuşuk köpeklerinin üzerine basarak dışarı çıkıyordu. Köpekler homurdanıyor, birbirlerine çarparak şapkalarını düşüren insanlar lanet okuyordu; gürültü, koşuşturmaca… Herkes aynı anda görmüş olmalıydı. Meydanın üst tarafı, balkonlar, nehir kıyısı… Her yeri kaplayan kalabalık gözünü o yöne dikiyor, birbirine işaret ediyor, tartışıyordu.
Çingene olabilirler miydi? Pek benzemiyorlardı. Çingeneler çadırlarını düzensizce yayarak kurar ve her taraflarına bez parçaları asardı; bunlarsa çadırlarını düz bir hatta, eşit aralıklarla iki sıra halinde, tam ortalarında bir çeşit küçük meydan oluşturacak şekilde kurmuştu. Ayrıca bir çingenenin, yanında köpek bulundurduğuna pek rastlanmazdı; oysa paketler taşıyıp içlerini açan, yakındaki kasabayı umursamadan fikir alışverişinde bulunan bu adamların, çimlerde oynayan, sıçrayarak havadan küçük ısırıklar koparan, çadırların arasında kuyruklarını sallaya sallaya havayı döverek birbirlerini kovalayan, hayatlarından son derece memnun köpekleri vardı. Mühendisler miydi acaba? Ya da madenci? Hükümet görevlisi olabilirler miydi? “Hadi gidip şunlarla konuşalım da kimin nesiymişler öğrenelim,” diye önerdi biri.
Diğerleri bu öneriyi düşünüp reddetti. “Onlar kendilerini üstün görüyorsa, biz de kendimizi öyle görelim. Ayaklarına kadar gitmeyelim.” “Belki ilk önce yerleşip toprağı biraz işlemek istiyorlardır; ardından yanımıza gelip kendilerini tanıtacaklardır.” “Aynen öyle. Bekleyelim. Şimdi oraya koşturmanın gereği yok.” Manarairema sabırsızca bekledi. Pencereleri kamp alanına bakanlar gözlerini onlardan bir an olsun ayırmadı, ocağa koşup bir yudum kahve almak için yerlerinden kalkmaları gerektiğinde bile hemen koşarak geri döndüler. Kimse doğru düzgün öğle yemeği yemedi, bir an için sofraya otururlarsa büyük bir olayı kaçıracaklarından korkuyorlardı. Bir şeyler atıştıranlar da bunu pencere önünde dikilerek ve gözlerini kamp alanından ayırmayarak yaptı; bir sosis parçası ya da çatala takılı bir et dilimiyle yetindiler.
“Bayrak direği dikiyorlar. Neden acaba?” “Şurada, otların üzerinde boğuşan iki kişi var. Sence kavga mı ediyorlar?” “Birbirlerine su sıçratıyorlar.” “Şimdi öğle yemeği yiyecekler. Ellerinde tabaklarla sıraya giriyorlar.” Akşam olmak üzereyken, ahali bugün artık yeni bir gelişme yaşanmayacağından endişe etmeye başlamıştı. Sağda solda kurulan sohbet çemberleri, hızlı adımlarla yaklaşan bir at ya da insan sesi duyduğunda sessizleşip casuslara karşı dikkat kesildi. Yabancılara karşı nezaket gereği –ve biraz da Manarairema’nın itibarı için– esnaflar dükkânlarını geç saate kadar açık tuttu; ya adamlar bir kutu mum ya da bir teneke gazyağı için gelip de kimseyi bulamazlarsaydı? Tezgâhın yanına veya duvara dayadıkları sandalyelerine oturan satıcılar uzun süre bekledi. Manarairema halkı, gizemli komşularını düşünerek ve vakit geldiğinde onlara nasıl davranacakları konusunda planlar yaparak odalarına çekildi. Gece yarısı kalkıp da nehrin diğer tarafındaki otlağa bir bakış atanlar, ateşin hâlâ yanmakta olduğunu ve belirli belirsiz gölgelerin etrafta dolaştığını gördü.
İlk temas, kutsal bir seyahatten dönmekte olan Rahip Prudente tarafından kuruldu. Rahiple yardımcısı, henüz öğle olmadan, karşıdan gelen güneşten gözlerini korumak için başlarını öne eğmiş katırları üstünde yoldan aşağı doğru inmekteydi. Köprünün yakınlarına ulaştıklarında iki adamla karşılaştılar; adamların omuzlarında birer sopa, sopaların iki ucundaysa dikiş yerlerinden sular sızdırmakta olan deri mataralar vardı. Yolda karşılaştığı insanlardan hürmet görmeye alışkın olan Rahip Prudente selam vermelerini bekleyerek onlara döndü ama adamlar ellerini şapkalarına doğru götürmedi bile; ki elleri boşta olduğundan, bunu hiçbir güçlük çekmeden yapabilirlerdi. Bunun üzerine rahip, ders vermekten çok kibirli görünmeme kaygısı içinde, ilk selamı kendisi verdi. Peki karşılık alabildi mi? Duymazlıktan geldiler. Daha arkadan yürüyen ve saygısızlığın farkına varan rahip yardımcısı da yüksek sesle, kışkırtıcı bir selam verdi ama adamlar dönüp bakmadı bile; üstelik, sanki daha önceden hazırlanmış gibi, muhtemelen kendilerinin uydurduğu bir melodiyi ıslıkla hafif hafif çalmaya başladılar.
Yardımcısı, rahibin yanına kadar sokuldu. “Siz de gördünüz mü efendim?” dedi. “Evet Balduíno. Bizden pek de hoşlanmışa benzemiyorlar,” dedi rahip kayıtsızca. Olayı sonradan başkalarına aktaran Balduíno, bir an için arkaya dönüp baktığında adamlardan birinin, başının üstünden salladığı sağ eliyle çirkin bir hareket yaptığını gördüğünü söyledi. “O dik başlılara adamakıllı bir ders vermekten beni alıkoyan tek şey,” diye ekledi, “efendimin kavgadan hoşlanmadığını bilmemdi.” Eğer bu adamlar gerçekten de Balduíno’nun söylediği kadar inatçı ve küstahlardıysa Manarairema’nın onlardan çekeceği vardı. Neyse ki hiç kimse onların yanına koşup gitmemişti de kuyruğu kıstırılmış bir halde geri dönmemişti. Ve eğer, yerleştikleri meranın sahibi çiftliğinden çıkıp da bulundukları yere gelir ve kampı hemen kaldırmaları talimatını verirse, işler o zaman çok gülünçleşirdi. Júlio Barbosa Efendi tam da bunu yapacak türden bir adamdı. Dürüsttü ama saf değildi; kimsenin oyun oynayamayacağı biriydi. Júlio Efendi, sırf yüzgöz olmamak için, evden çıkarken gülümsemeye dair yüzündeki tüm izleri silenlerdendi; birine “günaydın” dediğinde bu aslında selamdan çok bir emirdi. Böylece karşısındaki, günün geri kalanını kaygı içinde, itaatsizlik etme korkusu içinde geçirirdi. Kampa girip liderlerini çağırtması, onu uygun bir biçimde selamlaması ve cevap hakkı bile tanımadan kamptan taşınmaları talimatını vererek sırtını dönüp tek bir söz eklemeden oradan ayrılması son derece mümkündü. Bu artık kasabanın tek arzusuna dönüşmüştü. “Peki, ya adamlar terk etmezse?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGevişgetirenler Zamanı
- Sayfa Sayısı184
- YazarJosé J. Veiga
- ISBN9786052349274
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kitap Kurtları ~ Emily Henry
Kitap Kurtları
Emily Henry
Küçük bir tatil. İki rakip. Akıllarının ucuna bile gelmeyen bir aşk. Nora Stephens’ın hayatı kitaplardan ibarettir. Zira yaptığı iş de kitaplarla ilgilidir. Daha doğrusu...
- Görünmez İzler ~ Anna Hope
Görünmez İzler
Anna Hope
Dans eğitmeni olan Hettie, babasının ölümüyle kendisini evin geçimini sağlarken bulmuştu. Fazlasıyla katı annesi ve savaştan eski hâlinin bir gölgesi olarak dönen abisi de...
- Hitler Oyuncağımı Çaldı ~ Judith Kerr
Hitler Oyuncağımı Çaldı
Judith Kerr
Doğduğunuz, büyüdüğünüz, anavatanınız olarak gördüğünüz topraklardan apar topar uzaklaşmak zorunda kalsanız neler hissederdiniz? Hele bir de bu zorunlu göç, yaklaşmakta olan bir dünya savaşının...