
Hammurabi (saltanatı M.Ö. 1792-1750), günümüzde en az gelişmiş bölgelerden biri olarak görülse de bir zamanlar dünyanın en ileri toplumlarına ev sahipliği yapan Mezopotamya’nın gelmiş geçmiş en büyük şahsiyetlerinden biridir.
Güçlü Elam’ın uzaktan gözetimi altında birbiriyle sürekli çekişen irili ufaklı onlarca Mezopotamya şehir devletinden biri olan Babil’in kralı olduktan sonra uzun bir süre kendisi de bu iktidar savaşı içinde yer almıştır. Ancak zamanla idareci olarak sergilediği adil yönetim, diplomat olarak izlediği akıllı strateji ve savaşçı olarak gösterdiği başarıların etkisiyle, bugünkü adıyla Basra Körfezi’nden kuzeye doğru Mezopotamya’nın büyük bir kısmını ele geçirip tek devlet çatısı altında birleştirmiş, böylece bölgesinde şehir devletinden teritoryal devlete geçişin öncüsü olmuştur.
Fakat onu bugünlere taşıyan asıl başarısı savaşçılığı değil, yaklaşık 300 yasadan oluşan ve kendisinden önce kanun derlemeleri yapan hükümdarlardan farklı olarak ülkesinin çeşitli yerlerine diktirdiği dikilitaşlarla kamuya ilan ettiği Hammurabi Kanunlarıdır. Kanunlarının temel mantığının çoktandır terk edilmiş olan “göze göz, dişe diş” yaklaşımı olması, onun kendini adil bir kral olarak görmesini ve adaleti hükümdarlığının asli unsurlarından biri olarak kabul etmesini engellememektedir. Hammurabi’nin aynı zamanda bu algıyı halkına ve sonraki nesillere başarıyla aktardığı da ortadadır.
Gerek bu açıdan, gerekse eldeki bilgi ve malzeme açısından Hammurabi, yazarın sözleriyle, belki de biyografisi yazılabilecek ilk insanoğludur.
- Bölüm
İlk Yıllar
Hammurabi, M.Ö. 1792’de Babil Kralı oldu. Tahta çıktığında Lepeyce genç olmalı, çünkü kırk üç yıl boyunca tahtta kaldı; ama kral olduğunda onlarında mıydı, yirmilerinde miydi, otuzlarında mıydı bilmiyoruz. O zamanlar yaşam süresi şimdikinden daha kısaydı, ama bazı kişilerin yetmişine kadar yaşamış olduğu biliniyor ve büyük ihtimalle Hammurabi de bunlardan biriydi. Annesinin adı bilinmiyor. Tahtta selefi olan babasının adı Sin-muballit’ti ve o da yirmi yıl krallık yapmıştı. Her ikisi de Babil şehrini ve çevresini yöneten bağımsız krallar hanedanından geliyordu. Hanedanın 1900 civarında başlayan saltanatı, 1600’lere kadar varlığını sürdürdü. Bu krallara artık Babil’in Birinci Hanedanı deniyor; Hammurabi de hanedanın en şöhretli mensubudur.
Siyasal olarak Babil, o zamana dek Mezopotamya’yı baştanbaşa kaplayan sayısız şehir devletinden -bir şehir merkezinden yönetilen küçük bölgelerden biriydi. En eski şehir devletlerinin kuruluşu M.Ö. 3000’e kadar dayanıyordu, diğerleri daha yeniydi ve Hammurabi tahta çıktığı sırada Babil de henüz 400 yıldır varlığını sürdürüyordu. İkinci binyılın ilk yüzyıllarında şehir devletleri, Basra Körfezi’nden güney Türkiye dağlarına, günümüz İran’ının batısından Akdeniz kıyılarına kadar her yere dağılmış durumdaydı. Çoğu şehir devletinde kral ve etrafındakilerin kaldığı bir saray bulunuyordu. Hepsinin merkezinde, devletin baş ilahına tapınmak için kullanılan en az bir tapınak vardı. Hepsinin ordusu vardı; ordunun büyüklüğü nüfusa ve zenginliğe göre değişiyordu. Bu devletler çoğunlukla birbirine yakın oldukları ve nüfuslarını beslemek için tarım alanlarına ihtiyaç duydukları için çatışmalar ilişkilerinin normal bir parçasıydı. Dört bin yıl sonra kadim kaynakların merceğinden geçirerek oluşturduğumuz bakış açısından, bu şehirlerin sürekli birbiriyle savaş halinde oldukları bile düşünülebilir. Kimi zaman bir şehir, askeri başarı elde ederek geniş toprakları fethedip diğerlerine boyun eğdirebiliyordu -belki bir kaç onyıl, belki bir yüzyılama merkezi güç düşüşe geçtiğinde bağımlı şehir devletlerinin bağımsız hanedanları yeniden ortaya çıkıyordu. Ama şehir devleti ideali giderek çaptan düşüyordu ve teritoryal kontrolün sağlamlaştırılması ağır ağır da olsa yaygınlaşıyordu. Hammurabi’den üç yüzyıl önce Mezopotamya’nın en güneyindeki Ur şehri, günümüz Bağdat’ından Basra Körfezi’ne kadar bir bölgenin (daha sonra buraya Babilonya denecekti) tamamını birleştirmişti ve Babil şehri de bu bölgenin içindeydi. Bu birlik dağıldığında kökenleri bu şehirlere değil göçebe çobanlara dayanan kişiler, yerel tahtlardan birkaçını ele geçirdi. Bu kişiler şehir halkından farklı bir dil konuşuyorlardı, yani Akkadca değil Amurru dili kullanıyorlardı ve kendilerine özgü gelenekleri ve tanrıları vardı. Ama şehirlerin hükümdarları haline geldiklerinde kadim kent adetlerini kabul ettiler, Akkadca yazıyı kullandılar ve hem ibadet hem yönetim bakımından şehir hükümdarlarının uygulamalarını benimsediler. Ne var ki, çifte geçmişlerini de unutmadılar: onlar aynı anda hem şehir kralları hem de aşiret şeyhleriydi (Bu tabir anakronik ve daha sonraki Ortadoğu terminolojisine dayanıyor, ama aradaki ayrım aşağı yukarı aynı).
Hammurabi de Amurru soyundandı. Antik Mezopotamya’daki tüm isimler gibi kısa bir cümleden oluşan adından da bunu anlamak mümkün. Pek çok isimde tek bir dil kullanılır. Örneğin Hammurabi’nin babası Sin-muballit’in adı tamamen Akkadcaydı ve “Tanrı Sin hayat verendir” anlamına geliyordu. Hammurabi sözcüğü ise Amurru dilinde “aile” (hammu) ile Akkadca sıfat “büyük”ten (rabi) oluşuyordu. (Kimi araştırmacılar bu adın tamamını Amurru dilinde okurlar: “Ammurapi”, yani “iyileştiren hısım”.) Benzer şekilde Hammurabi’nin unvanları da her iki kültüre birden gönderme yapar: çoğunlukla kentsel rolünü gösteren bilindik “Babil Kralı” unvanını kullanmıştır ama zaman zaman kabile ilişkisine göndermede bulunan “Amurru ülkesinin kralı” ya da “babası” unvanını da kullanır.
Hammurabi’nin ailesi de dönemindeki diğer ailelere benziyordu ve kültürel geleneklerin birbirine karışması tüm Ortadoğu’da yaygın bir durumdu. Güney Mezopotamya’da Antik Babil mirası ağır basıyordu: Sümer ve Akkad karışımı, ayrıca biraz da Amurru öğeleri. Kuzey Mezopotamya’da
Amurru ve Hurri gelenekleri hâkimdi. Güneybatı İran’da yerel Elam kültürü Babil’in kuvvetli tesiri altındaydı. Batı Suriye’de Amurrular ve diğer yerel kültürler de Babil’in uygulamalarını kabul ediyordu. Babilliler’in yazı kültürü Ortadoğu’nun tamamında yayılmıştı. Nüfusun bir hayli küçük bir azınlığını oluşturan yazı yazanlar, dördüncü binyıl sonunda güney Mezopotamya’da geliştirilen çiviyazısı ve kil tablet tekniğini kullanıyordu. Birbirinden farklı diller konuşuyorlardı -Akkad, Amurru, Elam, Hurri, Sümer dilleri ve muhtemelen başka diller deama birbirleriyle temas kurarken hepsi de Babilce yazıyordu.
Hamurabi babasının yerine tahta geçtiğinde Babil Krallığı 60 km’ye 160 km kadar bir büyüklüğe sahipti. Hammurabi’den önceki krallar, Borsippa, Kiş ve Sippar gibi bazı komşu şehir devletlerini kendi krallıklarına ekleyerek, Babil şehri etrafındaki küçük toprak parçasını genişletmişlerdi. Krallığa dâhil edilen Borsippa, Kiş ve Sippar kentleri, önemli şehirler olarak kaldılar. Bu şehirler, Dicle ile Fırat’ın birbirine en yakın olduğu yeri, yani Babil’in en kuzeyini kontrol ediyorlardı. Hammurabi başa geçtiğinde, krallığı Ortadoğu’daki birçok krallıktan biriydi ve en önemlisi olduğu kesinlikle söylenemezdi. Jeopolitik durum karmaşıktı ve önceki yıllarda çok şiddetli değişimler yaşanmıştı. Tam da Hammurabi kral olduğu sıralarda, Larsa’nın kralı Rim-Sin Babilonya’nın güneyiyle ortasını, yani Babil şehrinin güney sınırından Basra Körfezi’ne kadar olan bölgeyi birleştirmişti. Birlik sağlamak için tüm komşularını fethetmiş, en nihayetinde de Ur’un düşüşünden beri orta Babilonya’ya hâkim olan İsin’i topraklarına katmıştı. Bu yüzden, Hammurabi güneyde ürkütücü bir hasımla karşı karşıya kaldı: Rim-Sin, Hammurabi’nin babası Sin-muballit’in kendisine karşı 1810’da İsin ve Uruk’la birlik olduğunu ve sonrasında da sık sık çatışmalar yaşadıklarıni unutmamıştı.
Hammurabi’nin kuzeydoğudaki komşusu da güçlüydü. Dicle’nin öte yanındaki Diyala Irmağı boyunda Eşnunna devleti vardı. Eşnunna kralları Zagros Dağları’ndan aşağıdaki ırmağın bulunduğu ovaya kadar olan bölgede iktidarı pekiştirmiş, hatta daha kuzeydeki bölgelere doğru başarılı seferlere çıkmışlardı. Babil’i kendi başına bırakmış görünüyorlardı, ama Dicle’den geçişleri kontrol eden şehirler üzerinde hak iddia ediyorlardı. Örneğin günümüz Bağdat’ının alt tarafında kalan birkaç şehir Eşnunna’nın sıkı denetimi altındaydı.
Dicle’nin doğusunda, Eşnunna’nın 300 km kadar güneyinde güçlü Elam devleti bulunuyordu. Elam’ın batıdaki başkenti Susa’nın dördüncü binyıla kadar uzanan saygın bir tarihi vardı. Dicle ile Fırat arasından geçen tek yol kuzeye, Zagros’un eteklerine doğru gidip ve Eşnunna Krallığı’ndan geçtiğinden, Elam bir bakıma bu topraklardan yalıtılmış durumdaydı. Ama Elam güçlü ve zengindi, üstelik tüm devletlerin saygısını ve korkusunu kazanmıştı. Yöneticisi Babil’in iç meselelerine karışabiliyor, isteklerini dayatabiliyor ve anlaşmazlıklarda nihai hükmü veriyordu. Ama Hammurabi’nin ilk krallık yıllarında Elam hükümdarı, Mezopotamya topraklarını doğrudan kendi krallığına katmaya yönelmeyerek mesafesini korudu.
Mezopotamya’nın işlerine aktif olarak karışan, dönemin bölgesel süpergücü, Babil’in kuzeyinde kalan, uzaktaki Yukarı Mezopotamya Krallığı’ydı. Bu devleti Şamşi-Adad adıyla tanınan bir kral kurmuştu. Bu kralın şahsi geçmişi krallığının geçmişiyle iç içe geçmişti. Şamşi-Adad’ın kökenlerine ve saltanatının ilk dönemine ait çok az bilgi vardır. Tıpkı Hammurabi gibi o da bir şehirde iktidarı alan Amurrular’ın soyundan geliyordu, ama bu iktidarın ilk olarak hangi şehirde alındığını tam olarak bilemiyoruz. Şamşi-Adad’ın babası da bir şehir hükümdarıydı. Adı bilinmeyen bu şehir, muhtemelen Babil ile Eşnunna arasında bir yerlerdeydi. Ayrıca bu hükümdarın komşularına karşı seferlere çıktığını da biliyoruz. Şamşi-Adad, on dokuzuncu yüzyıl sonunda bilinmeyen bir tarihte babasının yerine tahta çıktığında, Eşnunna’nın geçici zayıflığından faydalanarak Kuzey Mezopotamya’nın geniş bölgelerini işgal etti. Olayların kronolojik gelişimi çok net olmasa da bazı ayrıntılar açıkça biliniyor. 1811’de Şamşi-Adad Dicle boyundaki bir şehir olan Ekallatum’u ele geçirdi. Üç yıl sonra yakınlardaki Asur şehrini fethetti. Kuzey Mezopotamya’daki en eski şehirlerden biri olan Asur şehri, Babil, İran ve Anadolu arasındaki uzun mesafeli ticarette merkezi bir rol oynuyordu. 1808’de Şamşi-Adad, Asur tahtına geçti ve iktidarını meşrulaştırmak için kendisinin ve atalarının adlarını resmi kral listesine ekletti. Bu belgenin sonraki nüshalarına bakılırsa, otuz üç yıl daha burada hükümdarlık yapmıştır.
Dicle Vadisi’nin batısında kuzey Irak ve Suriye’nin engin ve bereketli ovaları, ayrıca Anadolu ve Akdeniz’e giden yollar uzanıyordu. Dolayısıyla, bu yönde genişlemenin çok büyük ekonomik getirileri olabilirdi. Ayrıntılar çok açık olmamakla beraber, görünüşe bakılırsa Şamşi-
Adad batıda bulunan küçük krallıkları aşama aşama ele geçirmiş ve kimilerini kendi devletine katarken, kimilerini de vassalı olan yerli kralların idaresine bırakmıştı. Batıda en güçlü hasmı, Yahdun-Lim’in hükmettiği Mari Krallığı’ydı. Bu krallık hem Orta Fırat Vadisi’ni hem de Habur’un güneyini elinde tutuyordu. İki devlet Mari’nin kuzeyindeki bölgeler için savaştı ve ilk başta Yahdun-Lim daha başarılı oldu. Ama 1794 civarında kendi oğlu Sumu-Yaman onu öldürüp Mari Krallığı’nın başına geçti. Ne var ki, o da iktidarını uzun süre devam ettiremedi; üç yıl sonra, 1796’da Şamşi-Adad Mari’yi ele geçirip topraklarını kendi devletine kattı.
Şamşi-Adad’ın yarattığı ve bizim Yukarı Mezopotamya Krallığı adını verdiğimiz devlet, kendi dönemine göre muazzam büyüklükteydi. Kuzey Mezopotamya’da Dicle ile Fırat arasında 400 km boyunca uzanıyordu ve Babil Krallığı sınırından Türkiye dağlarına kadar da yine takriben aynı uzunluktaydı. Nüfus yoğunluğu Güney Mezopotamya’da-kinden çok daha düşüktü ve topraklarının büyük bir kısmı kalıcı yerleşime imkân vermeyecek kadar çoraktı. Şamşi-Adad, krallığı çok büyük olmasına rağmen kazandığı zaferlerle yetinmedi. Kimi zaman müttefikleriyle birlikte, kimi zaman onlara karşı uzaktaki bölgelere doğru seferlerini sürdürdü. Krallığının genişliği sayesinde, büyük ölçüde oğullarının idaresine dayanan bir örgütsel yapı kurdu. Şamşi-Adad krallığın kuzeyinde kendisini yüce kral ilan etti ve Şehna adlı mevcut bir şehri yenileyerek adını Şubat-Enlil olarak değiştirdi. Ölümünden sonra uzun süre hükümdarlığını sürdürecek ve sık sık Hammurabi’yle temas kuracak olan büyük oğlu İşme-Dagan, devletin doğu kısmını yönetmek üzere Ekallatum’un kralı oldu. Küçük oğlu Yasmah-Addu da Mari’nin hükümdarı oldu ve batıdaki meselelerle uğraştı. Baba oğullarını sıkı denetim altında tuttu, mektuplarında bolca tavsiyelerde bulunup talimatlar verdi ki bu mektupların çoğu daha sonra Mari’deki kazılarda bulunmuştur. Kardeşler kendi aralarında da sürekli temas halindeydiler ve büyük olanı, çoğunlukla küçüğüne patronluk taslıyordu. YasmahAddu, babası tarafından hor görülüyordu. Sık sık şöyle azarlarla dolu mektuplar alıyordu:
Ne diye tek tel sakal yok yüzünde? Ne zaman evinin idaresini eline alacaksın? Ağabeyinin koca koca orduların başına geçtiğini görmüyor musun? Artık sen de kendi evinin, kendi sarayının idaresini eline al!
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Biyoğrafi-Otobiyoğrafi
- Kitap AdıHammurabi
- Sayfa Sayısı176
- YazarMarc Van De Mieroop
- ISBN9786253840235
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Marco Polo ~ Laurence Bergreen
Marco Polo
Laurence Bergreen
Venedikli Marco Polo (1254-1324), tüccar babası ve amcasıyla birlikte İran’dan Türkmenistan’a, Afganistan’dan Çin’e kadar tüm Asya kıtasına hükmeden Moğol hükümdarı Kubilay Han’ın huzuruna çıktığında...
- Tarihe Tanıklığım ~ Aliya İzetbegoviç
Tarihe Tanıklığım
Aliya İzetbegoviç
“Buradakiler hayatımın belirli kesitleri çünkü hayatımın tamamının bazı kısımlarını unuttum, bazı kısımları da bana özeller. Geriye kalanlar ise biyografiden çok tarihi kronoloji mahiyetinde. Hayatımı...
- Anılar, Düşler, Düşünceler ~ Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler
Carl Gustav Jung
Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, 1957 baharında 81 yaşındayken, hayatını ve anılarını, meslektaşı ve yakın dostu Aniela Jaffé’ye anlatmayı kabul etti. O güne...