Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Her Gün Hüzün – Sol Ayağım 2
Her Gün Hüzün – Sol Ayağım 2

Her Gün Hüzün – Sol Ayağım 2

Christy Brown

“Tüm bu gürültü patırtının ne olduğunu merak eden bir grup heyecanlı çocuğun yanında,tekerlekli sandalyesinin kenarında oturuyordu.” Romanın ilk bölümü,işte böyle başlar. Öylece oturuyordur; çünkü…

“Tüm bu gürültü patırtının ne olduğunu merak eden bir grup heyecanlı çocuğun yanında,tekerlekli sandalyesinin kenarında oturuyordu.”

Romanın ilk bölümü,işte böyle başlar. Öylece oturuyordur; çünkü etrafındaki faaliyetlere güçlükle katılabilen, neredeyse çaresiz bir kötürümdür. Buna rağmen, roman başladığında bir çocuk, bittiğinde ise erkekliğin eşiğinde, “Her Gün Hüzün”ün ana karakteridir. Katılmaktan aciz, acılı ve dingin yüreğiyle tekerlekli sandalyesinde etrafı gözler; Dublin’in, oturdukları kenar mahallesine dağılmış, parçası olduğu ailesinin davranışlarını ve duygularını belleğine kaydeder. Burası aslında, 40’lı ve 50’li yıllarda, acılı ve sevinçli günler geçiren Dublin’dir. İhtişamı ve sefaletiyle, arka sokakların ve köhne meyhanelerin hoyrat, acımasız, âlemci ve zinacı Katolik Dublin’i; yaşam adına muazzam bir farklılık. Chiristy Brown, tamamen duygusallıktan uzak yazar. Sözünü sakınmaz, keskin görüşlüdür. Onun, Dublin’in görüntüleri, sesleri, kokuları ve doğal manzaralarıyla ilgili tasvirleri, şimdiye kadar nadiren yapılmıştır. Onun karakterleri, yaşam ateşi ile yanar.

• • •

Christy Brown, sadece on üçü hayatta kalabilen yirmi iki çocuklu bir ailenin çocuğuydu. Doğuştan zihinsel bir felçle dünyaya geldi, kullanabildiği tek uzvu sol ayağı oldu. Londra’ya yaptığı birkaç ziyaret ve bir kez yaptığı Amerika seyahati dışında, tüm yaşamını Dublin’de geçirdi.

***

BİRİNCİ
BÖLÜM

Tüm bu gürültü patırtının ne olduğunu merak eden bir grup heyecanlı çocuğun yanında, tekerlekli sandalyesinin kenarında oturuyordu. Hepsi, paralarını ödedikleri bez çadırın ve üzerinde cicili bicili harflerle “Resim Galerisi” yazan afişin asılı olduğu kapının öte tarafında duran, üç alçak metal kutunun etrafında toplanmışlardı. Daha önce hiç karnavala gelmediği için heyecanlıydı. Gürültü, toz, müzikhollerin gösterişli ezgilerini çalan laternalar; üstü başı yırtık pırtık müzisyenlerin kollarına bacaklarına tırmanan, öfkeyle bağıran, kahkahalarla izleyiciye fıstık ve muz kabukları atan kırmızı kurdeleli maymunlar; Sırra Kadem Basan Kadın ve Falcı Madam Makura ve Dünyanın En Küçük Adamı’nın parlak renkli çadırı; ışıklar saçarak çember oluşturan fişekler ve dönen zincirli salıncaklar; atış poligonu ve piyango çadırları ve çarpışan otoların tepesinde nahoş çığlıklar atıp gürültüler çıkaran neşeli genç kızların rüzgârda uçuşan çan etekli elbiseleri, erkek çocukların ve genç adamların gülüşmeleri, göz kırpışları, açık saçık el hareketleri. Tüm bunlarla kendinden geçmiş halde öylece oturmuştu. Erkek kardeşlerinin hepsi “Yol verin!“ ve “Geçmemize izin verin bayım!” diye bağırarak onu kalabalığın içinde sürüklediler ve diğer çadırlardan epey uzakta, yerel kilise binası için para toplanmasına yardımcı olmak için düzenlenen karnavalın kurulduğu alanın neredeyse sınırında bulunan şu “Resim Galerisi”ni buldular. Kapıda duran pasaklı adam ona pis pis sırıttı ve neredeyse muzip bir işaret yapacaktı ancak oğlanların sert görünüşlü ve bazılarının yaşına göre çok uzun boylu olduğunu fark edince hafiften gülümsedi. Kardeşleri onu çadırın loşluğuna doğru ittiler ve artık orada, unutulmuş bir şekilde oturuyordu çünkü oğlanlar heyecanla, tuhaf parlak yeşil bir ışık saçan, makine gibi görünen acayip kutuların etrafına akın ettiler. Makinelerin yanlarında, çocukların tepedeki açıklığa bakarken yavaşça çevirdiği kollar vardı. Oğlanlardan bazıları çok sessizdi, dalmışlardı, seyrederken kendilerinden geçmişlerdi; diğerleri ıslık çalıyorlar, kahkaha atıyorlar ve “Şuna bakar mısın?” ve “Şu karavandaki bebeklere bakın!” gibi müstehcen haykırışlarla, biraderlerinin kalçalarına ve sırtlarına vuruyorlardı. Bir süre sonra büyük kardeşi geri döndü, elinin eklemleriyle gözlerini ovuşturdu ve gözlerini indirip ona düşünceli baktı; daha sonra ona pis pis sırıttı ve tekerlekli sandalyesindeki kardeşini makinelerden birine doğru itti.

“Tanrım, hayır!” diye haykırdı, en büyük kardeşi Jem; Tony’nin edepsiz niyetini hissedince panikle o tarafa koşturdu, güven veren şişman yüzü gerçek bir korku sergiliyordu. “Kötürüm birine pis resimler gösteremezsin!”

Diğerlerinin hepsi güldü; Tony, Jem’i iterek yere serdi, sonra da sakat kardeşini omzuna kaldırdı. Oturduğu geniş omuz çıkıntısından “resim kutusu”nu net bir şekilde görebiliyordu ve gördüğü şey karşısında şaşırdı. Tony yan taraftaki kolu çevirip kontrolü ele geçirince, tamamen kusursuzca tanımlanmış ve resmedilmiş, minyatürleştirilmiş küçük bir dünya, kırpışıp belirsizleşmeye başladı ve nihayet kutunun, oldukça naçizane ve beklenmedik bir biçimde gizlenmiş, dört tarafı paslı metallerle çevrilmiş sihirli Pandora kutusunun, ışıklı dibine bağlanmış küçük dikdörtgen ekranı üzerindeki odakta asılı kaldı. Çocuk büyülenmişti; her şey bilinç ve algısının sınırlarından koptu ve önünde açılan harikulade, peri masalı, küçük evrensel dünyayı seyrederken, içinde kayboldu. Sanki cumartesi öğleden sonrasında yerel sinemada olmak gibi bir şeydi -halk arasında “Kameriye” olarak bilinirdi ve ne bir çiçek, ne bir çalı, ne de bir bitki bulunduğu için yerel mizahın bir örneğiydi. Sadece burası daha iyiydi, daha çekiciydi çünkü ekran küçüktü ve her şey çok sessizdi ve izleyicinin kaba saba gürültüsünden çok uzaktı. Öyle ki, o tek başına bir izleyiciydi; hayatın içine sıçrayan, aklını aşağılara sürükleyen ve tıpkı bir mıknatıs gibi üzerine çeken, küçük parlak ekrandaki küçük açık seçik performansın yegâne seyircisi.

Bir kadın yatağa girmeye hazırlanıyordu; başka bir deyişle, üzerindekileri teker teker çıkarıyordu, yavaş yavaş, oldukça zarif bir biçimde, minicik giysilerinin her parçasını, görüntü dışına atmadan önce, parmaklarının ucuyla incelikle tutuyordu; çocuk yabancı ülkelerde insanların bu şekilde yatağa girdiğini hayal etti. Sanki komik bir şeyler düşünüyormuş ya da özel bir şakanın keyfini çıkarıyormuş gibi sürekli gülümseyen ve kendi kendine yapmacık bir biçimde sırıtan kadın balıketliydi, kafası kıyak gibi görünüyordu. Hareketleri tıpkı bir balerin gibi düşsel, telaşsız ve melodikti; her mimiğiyle adeta süzülüyor, sallandıkça dalgalanıyor ve hafif gerçekdışı, mahcup bir yorgunlukla kendini soyarken, siyah ipeksi giysilerini inci gibi bedeninden çıkarırken, neredeyse odadan dışarı taşıyordu. Daha sonra görüntü sallanıp, bulanıklaşıp, odaktan çıkarak çocuğun canınıı sıktı. Vücudunun geri kalanından daha büyük kafasıyla ve Picasso tarzı gerçeğin çarpıtılmasıyla kadın, bir çizgi roman karakteri gibi göründü. Bu onu eğlendirebilirdi ancak şu anda kadını gerçekte olduğu gibi görmek istiyordu çünkü kafasında ya da kafasının en uzak köşesinde tuhaf bir şeyler oluyordu; belirli bir anı yukarı, düşüncelerinin üzerine çıkıyordu ancak daha kavrayamadan, tanımlayamadan, çoğu zaman bu tür şeylerin saklı kaldığı yeraltı mağarasına fırladı gitti. Onu hâlâ omuzlarında rahatlıkla taşıyan Tony, kontrol kolunu sabitlemeye yetecek bir süre için biraderleriyle şakalaşmayı kesti ve görüntü, çocuğun arzulu bir şekilde seyretmesine, her şeyi net ve müdahale olmadan görmesine olanak sağlayan eski derinliğine ve simetrisine geri döndü.

Kadın bir yana doğru dönmüş, ayakta duruyordu; şu anda sadece siyah iç çamaşırının içindeydi ve göğüsleri gururlu bir biçimde öne doğru fırlamıştı. Çocuk terlemeye başladı. Yine o cezbeden, eziyet eden anı aklına geldi; daha önce ne zaman ve nerede ve neden böyle hissetmişti? Kadın üzerindeki ipeksi çamaşırı yukarı kaldırmaya başladı, başının üzerinde tuttu; çocuk, kadının belkemiğinin kökünde, kıvrımlı butlarının üzerindeki çukuru gördü… Ve hatırladı.

Altı kardeşiyle, arka odanın köşesinde yere yayılmış hasır döşekte uyuyorlardı; annesi bu döşeğe, çocuğun gülmesine neden olan “Paliass” adını vermişti. Kulağa, dost canlısı bir eşek gibi geliyordu. Her zaman olduğu gibi, iki sıcak bedenin arasına rahatça sokularak, en konforlu pozisyonu almayı garantilemişti ve burun deliklerinde o çürümüş kokuyu alana kadar yeterince rahattı. Birisi gaz çıkarmıştı ve o, suçlunun kim olduğunu biliyordu; bu nedenle Pete’in sırtından bir et parçasını yakaladı ve Pete homurdanıp ve lanet okuyup, uykusunda dönüp kıvranana kadar, ayağının başparmağı ve ikinci parmağı arasında tüm gücüyle sıkıştırdı. Anne, Pete’in bu kadar çok gaz çıkarmasının nedeninin “gaz sancısı” olduğunu ve ona sinameki otu ve “gaz sökücü ilaç” verdiğini söylerdi. Cumartesi gecesi her zaman için sinameki otu gecesiydi; bu otun, çocuğun asla yerini tam olarak belirleyemediği ya da açık bir şekilde anlayamadığı ancak karın bölgesinde bir yerlerde olduğunu ve tuvalette harekete geçmezlerse acılara neden olduğunu bildiği bağırsaklara çok iyi gelmesi gerekiyordu. Bu yüzden, kendi kafasında bağırsaklarla tuvalet arasında bir şekilde bir bağlantı vardı ve günün birinde altındaki tuvaletin derinliklerine bakıp, aldığı sinameki otu yapraklarının zorlamasıyla birbirine karışmış bağırsaklarının kendisinden söküldüğünü görmekten sürekli korkuyordu. Gaz çıkarma alışkanlığının karşılığında Pete’e, insanlar tarafından, aynı zamanda korkak anlamında kullanıldığı için Pete’in öfkesine neden olan, “Windyl” lakabı takılmıştı, ancak kardeşi, genellikle ağzı yerine ikna edici yumruklarıyla konuştuğu için, asla böyle adlandırılamazdı.

Cumartesi gecesi aynı zamanda, en büyük kardeşi Jem’in, elinde buharı tüten siyah bir birayla geldiği gündü. Jem yeni yeni içmeye başlamıştı, henüz acemiydi ancak öğrenmeye hevesliydi ve bu işi ikinci bir meslek haline getirmiş babaları kadar alışkın değildi. Babaları on iki yaşından beri, biranın yarım litresinin bir buçuk peni, üç yarım pens olduğu zamanlardan beri içiyordu; bu nedenle genellikle kuryelikten kazandığı bir şilinin “boyunduruğundaydı”. Babaları, damarlarında kan yerine alkol dolaştığını söylerdi; bu çok tuhaftı, viski ve biranın babasının damarlarında tıpkı kızıl sıcak lav gibi köpürdüğünü ve tısladığını hayal edebiliyordu ve onun bazen çok vahşi görünmesinin ve davranmasının, gözlerinin bir bitki sapının ucundaymış gibi pörtlemesinin ve kayıp bakışlarının nedeninin bu olduğunu düşünüyordu. Ancak Jem henüz on sekizinde bile değildi ve babasına yakalanmanın ölümcül korkusuyla, arkadaşlarıyla gizlice içerdi. Böyle olunca her cumartesi gecesi, çoraplı ayaklarıyla, merdivenleri sallana sendeleye çıkar, babasının ön taraftaki yatak odasında, yanındaki sandalyede siyah ağır kemerin durduğu yatağında, belki onu dinlediğini hatırlayana kadar, muhtemelen kendi kendine bir şarkı mırıldanmaya başlardı. O cumartesi gecesi de istisna değildi. Jem geldi ve bir eliyle botlarını tutup diğer eliyle tırabzanı yoklayarak karanlık merdivenlerden çıktı, yorgunluktan ve aşırı biradan ağır ağır soluk alıyordu; sürekli hıçkırıyor, kendi kendine af diliyor, kendini fısıltıyla yatıştırarak monoloğunu sürdürüyordu:

“Sarhoş değilim baba. Tanrı kadar gerçek bu, sarhoş değilim, böyle bir şey yapmam, sadece birkaç şişe, o kadar, sarhoş değilim baba, Tanrı kadar gerçek…”

Jem becermişti; midesi kalkıp onu titretmeden önce arka odaya gitmeyi ve o siyah biralı safrayı pencereden dışarı boşaltmayı tam zamanında becerdi -sinsi sinsi dolanan erkek kedinin şehvetli ruhunu ıslatarak. Kedi öfkeli bir şekilde cıyaklayarak ve acı acı bağırarak kaçtı. Jem odaya dönüp tökezledi ve iyi ütülenmiş takımının içinde “sabahleyin söz vermek”le ilgili bir şeyler mırıldanarak ve geveleyerek, ağzının ve burnunun üzerine düştü ve kısa zamanda horlamaya başladı.

Odada, köşenin en dibine itilmiş, üç büyük kız kardeşin yattığı iyi bir yatak vardı. İkisi uyuyordu; sabah “mesaj almak” için kiliseye gideceklerinden ve anneleri Tanrı karşısına çıkarken temiz ve derli toplu ve düzenli görünmek konusunda kuralcı olduğundan, kilitli kapının arkasındaki kilerde yıkanmışlar, saçlarını örmüşler ve dişlerini temizleyip, el ve ayak tımaklarının arasındaki pislikleri çıkarmışlardı. Yaşı yirmi civannda olan en büyükleri Lil, diğerlerinin söylediğine göre, “istikrarlı” gidiyordu ve henüz gelmemişti. Geç saatlere kadar dışarıda kaldığı için sık sık kemerle dövülmesine karşın, çok nadir erken gelirdi ve dışarı çıkmadığı gecelerde bile, babası yatağa gelmesi ve daha fazla ışık harcamaması için ona bağırana kadar aşağıdaki mutfakta oturup saatler boyunca aşk romanlarını ve romantik dergilerini okurdu. Babası bir gece önce, annelerinin açık saçık olduğu için evlerine uğursuzluk getireceğini söylediği, Rüzgâr Gibi Geçti adındaki büyük, kalın bir kitabı okurken görmüştü onu. Kitaba bir göz atmayı düşünebilirdi ancak kimse onu böylesine büyük bir kitapla göremezdi ve kiliseye kabul edilmeye hazırlanmak adına sadece dinî öğretileri okuması gerekiyordu. Dinî öğretilerini çok sıkıcı buluyordu ancak annesi bunun kendisini kutsal hissettireceğini söylüyordu. Okudu, okudu fakat kendini asla kutsal hissetmedi. Fakat sonra, kendini kutsal hissetmenin ne olduğunu bilmediğini fark etti. Muhtemelen bu onun için havuda süzülmek ya da buna benzer bir şey anlamına geliyordu ve büyük bir gürültüyle yere düşeceğinden emin olduğu için bu ona hiç cazip gelmedi.

Çocuk asla kolayca uykuya dalamazdı. Diğerleri horul horul uyuyana kadar, dön tarafı sert ahşapla çevrili eski tekerlekli sandalyesinden görülecek fazla bir şey yoktu. Bu yüzden, karşıdaki evler, otobüsler, arabalar, sokakta oynayan ve koşan çocuklar dışında ön pencereden de görülecek fazla bir şey olmadığı için, gördüklerinden çok hissettiği birçok şeyi düşünerek, geceyi uyanık halde yatakla geçirirdi. Bazen gökyüzünde büyük bir kükreme olurdu ve yukarı bakar, oradan geçmekte olan bir uçağı görürdü ve uzakta koyu bir leke olup sonra da kaybolana kadar seyrederdi onu ve saatlerce bununla ilgili hayal kurardı; dünyanın tepesinde, içinde taşıdığı insanları ve havada bu şekilde nasıl durduğunu ve nereye gidiyor olabileceğini düşünürdü. Günün birinde bir uçağın içinde olmayı isterdi, pürüzsüz bulutların üzerinde, yemyeşil kara parçalarının önünde açıldığı ve yoğun bir şekilde mavi ve sonsuz gökyüzüne havalanmanın nasıl bir şey olduğunu düşleyebiliyordu. Bunu Tanrı’ya yakın uçmak gibi bir şey olarak hayal ederdi ve eğer gökyüzünde bulunan bir delik varsa, bu şekilde cennete girmek mümkün olabilirdi, tıpkı kapatılmamış bir pencereden ya da çatıdaki bir aralıktan içeri girmek gibi. Belki de insanların çoğu cennete bu yolla girmişlerdi -hırsızlar gibi.

Bu gece uykusu gelmeyecekti; iki erkek kardeşinin arasında yatmış, uyumak için dua ediyordu ancak bir türlü uykusu gelmiyordu. Pencerenin üzerindeki yıpranmış dantel perdelerin arasından, kenarları aynı şekilde yıpranmış büyük yumuşak bir bulutun altından geçen, gümüş yarım bir taç biçiminde, su altındaki tuhaf biçimli bir balığı andıran ya da isli bir camın arkasından görünen bir şekle benzeyen bir bulutun altından giden, bulutlu resiflere ve gölcüklere girip çıkarak süzülen sedefimsi bir kuğu gibi olan ayı görebiliyordu. Ayı seyretmeyi seviyordu, soluk karakalem çizgilerini görebiliyordu, sanki birileri onun parlayan yüzeyine bir şeyler çizmeye başlamış, sonra da bu oyundan sıkılmış ve bırakmıştı Çizgilerin desenini izleyebiliyor ve kendine ait resimler çıkarabiliyordu; ay ona, engin, koyu mavi bir denizde yüzen kocaman, yuvarlak, boş, beyaz bir süt köpüğünü ve yıldızlar da, o aynı bölgedeki daha küçük kabarcıkları hatırlatıyordu. Aya oldukça yakın, çok parlak kızılca bir yıldız fark etti ve her zamanki gibi kaskatı kesilip terlemeye başladı; çünkü ikisinin birbirine çarpması ve korkunç çarpışmayla gökyüzünü ateşe vermeleri an meselesiymiş gibi görünüyordu. İzlemektense, hemen kafasını yatak örtüsünün içine gömdü ve gözlerini sımsıkı kapattı; orada her şey tamamen karanlık, yoğun ve dardı; sanki birisi ellerinin eklemleriyle gözlerini ovuşturuyor, onları üzerinden itekliyor, gözbebeklerine baskı yapıyor, onların acımasına neden oluyordu. Hava almak için dışarı çıkıp, yıldızın ayı güvenli bir şekilde geçmiş olması için dua etti.

Uyudu; derin, düşsüz bir uyku ve saatlerce ya da dakikalarca sonra uyandığında, zihni berrak, duru ve açıktı ancak düşünce ve anılardan arınmış olarak boştu; herhangi bir eşyası olmayan, iyice temizlenmiş boş bir oda gibi. Bu berrak boşluğun içinde, yumuşak ve karanlık bir şey dolaşıyordu; dışarıdaki gece gökyüzünün aydınlığı karşısında aklına hafifçe ancak berrak, kesin olarak belirlenmiş, iyice yer ederek düşmüş bir şey; pencerede bir şekil. Mükemmel silueti, havaya kaldırdığı kolları, arkasına düşmüş saçları, ay ışığının altındaki çıplak yumuşak omuzlarıyla kız orada duruyordu; uzun zamandır pencerede durmuş bakıyormuş gibi iç geçirdi, hareket etti. Siyah ipeksi kombinezonu, kafasından yukarı sıyırdığında hışırdadı ve köşenin girintisinde gölgelenmiş olan yatağın kenarına oturdu. Anlam veremediği şeyin kendisine çektiği gözlerini uzaklaştırmaktan aciz ancak kalbi ateşler içinde atarak, kızın alçak sesle şarkı mırıldanıp kollarını arkasına götürüşünü gördü. Tüm bedeni aniden alevlendi ve şakaklarındaki büyük uğultuyla, kızın solgun göğüslerinin koyu saten kubbelerin içinde belirdiğini gördü. Kız biraz öne eğildi, sutyenini attı ve körpe göğüsleri parladı; dantel desenli perdeler kızın vücudunda salınıyordu, meme uçları kar üzerindeki karadullar gibiydi. Bıı, her şeyi tamamen sessizlik ve kendi doğasının karmaşası içinde izleyen çocuk için, güzellik ve mükemmellik ve dehşet anlamına geliyordu. Kız hâlâ hafifçe kendi kendine şarkı mırıldanıyordu ancak sessiz neşesinin içinde, çocuğun adeta derin bir acıya, bir hayvanın acısına benzeyen iniltisini yakaladı. Hızlıca çocuğun yattığı yerin yanına gelip diz çöktü, bir eliyle elbisesini üzerine tuttu ve diğeriyle çocuğun alnına dokundu; kötü bir rüya gördüğünü düşünerek onu yokladı. Çocuk ona bakmaya cesaret edemedi. Boğazında duran, tıpkı safra gibi yakan tükürüğü yutamıyordu; içinden, gitmesi ve onu yalnız bırakması için kızı şiddetle lanetledi. Ertesi gün ve ondan sonraki günler kız kardeşine bakamadı ya da onun gözlerindeki bilmece gibi sorgulamayla karşı karşıya gelemedi ve bunun nedenini bilmiyordu.

Ve sirk çadırının içindeki minyatür ekranda soyunan kadına bakınca, bunun gibi acı, coşku, suçluluk duygularını nerede ve ne zaman hissetmiş olduğunu hatırladı ve bu onun içini yaktı. Dahası, algılaması zor bir haz, lezzetli, yasak bir heyecan kattı. Kadın, üzerindeki son ipek parçayı da çıkarıyordu; acının ve zevkin dalgası gözlerinin önünde yüzdü ve dans etti. Sonra çıplak kadın yavaş yavaş döndü… Ekran karardı, tamamen bomboştu. Ağabeyi kontrol kolunu bıraktı ve sert bir şekilde onu tekerlekli sandalyesine oturttu. Diğer oğlanlar nereye bakacaklarını bilemeden, elleri ceplerinde, ıslık çalarak, hiçbir şey görmemiş gibi görünmeye çalışarak öylece duruyorlardı. Ağabeyi tepesinde duruyordu; uzun boylu, azimli, güçlü bedeniyle ve dimdik… İşte o an ağabeyinden nefret etti; az önce onun utancına ve suçluluğuna tanıklık etmiş olan diğerlerin

—-

l     Gaz Yapan

Eklendi: Yayım tarihi

“Her Gün Hüzün – Sol Ayağım 2” için 12 yanıt

  1. Arkadaşlar sol ayağımı okudum ama hoca her gün hüzün ü okumayın çok sıkılırsınız dedi 2. kitabı alayimmi

  2. Bu kitabı sınıf kütüphanemize almıştık. Sonra kitabı sınıf arkadaşım almıştı okumak için. Tabii Türkçe hocamız kitabın içeriğini bilmiyordu.1.kitabi güzel diye almıştık. Sonra sınıf arkadaşımız kitabı hocamıza gösterdi. Halbuki kitapta kötü şeyler yaziyormus. Ne yazdığını bilmiyorum.Fakat türkçe hocamız bu kitabın bize uygun olmadığını,1 kitabı çok güzel olduğuna rağmen nasıl böyle bir şey olduğuna sasirdigini söyledi. Sonrada o kitabı kutuphanemizden çıkardı.Bu kitabı okuyanlara soruyorum.Bu kitaptan olumsuz örnek olan birsey varmı? Cevaplarınizi bekliyorum.Iyi günler dilerim :)

    1. ben ilk kitabı okudum onda pek kötü şeyler yok aşktan falan bahsediyor ancak 2. kitaba başladım şuan kitabın başı bile çok sıkıcı başlamadan bitirmek istiyorum o kadar yani

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı Günlük Mektup
  • Kitap AdıHer Gün Hüzün - Sol Ayağım 2
  • Sayfa Sayısı276
  • YazarChristy Brown
  • ÇevirmenGamze Tokgöz
  • ISBN9786055913380
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviNemesis Kitap / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sol Ayağım ~ Christy BrownSol Ayağım

    Sol Ayağım

    Christy Brown

    Christy Brown, beyin felcinin bir kurbanı olarak dünyaya geldi. Buna rağmen, yardıma muhtaç bu küçük bebek, İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Bukleye Tecavüz ~ Alexander PopeBukleye Tecavüz

    Bukleye Tecavüz

    Alexander Pope

    Gulliver’in Yolculukları’nın yazarı Jonathan Swift ile dönemdaş olan Alexander Pope, sadece İngiliz edebiyatı eğitimi alanların adını bildiği önemli bir yazardır. Katolik bir tüccar ailesinin...

  2. Hazlar ve Günler ~ Marcel ProustHazlar ve Günler

    Hazlar ve Günler

    Marcel Proust

    Marcel Proust’un 20’li yaşlarında kaleme aldığı, kısa anlatılardan ve şiirlerden oluşan bu eser, bir bakıma Kayıp Zamanın İzinde’nin habercisidir. Honoré’nin yakışıklı sofra arkadaşı gençliğin...

  3. Doğu’nun Romantik Olmayan Yüzü ~ Muhammed EsedDoğu’nun Romantik Olmayan Yüzü

    Doğu’nun Romantik Olmayan Yüzü

    Muhammed Esed

    1922 yılının baharında 21 yaşında iken Kudüs’te Eski Şehir’in dış mahallesinde yer alan evine gelip yaşaması için amcası Dorion’dan bir mektup aldı. 1922’nin sisli...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur