Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hüzün
Hüzün

Hüzün

Ahmet Haldun Terzioğlu

Bir devrin hikâyesidir “Hüzün” Bugün; eyyamcı düzene tapanların aklının alamayacağı fedakârlıkların, inancın, Ülküdaşlığın, cesaretin, mertliğin, dürüstlüğün hikâyesidir! Yazılan yalan tarihlere inanmayı seçenlere, köklü bir…

Bir devrin hikâyesidir “Hüzün”

Bugün; eyyamcı düzene tapanların aklının alamayacağı fedakârlıkların, inancın, Ülküdaşlığın, cesaretin, mertliğin, dürüstlüğün hikâyesidir!

Yazılan yalan tarihlere inanmayı seçenlere, köklü bir fikri sistemin üzerine çöreklenip keyif sürenlere, kapı kapı dolaşıp kemik dilenenlere, menfaat ve nefis uçurumunda, sefahat içinde yüzenlere, satanlara, satılıklara, dönenlere, döneklere, onun bunun kapısına çöreklenip yalaka koltuklarında oturmak için ruhlarını satanlara, ülkesinin, milletinin bölünme çalışmalarına çanak tutan uşaklara, çağın zevklerini hedef bellemiş sapıklara, bir şey ifade etmesi mümkün değildir bu hikâyenin…

Bu hikâye on sekiz yaşında, sadece on sekiz bahar görmüşken, hayatını hiçe sayıp; Türk Milleti ve inandığı Ülküsü için toprağa düşen, son ezanını dinlemiş, son abdestini almış, son namazını kılmış ve “Rabbim! Bunlar benim için son, ama Türk Milleti için son olmasın!” diye dua ederek toprağa düşmüş olan Ülkücü Şehit Erhan Cengiz’in hikâyesidir.

Bu hikâye kanları ile Al Bayrağa renk veren şehitlerin hikâyesidir!

Bu hikâye İstiklal Marşını işitince gözleri dolan, Al Bayrağı görünce yüreği titreyen, nerede Bayrağa sarılı bir tabut görürse kopmamak üzere ona sarılmak isteyen ve şehitlik için sıraya giren Türk Ülkücülerinin hikâyesidir!

Bu hikâye sizin hikâyenizdir.

GÖKYÜZÜNE TUTKULU BİR ÇOCUKTU

Gözü hep yukarılardaydı.

Hayır! “Büyüklük veya yükselme tutkusu” anlamında değil bu sözümüz. Hep yukarılara bakardı gözleri! Gökyüzüne doğru. Gökyüzünün sonsuz derinliklerine doğru! Göremediği, görmek için yanıp tutuştuğu ötelere doğru… Ulaşamadığı ulaşmak için yanıp tutuştuğu yücelere doğru…

Daha öncesi…

Yüksek ağaçların tepelerine doğru, dağların doruklarına doğru… Nereye kadar çıkabilirse… Nereye kadar ulaşabilirse…

Gökyüzüne tutkuluydu. Sonsuzluğu görmek ister gibiydi. Bu nedenle yükseleceği her merhaleyi özlüyordu.

Gece de yıldızları…

“Yıldızlar, ne kadar uzak acaba?”

Zaman zaman, aniden sorardı bu soruyu. Aklına geliverirdi. Birlikte oynadığı arkadaşları, kaldırıp başlarını bakarlardı gökyüzüne doğru. Çocuk akılları bu sorunun cevabını verecek kadar değildi. İyi ki Türkçede “Çok” kelimesi vardı.

Onu kullanarak…

“Çok uzak! Çok, çok uzak!”

“Peki, kaç tane yıldız var?”

Al sana bir başka soru! Cevap vermekte zorlanıyorlar, ama yine de bir şeyler söylüyorlardı. “Çok” kelimesi yeniden yetişiyor imdada.

“Çok Çok fazla!”

Oyuna başlamadan önce adeta bir sınavdan geçiyordu çocuklar.

Erhan böyleydi işte. Gözü hep gökyüzünde… Yukarılarda…

Fotoğraf albümünde kaç tane resmi varsa aynı şekilde, gözleri yukarı bakarken çekilmişti. Fotoğrafı çeken kim olursa olsun mutlaka uyarırdı Erhan’ı resim çekmeden önce.

“Erhan! Buraya bak!”

Bakardı, ama yalnızca bir an için! Tam fotoğraf çekilirken gözleri yine kayıverirdi. Elinde değildi işte. O göklere tutkulu… Gözü yıldızlarda…

Ulaşmak istediği hedefini belirlemişti sanki. Onu küçük hedefler, hemen elde edilebilecek amaçlar etkileyemezdi.

Erhan, yüce ülkülere gönül vermişti daha küçücük bir çocukken…

Bir başka gün…

Bir güvercin kanadında kilitlendi gözleri. Kanat çırpışlarını uzun bir süre izledi sıkılmadan. Açtı kollarını, taklit etti güvercini. Peşi sıra koştu, zıpladı yükselmek için. Başaramadı… Çöktü arkadaşının yanına. Yenilgiyi kabul etmedi yüreği. Bir çözüm aradı aklınca…

“Uçmak nasıl bir şey acaba?”

“Uçakla mı? Çok kolay oğlum! Motorları var, kanatları, pervaneleri!”

“Yok be uçakla değil! Kuşlar gibi… Yani kuşlar gibi kanat çırpıp uçmak nasıl bir şeydir? Yükselmek göklere doğru… Daha yükseğe, daha yükseğe… En yükseğe…”

“Allah’ın yanına mı?”

Tuhaf tuhaf baktı Şemsettin’in yüzüne. Bu kadar bilgisiz miydi en yakın arkadaşı? Allah’ın her yerde olduğunu bilmiyor muydu?

“Allah gökte değil ki yalnızca! Allah her yerde!”

Başını kaldırıp, bu güzel bahar gününde, pırıl pırıl parlayan gökyüzüne baktı Şemsettin. Olabildiğince güvenli çıktı sesi.

“Biliyorum!”

Zaman zaman anlamıyordu Erhan’ı. Ne demek istediğini, ne anlatmaya çalıştığım… Çocuk aklı ile bu anlamsız saçmalamayı fark ediyordu. Birden, az önce bilgiççe “Biliyorum!” dediği konunun aksini kanıtlamak ister gibi bir söz ediverdi.

“O zaman, dua ederken, ellerimizi neden göğe doğru açıyoruz? Ha!”

Bir de pekiştirme ünlemi eklemişti sorusunun sonuna.

“Ha!”

Erhan şimdi açıklamaya kalksa… Rahmetten, istemekten, duadan söz etse…

“Ne kadar şanslıyım!” diye geçirdi içinden, “Çok şanslıyım! Çok akıllı, her şeyi bilen ağabeylerim var! Sonra annem, babam… Babama pek soru sormayız. Ama o, sormadan anlatır. Her şeyi bilir, bizim de bilmemizi ister. Bütün bunları biliyorum ben. Sorgulamaya, sormaya ihtiyacım olmadı hiç! Çok şey öğrendim. Öğrenmeye de devam ediyorum!”

Huzurla doldu içi. Ne demişti Oğuzhan Ağabeyi?

“Aklına ne takılırsa sor! Bildiğimi anlatırım sana. Bilemezsem gider sorar, öğrenirim. Yine anlatırım. Merak etme sakın. Sıkarım, yorarım diye de düşünme. Ben zorlandım biraz öğrenme konusunda. Sormaya çekindim. Ne anlatılırsa onu dinledim. Öğrenmek istediklerimi soramadım. Sen sakın çekinme!”

Merak dolu bir çocuk değildi Erhan. Öyle her şeyi öğrenmek isteyen, ince ince soruşturan, ısrarla sorgulayan, rahatsız eden… Buna gerek kalmıyordu ki. Hemen her şey konuşulup anlatılıyordu aile içinde. Öğretiliyordu ona. Çok ama çok merak edince sorardı ancak. En çok da Oğuzhan’a sorardı. Yüzü gülerdi ağabeyinin. Hemen heyecanla, şevkle, ağzını doldura doldura anlatırdı. Zevk alırdı bundan. Sonra eline hemen bir kitap tutuşturur “Bunu oku!” derdi.

“Oku!”

Bunun “Kur’an’ı Kerim’in ilk emri!” olduğunu sürekli hatırlatırdı anneleri onlara.

“Hepiniz okuyacaksınız! Mutlaka okuyacaksınız!”

Sonra da bir tutku gibi tekrarlardı.

“Benim oğullarım okuyacak! Hepsi büyük adam olacak!”

“Büyük adam!”

Çok küçükken, minicikken, bu sözü duydukça “Büyük adam” olmayı, “Boylu poslu, iriyarı biri olmak bellerdi Erhan. Sokaktan geçen iriyarı birini görünce aklına annesinin sözü gelir “Okumuş da böyle büyük, kocaman!” olmuş derdi. Bu inancı, karşıdaki eve yeni taşınan komşularının eşyalarını taşımaya gelen hamalların iri yarı hallerini görünce, yıkılmıştı.

“Büyük adam olmuşlar, ama bunlar şimdi… Sormalıyım anneme, mutlaka sormalıyım! Bu işte benim anlayamadığım bir yanlışlık, bir terslik…”

Gülmüştü, Melek Annesi. Bu gülüşte, yerdiği hedefe tutunmayı görev bilmiş oğulcuğunun minik yanlışını düzeltme öncesi mutluluk gizliydi.

“Çok haklısın Erhan! Onlar da büyük adam. Fakat…”

Haklıydı Erhan! Annesi ona hak vererek başlıyordu sözüne. Onun gönlünü çalan kelimeleri bulmayı kolayca beceriyordu.

“Çok haklısın! Ben, ‘Oğullarım büyük adam olacak!’ dedim. Bu benim en büyük düşüm. Ama senin küçük yaşını unutuverdim işte. Yanlış anlayacağını düşünemedim. Bak yavrum! Büyüklük, göreceli bir kavram! Böylesi, eşya taşıyan hamallar, yoldan gelip geçen devasa adamlar gibi sadece cismen büyüklük olabilir. Benim demek istediğim bu değil. Sana bir atasözü söyleyeyim de sakın aklından çıkarma. Derler ki ‘Devede de cüsse var, ama kervan yola düzülünce, kırk tanesi bir eşeğin ardından gider!’”

Erhan’ın küçük aklının almayacağı bir örnekti. Yeniden, yeniden açıklaması gerekiyordu annesinin- Melek Annesinin…

Adı Melek’ti… Kendisi melek…

“İnsan yalnızca yüreğiyle de büyük olabilir! Ahlakıyla da… Sevgisiyle de büyük olabilir! Benim dediğim o ki…”

Anlattı annesi. Onun anlayabileceği şekilde anlattı. O andan itibaren, okumak artık bir borç gibiydi Erhan’a. Kendisi için değil, annesini sevindirmek için. Ailesinin gururu olmak için… Hayat düsturunu belirledi.

“Ben okuyup büyük adam olacağım!”

Birden bire çıkmıştı ağzından bu sözler. Az önce uçmaktan söz ederken şimdi başka bir konuya geçmesi şaşırtmıştı Şemsettin’i.

“Ya futbol! Hani futbolcu olacaktın?”

Çocukların en büyük özelliğidir unutmamak. Hele çocuklar arasında söylenen sözler… Bir yerde söylenen sözler, mutlaka karşına çıkar. Hemen de yüze vurulur. Kimse çocukları suçlayamaz bu nedenle.

Yuvarlak cazibe, geldi aklına Erhan’ın. İçi hava dolu… Aslında içi hava dolu olmasa da, küçük ya da büyük, ayağıyla varabileceği, yumuşak sert her şey oynamak için yeterlidir. Bir tutkuydu Erhan için top oynamak. Tam bir futbol hastasıydı. Çok da güzel oynuyordu? Mahalle maçlarının aranılanı, istenileniydi. Bir maç ortamı oluştuğunda mutla çağrılırdı Erhan.

Böyle bir ikilemi kaldırmıyordu çocuk aklı. Böyle bir ikilemi çözmeye henüz hazır değildi. Kafasına takılıyor, aklı karışıyordu. Seçim yapmak zorunda olmak ne kadar zordu.

“Futbol mu, okumak mı? Futbol mu, büyük adam olmak mı? Futbol mu okul mu?”

Sonra, asıl can alıcı soruyu soruyordu kendine.

“Her ikisi birden olmaz mı?”

Düşünüyor Erhan. Arkadaşı onu kötü yakaladı. Çok kötü. Bir yanda kendini mutlu etme şansı var, diğer yanda Melek Annesini. Birinden birini seçmesi gerekirse…

Annesini üzemez Erhan. Onun düşlerini yıkamaz. Onu, boynu bükük bırakamaz. Sadece Erhan değil, ağabeyleri de. Okumak ve büyük adam olmak zorundalar! Doktor, mühendis, hâkim… Her birisi bir meslekte… Anneleri mutlu.

Bunların arasına bir de pilot olmayı yerleştiriyordu Erhan. Annesinin saydığı meslekler arasında yoktu, ama göklere ulaşmanın bir yoluydu pilotluk! Tabi “Pilot demiyordu o zamanlar Erhan. “Uçakçı’ diyordu. Onun bulabildiği, kullandığı kelime buydu.

“Futbolcu olmayacak mısın?’

Az önce olanların acısını çıkarmak ister gibi ısrarcıydı Şemsettin. . İyi bir yerden yakaladığının bilincindeydi! Takipteydi. Tekrarlayıp duruyordu.

“Futbol…”

“Futbol da oynayacağım…’

Bir çıkış yolu bulmak istiyordu Erhan. Hiç sevmezdi böylesi durumları. Sıkıntıya gelemezdi. Başlardı terlemeye.

Bir çıkış yolu!

“Hem futbol oynarım, hem de okurum!’

Garip bir gülümseme, gülümseme değil, sırıtma vardı Şemsettin’in yüzünde. Çok bildiği bir konuymuş gibi…

“İkisi birden olmaz oğlum!”

“Neden?”

“Olmaz işte!”

“Neden olmazmış? Olur!”

Artık açıklama yapmanın gereği yok. “Olmaz-olur” çekişmesi uzun bir süre devam eder. Bu arada, çocuk dünyaları yeni bir konu bulur, oraya atlayıverirler. Planlanmayan bir kurtuluşa geçer Erhan. Çıkış kapısını bulmuştur. Ama o an için! Sonraları daha çok ihtiyaç duyacaktır yeni çıkış kapılarına. Çok sıkıntılara girecektir mutlaka.

“Top oynayalım mı?”

İşte konu değişiverdi. Üstelik bunu yapan da Şemsettin! Erhan dünden razıydı top oynamaya, ama topları yoktu! Birden Kadir geldi aklına. Onun topu vardı! Hem de meşin… Yeni…

“Kadir’in topu var ya! Onu çağıralım!”

Kadir iyi futbol oynayamazdı ama topu vardı. Topunu alıp Kadiri oynatmamak olmazdı ya. Oynatmayınca zaten topunu geri alırdı Kadir.

“Gelmez belki” dedi Erhan, ‘Annesi kızıyormuş, ‘Eskittin topu!’ diyormuş!’

Ah bu anneler! Bütün anneler onun Melek Annesi gibi değil! Bütün anneler iyi, ama anlamak zor. Oynanmayacaksa top almanın ne anlamı var?

“Top eskir mi?”

Bu soruyu tartıştılar bir süre.

Üzerindeki boyalı kısım gidince eskirdi elbet Ama Erhan, Kadir’in topunun üzerindeki boyaların gitmesine seviniyordu. Çünkü sarı-kırmızıydı. Erhan Fenerbahçeli’ydi. Kadir ise Galatasaraylı…

Ne güzel olur takım çekişmeleri. Ne güzel olur takımlarının aldığı bir galibiyetin mutluluğu! Küçük, tatlı çekişmeler çocukluğun rengidir. Hoş, büyüklerde de daha aşırısı vardır ya!

Çocukken bütün çekişmelerin futboldaki gibi olduğunu düşünüyordu Erhan.

“En büyük Kanarya!”

“Hayır! En büyük Cimbom!”

“Hayır! Kara Kartal…”

Keşke bütün tarafgirlikler bu kadarla kalsaydı!

“Gidip çağıralım Kadir’i. Belki gelir! Ne kaybedersiz ki? Sonra diğerlerini çağırırız. Boş arsada iki kale maç yaparız!”

Ortak karara varmaları çok kolay oldu. Çünkü bu kararın ucunda futbol vardı! Futbol olunca akan sular duruyordu.

Gözleri yeni ayakkabılarına takıldı Erhan’ın. Ne demişti babası?

“Bu ayakkabılarla futbol oynadığını görürsem, duyarsam!”

Çekinirdi babasından Erhan. Ağabeyleri de. Babası biraz sert, otoriter… Ama çocuklarına karşı, ailesine karşı bir o kadar iyi… Sözleri de, kızgınlıkları da sadece sözde kalır.

“Bir daha görürsem!”

Çok görürdü aslında. Sürekli görürdü. Yeni ayakkabıları ile futbol oynamamak için sadece birkaç gün sabredebilirdi Erhan. Babasına hak vermeden de duramazdı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Mete Han – Büyük Hun Hakanı ~ Ahmet Haldun TerzioğluMete Han – Büyük Hun Hakanı

    Mete Han – Büyük Hun Hakanı

    Ahmet Haldun Terzioğlu

    “Hunlar; Gök’ün gururlu çocuklarıdır!” Hunlardan söz ederken, böyle yazmaktadır, eski Çin Kaynakları… Mete Han, “Gök’ün gururlu çocuklarını” yüksek ideallere taşıyan, onlara Dünya Hâkimiyeti Mefkûresini...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur