Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hüzünlü Kaplan
Hüzünlü Kaplan

Hüzünlü Kaplan

Neige Sinno

Hüzünlü Kaplan, üvey babası tarafından yıllarca tecavüze uğrayan küçük bir kızın hikâyesi. Neige Sinno on dokuz yaşında sessizliğini bozuyor, ardından kamu davası, tecavüzcünün hapsedilmesi,…

Hüzünlü Kaplan, üvey babası tarafından yıllarca tecavüze uğrayan küçük bir kızın hikâyesi. Neige Sinno on dokuz yaşında sessizliğini bozuyor, ardından kamu davası, tecavüzcünün hapsedilmesi, Sinno’nun Fransa’dan uzakta yeni bir hayat kurması geliyor.

Fransa’yı kasıp kavuran, uluslararası bir fenomen haline gelen ve birçok ödül kazanan Hüzünlü Kaplan, karanlığı aşmak için konuşmayı ve soru sormayı öneriyor.

“Hüzünlü Kaplan’ı okumak, gözleriniz açıkken bir uçuruma inmek gibi. Sizi bir yetişkin tarafından yıllarca istismar edilen bir çocuk olmanın ne demek olduğunu görmeye, gerçekten görmeye zorluyor. Herkes okumalı.”

Annie Ernaux

*

“Bu çok özel bir duyguydu: Sanki az önce
öldürdüğüm birinin küçük hayaletiyle
karşılıklı oturmuşuz gibi tiksindirici,
bunaltıcı bir rahatsızlık.”
Vladimir Nabokov, Lolita

İçindekiler

I. Bölüm: Portreler ……………………………………………………. 13
II. Bölüm: Hayaletler ………………………………………………. 127

I. Bölüm
PORTRELER

Tecavüzcümün Portresi

Zira benim de en çok ilgimi çeken, aslında celladın aklından neler geçtiği. Kurbanlar kolay, hepimiz onların yerine koyabiliriz kendimizi. Travmatik hafıza kaybı, şok, kurbanların sessizliği; yaşamamış olsak da hepimiz bunların nasıl şeyler olduğunu hayal edebilir ya da edebileceğimizi düşünürüz.

Oysa cellat başkadır. Bir odada yedi yaşında bir çocukla baş başa kalmak, ona ne yapacağını düşünerek erekte olmak. O çocuğun size yaklaşmasını sağlayacak sözleri söylemek, ereksiyon halindeki cinsel organınızı o çocuğun ağzına sokmak ve ağzını sonuna kadar açmasını sağlamak. Gerçekten de inanılmaz. Akıl alır gibi değil. Ve sonrası, bittiğinde, giyinmek, hiçbir şey olmamış gibi aile yaşamına geri dönmek. Bu cinnet bir kez yaşandıktan sonra bir daha, bir daha yapmak, yıllar boyunca. Bundan kimseye söz etmeden. Sizden şikâyetçi olunmayacağına inanmak, cinsel istismar vakalarındaki kademeli artışa rağmen. Ele verilmeyeceğinizi bilmek. Günün birinde ihbar edildiğinizde ise yalan söyleyecek ya da doğruyu söyleyecek, açıkça itiraf edecek cesareti göstermek. Yıllarca hapse mahkûm edildiğinizde haksız yere cezalandırıldığınıza inanmak. Af hakkı talep etmek. Bir canavar değil, sizin de bir insan olduğunuzu söylemek. Sonra, hapisten çıkıp kendinize yeni bir hayat kurmak.

Bunu çok yakından, olabilecek en yakın mesafeden görmüş ve yıllarca kendini sorgulamış olan ben bile hâlâ anlayabilmiş değilim.

Portre

Onunla ilgili dikkat çekecek tek bir şey olsa o da enerjisi olurdu. Çok canlı biri. Hareketli, eylem halinde. Küçükten beri böyleydi. Kardeşleri de öyle. Yaşları birbirine çok yakın, üç erkek çocuk, Paris banliyösündeki küçük dairenin altını üstüne getirirlerdi. Babaları resim yapmaya odaklanmaya çabalardı. Bu dingonun ahırında çalışamayacağını haykırırdı! Anne de çocukları susturmaya çalışır, onları başka bir odaya ya da yağmur çamur demeden parka taşırdı ki kurtlarını döksünler. Baba, ilk mesleği olan resimden geçimini sağlayamayınca çizim derslerinin yanı sıra tasarım şömineler satan küçük bir iş kurmuştu. 70’li, 80’li yıllarda oluyordu bunlar, söz konusu şömineler bugün bize bakış açısına bağlı olarak son derece sakil ya da matrak geliyor. Her halükârda bugün artık kimsenin aklına bu saykodelik formlardaki, entegre cam kapaklı tuhaf kapsüllerden birini evine koymak gelmez. Yine de sanırım o zamanlar işler iyi gidiyordu. Her iki taraftan da büyükanne ve büyükbabalar işçiydi, Fransa’nın kuzeyinden, ailenin hâlâ tatillerde kalınan bir dairesinin olduğu Boulogne-sur-Mer tarafından. Anne bu şömine işlerinin sekreterliğini yapıyordu sanırım, biraz ev hanımı biraz da babanın gölgesinde. Hiçbir özellikleri yoktu, ne zengin ne de fakir, alt orta sınıf Parisliler işte. Oğulların hiçbiri okumadı, liseyi bitirmeden evden ayrıldılar. En büyükleri ticarete atıldı, ortanca orduya katıldı ve üvey babam da askerliğini yapmaya Alpler’e. Bir daha da Paris’e dönmedi. Anne ve baba daha ziyade sertti, çocuklarını eski usul yetiştirmişlerdi, doğruluk ve disiplinle. O, bu sert sayılabilecek yetiştirilme tarzından gurur duyardı, izcilikte geçirdiği zamandan ve eğitimiyle ilgili her şeyden duyduğu gibi. Hepsi de onun gücünün ve yaşama, tanıma ve fethetme arzusunun yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Onu Paris banliyösünde hayal etmekte zorlanıyorum. Hep dağlarda gördüm ben onu, spor kıyafetler, şantiye giysileri içinde. Ama o da bir zamanlar, dinî eğitim veren okula giden bir şehir çocuğu gibi giyinmişti; ütülü gömlekler, cilalı potinler, briyantinli saçlarla, ta ki on sekiz yaşına dek. Sonra da Briançon’a gitti ve orada tırmanmayı, yüce dağları, yamaç paraşütünü, daha özgür, daha yaban, gömleksiz, metronun beklenmediği ya da saçların yandan ayrılmadığı, pazar ayini olmayan, temiz hava ve ışık dolu bir yaşamı keşfetti.

1983’te annemle tanıştığında yirmi dört yaşında. Orta irtifa dağ rehberleri için bir eğitim kursunda karşılaştılar. Uzun boylu, atletik ve arkadaş canlısı bir adam. Grupta, acil bir durum belirdiğinde, zor bir anla, tehlikeli bir engelle karşılaşıldığında, bir kaza olduğunda vaziyet etmeyi, operasyonları yönetmeyi seven bir adam. Karizmatik, bir sürü arkadaşı var ve kızlar da ondan hoşlanıyor.

Annem de ondan hoşlanıyor. Birkaç ay önce kaybettiği, çığ altında kalan sevgilisini hatırlatıyor ona. Bu ani ölümle yıkılmıştı. Teselli bulamayacağını düşünmüştü. Ama belki de öyle değildi aslında. Bu yeni arkadaşıyla çok zaman geçiriyor. Onun iradeli, kararlı, neşeli karakterini seviyor. Kızlarının babası olan ve daha çok hayal dünyasında yaşayan, aklı bir karış havada, genellikle de içe kapanık Sammy’den sonra iyi geliyor bu adam ona. Adam da hemen onun kalbini fethetmeye girişiyor. Onu dik patikalar boyunca zirvelere taşıyor ve doğanın güzelliği karşısında kendilerinden geçiyorlar. Dağlarda, Alpler’in yazları tiyatroların dekor panoları gibi devinimli, adeta ardında gizlenen başka göklere yer açmak için batıya kayan bulutlarıyla sık sık değişiklik gösteren göğünün altında, birbirlerinin ardı sıra, sessizce yürüyorlar. İnerken el ele tutuşuyorlar. Adamın zaten birlikte olduğu biri var, kadınsa ondan dört yaş büyük ve zaten iki çocuğu var. İsimlerini Grimm masallarından almış iki kız, Neige ve Rose, kar ve gül, dört ve altı yaşlarında, şimdilik babalarıyla birlikteler ama onları orada çok uzun bırakamaz çünkü ona ihtiyaçları var ve o da onları özlüyor. Adamın tutkulu aşkın daha ilk günlerinden baştan çıkarmanın ötesine geçmesine; devamını getirmeyi, kızları da almayı, birlikte bir şeyler denemeyi teklif etmesine şaşırıyor, şaşkın ama mutlu, şanslı olduğunu düşünüyor.

Adamın atletik bedeninden, bu bedenin yaydığı enerjiden hoşlanıyor. Evet, enerji, güç, tabii, daha önce söylemiştim. Kayak kayıyor, dağa tırmanıyor, sıkı çalışmayı, sınırlarını zorlamayı, kendini aşmayı seviyor. Dağ rehberi olmadan önce yüksek dağlara tutkun gençlerden oluşan seçkin bir birlik olan Alp Avcıları’nda eğitim görmüş. Traverses yoluna karanlık çökerken kar altında koşturmuşlar onu, sırt çantasında 80 kilo taşla yüksek irtifa sığınaklarına tırmandırmış, Échelle Geçidi’nde küçük bir alüminyum kürekle donmuş avuçları su toplayana dek hendek kazdırmışlar, böyle şeyler işte. Bayılmış bunlara. Kadın ise bir barış yanlısı, onun bu keyfî kurallar ve erkekçe gösteriler dünyasını neden sevdiğini anlamakta zorlanıyor. Hele ki askerlikte çürüğe ayrılmak için akıl hastası numarası yapan, silahlardan, üniformadan ve kıyıcılıktan nefret eden Sammy’den sonra. Ama adam ona arkadaşlarla yapılan doğa yürüyüşlerini, çetin mücadeleler sırasındaki yoldaşlığı, doğa koşullarıyla karşı karşıya kalındığında zor yoldan öğrenilen dersleri anlatıyor. Öncesinde banliyönün kül rengine sıkışıp kaldığını düşünüyormuş ama onu başka bir şeyi keşfetmeye yönelten spor aşkı olmuş. Daha da başka bir yere gitmeyeceğini biliyormuş; doğada, onunla birlikte kendi yolunu bulmuş. Dağlar, Alp avcıları, banliyö, bunları da söylemiştim. Adamın çıkık elmacıkkemikli yüzünü, kara bakışlarını, Asyalı bir atayı; bu daha ziyade kuzeyli kafanın ortasında adeta yolunu yitirmiş bir atayı andıran badem gözlerini seviyor, iki ebeveyni de Fransa’nın kuzeyinden, Pas-de-Calais’den, teni beyaz, burnu kemerli. Hayalinde büyük bir aile vardır. Çok geçmeden annemle iki çocukları daha olur, bir erkek sonra da bir kız. Soranlara sekiz çocuk istediğini söyler. İnsanlar bir yorum yapmaz, rahatsızlıklarını gizlemeye çalışırlar zira zaten dördün bile onlar için çok fazla olduğunu düşünürler.

Tereyağına ve süt ürünlerine zaafı çocukluktan kalma. Annesi kahveli ve tereyağlı, bir tür kremalı kütük pasta yaparmış, biz de yıllarca ondan yapmaya çalıştık, her Noel’de, ama nafile. Asla o kadar iyi olmazdı. Hatta bazen düpedüz iğrenç olurdu; çözünmeye direnen minik tereyağı topakları kremaya binlerce yağlı, tatsız sivilce gibi saplanırken şeker taneleri dişlerimizin arasında çıtırdardı. Bazen lezzet ve doku gerçekten de aslına çok yaklaşırdı ve bu kereler nihai kararı okumak için yüzüne dikilen bakışlarımızdan bir mutluluk hissi yayılırdı, ki görüp erişebileceğimiz en yüksek aile saadetinin imgesi de aşağı yukarı buydu. Güneşte hemencecik yanar ve bahar polenleri onda şiddetli bir alerjiyi tetikler.

Deli gibi hapşırır. Masa oyunlarını sever ama fazlasıyla fevri ve sonu hep kötü biter. Ailecek oynanan Monopoly ya da arkadaşlarla strateji oyunları bazen öfke nöbetlerine yol açar ve oyunun ortasında masaya yumruğunu geçirip tüm küçük plastik piyonları, yeşil otelleri, kırmızı evleri, sahte para tomarlarını devirerek oyunu bitirir, öfkeyle kapıları çarparak çeker gider. Teniste de aynı, kaç kez raketini yere çaldığını gördüm. Raket dediğin pahalı bir şeydir ve cidden böyle bir nesneye harcayacak paramız yoktur. Ama elinde değil. Rakibine, kendisine, yamuk yapan topa küfür kıyamet gider. Kıpkırmızı kesmiş ve terden sırılsıklam, öfkeyle parlayan gözlerle raketine bir tekme savurup çitlere uçurur. Tamam, burada duruyorum. Denedim. Bu portreyi kendi de anne olmuş bir kadın olarak bugünkü bakış açımdan, annemin zamanında ne gördüğünü, çevremizdeki insanların ne gördüğünü, genel olarak bir portreyle karşılaştığımızda okumaya; romanlardaki, söyleşilerdeki kişi betimlemelerine alışkın, yetişkin gözlerle bir bedende, bir yüzde neler gördüğümüzü görmeye çalışarak çizmeye niyetlendim. Beceremiyorum. Oysa bir sürü öykü, birkaç roman yazmış biri olarak portre çizmeyi bilmem gerekirdi. Ama bu aynı şey değil. Öncelikle belli bir nesnel gerçekliğe bağlı kalmaya çalıştığım halde bunu yakalayamıyorum; geriye kalan fotoğraflara, anılara rağmen. Ama bu elbette imkânsız çünkü söz konusu olan o.

Öyleyse Portre

İriyarı ve güçlü. Hatta kaba saba. Sesi kolayca yumuşaklıktan şiddete kayar. Bir şey onu sinirlendirmeyegörsün, bağırır. Avazı çıktığı kadar. Emirler yağdırır. Bizim, kız kardeşimin ve benim o zamana kadarki yetiştirilme tarzımız, aşırı müsamaha ve kaos içinde tamamen yolundan sapmıştır ona göre. İki küçük vahşiye dönüştürülmüşüz. Saçmalığın daniskası. Elleri iri ve rengi sıklıkla kızıl pembeye çalar, yüzünün azıcık güneşe ya da öfkeye maruz kaldığında büründüğü renk gibi. Elleri güçlü. Kavrar, okşarlar ama farklı bir kabalıkla; kendine mal eden, kendine yol açan bir okşayışla. Tıpkı tatlı olmaya çalışırken abartan, cümlelerin sonunda iyice tizleşen sesi gibi; hafiften sorgulayıcı bir tonla, sanki muhatabının onayını arar; kabul ettiğinizin, onu dinlediğinizin, istekli olduğunuzun teyidini ister gibi. O kadar ki onay verilmezse, sessiz kalınır ya da hayır denirse de o ton değişmez. Aynı sesle devam. Aslında o küçük sorgulama notu da kısırdöngü halindeki monoloğuna dahildir. Bedeni iri. Ayakları çirkin, tüm ayaklar gibi ama da ha da çirkin çünkü kıllı, kızarık ve yıpranmışlar. Ayaklarında kıl olması garip çünkü vücudunun geri kalanı; göğsü, kolları tüysüz sayılır. Cildi bilhassa çirkin; pembe, beyaz, kırmızı ve kahverenginin farklı tonlarında. Hep ereksiyon halindeki cinsel organının gergin derisi morumsu bir pembe, penis başından uzaklaştıkça şeftali rengine, testislerin üzerindeyse ölü deri gibi bej rengine bürünür ve buruşuk bir hal alır; devasa ve kemik sertliğindeki, kalkmış cinsel organın altında asılı duran bir ceset parçası sanki. Onu hiç elinde kitapla görmedim ama çizgi romanları, özellikle de Vahşi Batı’da geçenleri çok severdi. Kahramanının adı Blueberry olan bir serinin neredeyse eksiksiz koleksiyonuna sahipti. Sık sık ve uzun uzun tuvalette kalıp onları okurdu. Kendini tuvalete kilitlerdi diyecektim ama bu doğru değil. Nihayet bir tuvaletimiz olduğunda asla çekilecek bir sürgüsü olmadı, odaların hiçbirinde de olmadığı gibi. Kimsenin olası bir mahremiyet üzerinde denetimi olsun istemezdi. Bugün biraz tuhafıma gidiyor bu, herhalde benimle bir odada yalnızken kapıyı arkasından kilitleyebilmek daha çok işine gelirdi.

Johnny Hallyday’e hayrandı. Dolayısıyla bizler de Johnny dinlemek zorundaydık; saatlerce, tadilata soktuğumuz evdeki uzun iş günlerinde, ailece yapılan araba yolculuklarında, arkadaşlarla geçirilen akşamlarda geç saatlere kadar bize eşlik ederdi. Aynı şarkıları ne kadar dinlersek sözleri de bana o denli derin bir ikiyüzlülükle malul gelirdi. Tüm o temiz kalpli cesur adam, derisi kalın yufka yürekli, acı çeken maço filmleri, tüm bu kendine acıma senfonisi beni bezdirirdi. Üvey babam kendini kesinlikle yalnız bir kovboy olarak görürdü. Adaletsizliğe karşı hassasiyetinin yüksek olduğunu söylerdi. İlkokulda tanık olduğu ve onu isyan ettiren kötü muameleye dair birkaç anekdot anlatırdı. Kız kardeşimle beni yaramazlık ederken yakaladığında ikimizi birden ağır şekilde cezalandırır, cezanın kolektif olduğunun altını çizerdi. Bize bahçenin bir ucundan bir ucuna el arabaları dolusu taş taşıtır, çukur kazdırır, odun toplatırdı. En ufak bir taviz koparamayacağımız, yüksek ahlaki standartlara sahipti. Çocukluğum boyunca pek çok vesileyle başkalarına yardım etmek için kahramanca atıldığını gördüm. Dağda, kazalarda, yangınlarda. Birkaç yıl ambulans şoförlüğü yaptı. Tehlikeli alanlarda çalışan bir ekibin başındaydı ve başkalarının güvenliği için sorumluluk alırdı. Böyle zamanlarda başka birine dönüşürdü. Kasları kasılır, zihni açılır, her şeyiyle hedefine kitlenir, adeta içten içe ışıldar ve siz de onun talimatlarına uymak ister, onun muhakemesine, içgüdülerine güvenirdiniz. Bizi selamete taşıyacak rehberdi o, kamu yararı için kendini feda etmeye hazır olan, bir an bile gözünü kırpmayan; tehlikelere, ateşe, kara meydan okuyan kişiydi. Cesaretin vücut bulmuş haliydi. Onu uzun zaman bir yarı tanrı, doğadan da yüce bir varlık olarak gördüm. Mitolojik bir yaratık, bir Sisyphos, iblislerin işkencesine uğrayan bir Prometheus’tu o benim gözümde. Sonradan sonraya dönüp de geriye baktığımda dedim ki kendime, belki de sadece manipülasyon yeteneği olan ve kendisinden de zayıf olanın savunmasızlığından yararlanan, zavallı bir tipten ibaretti. Ailenin kapalı dünyasında her şeye gücü yetiyordu. Her ikisi de oydu kuşkusuz, hem bir dev hem de cüce. Birincisinin kurbanı olmak ikincisinin kurbanı olmaktan yeğ değil midir? Birlikte çok iş yapardık. En çok da ailece yani o, annem, kız kardeşim ve ben, birlikte baştan aşağı yenilediğimiz evde. Küçüktük, boyumuza göre işler verilirdi bize: Malzemeleri bir yerden bir yere taşımak, duvar zımparalamak, yetişkinlere alet getirmek. Onlar gibi biz de her hafta sonu sıva bulaşığı eski eşofmanlarımızla şantiyenin ortasında olurduk. Beden gücüyle çalışmanın yükünü ve tatminini, mola zamanında hak edilmiş bir sandviçle lezizce dindirilen açlığı, hassas bir işe odaklanıldığı zaman sessizce dalınan düşünceleri paylaşırdık. Tüm bunlar sırasında radyo ve Johnny’nin kasetlerini dinlerdik. Bugün bile bu şarkılar kulağıma çalınacak olsa ki tüm zamanların hitleri oldukları için sık sık duyarım, o bıçakların ağzıyla yaramın yeniden deşildiği hissine kapılmamak çok zor benim için; sanki sözlerin çifte anlamı, gizli, hiç değişmeyen ve sadece benim duyabileceğim bir anlamı da varmış gibi.

Ağzın tatlılaştığında
Bedenin sertleştiğinde
Gözlerindeki gökyüzü
Bir anda saflığını yitirdiğinde
Ellerin istediğinde
Parmakların cesaret edemediğinde
İffetin hayır dediğinde
Küçücük bir sesle
Seni sevdiğimi, seni sevdiğimi, seni sevdiğimi

Beni sevdiğini söylerdi. Bana yaptıklarını bu sevgiyi ifade edebilmek için yaptığını, en büyük arzusunun benim de onun sevgisine karşılık vermem olduğunu söylerdi. Bana bu şekilde yaklaşmaya, bana dokunmaya, beni okşamaya başladıysa bunun benimle daha yakın temasa ihtiyaç duyduğu için, nazik olmayı reddettiğim için, ona onu sevdiğimi söylemediğim için olduğunu söylerdi. Sonra da ona karşı kayıtsızlığımdan ötürü beni cinsel eylemlerle cezalandırdı. Kimseye söylemediğim sürece diğer çocuklara bir şey yapmayacağına söz verirdi. Sonraları onu sevdiğimi söylemeye, onu seviyormuş gibi davranmaya razı gelirsem tavrını değiştireceğini de söyledi. Yapamazdım bunu. Çok geçti, artık imkânsızdı. Ona bu sözleri söylemektense ölmeyi yeğlerdim. Bunun sona ermesi için ona iyi davranmamı, en azından diğerlerinin önünde öyleymiş gibi davranmamı şart koştu. Ben de peki dedim. İşte böyle bitti.

Dilin Ucu Üç Küçük Adım Atar

Nabokov’un Lolita’sını yeniden okuyorum. İlk seferinde bir Amerikan edebiyatı dersi için okumuştum; Henry Miller’ın, William Burroughs’un ve Charles Bu kowski’nin de dahil olduğu transgresif yazarlar üzerine bir dersti. Yirmili yaşlardaydım ve uç deneyimler, özyıkım, delilik ilgimi çekiyordu ama bu okuma beni şaşkınlığa uğratmıştı. Menfur kişisel tarihimle bu kadar çok ortak nokta bulmayı beklemiyordum. Bu kitabı kışkırtıcı bir metine dönüştüren, anlattığı durumun ötesinde, hikâyenin aktarıldığı bakış açısı. Anlatıcının suçlu, pedofil olması ve okurun anlatıcı ses aracılığıyla onun kafasının içine girmek, muhakemesinin, gerekçelerinin, fantezilerinin sırlarına ermek zorunda kalması, işte bu okumayı bu denli büyüleyici ve rahatsız edici kılan bu. Kabullenmeden inkâra, iğrenmeden merhamete, anlatıcının eşsiz mizah anlayışına gülümsemekten katıksız dehşete geçiyoruz. Onu anlıyor ve anlamıyoruz, deliliğini sonuna dek izliyor, zaferlerinden ürküyor, çöküşüne seviniyoruz. Bu bakış açısı seçimi, okuma mutabakatına karmaşık bir incelik getiriyor: Kendini suçlunun yerine koyan yazarın oyununu oynarken karakterle pek de empati geliştirmiyoruz. Ola ki kendimizi kaptırırsak da metin bize seçilmiş anlarda bu empatinin bizi canavarın suç ortağına dönüştürdüğünü hatırlatmayı da görev ediniyor.

Bu, edebiyatta çok nadir bir seçimdir. Kurbanın bakış açısından yazılmış çok sayıda roman varken celladın kafasından yazılmış roman çok azdır, özellikle de gerçekçi bir tarzda. Ancak bir şerhle: Söz konusu çocuk tecavüzü olduğunda bu nadir bir seçimdir. Aslına bakılırsa diğer tüm suçlarda kendimizi çoğunlukla suçlunun tarafında buluruz. Kendimizi kolayca hırsızın, hainin hatta katilin yerine koyabiliriz. Kültürümüzde tabu olan, hemen her yerde yaşama geçen tecavüzün kendisi değil, onun hakkında konuşmak, üzerine kafa yormak, onu çözümlemektir. Üvey babam tecavüz sözünü asla ağzına almadı. Onu bu suçtan mahkûm eden jürinin önünde bile, ona göre bu başka bir şey olarak kaldı. Kitabın ilk bölümleri Humbert Humbert’in algısına ve küçük kızı baştan çıkarıcı bir su perisi olarak tasavvuruna dalmamızı sağlar. Ona göre Lolita gerçekten de bir suç ortaklığı ilişkisindeki partneri gibidir, ikisi de heveslerine ket vuran anneye karşıdır. Lolita yaşına uygun olmayan şeylerle ilgilenir; dergilerdeki aktrislerle, Holly wood aşk hikâyeleriyle. Annesini baştan çıkaran bu beyefendinin ilgisini çekmeye çalışır, bunu başardığına pek sevinir. Onu ofisinde ziyaret edecek, kanepede yanına oturacak, çıplak bacaklarını kayıtsızca onun dizlerine koyacaktır (onunla aynı evde olmak, banyoda karşılaşmak, o küçük beden içinde, o giysilerle, o gülümsemeyle ya da asık suratla; tahriktir). Ondan bir şey istemektedir. O da bunun ne olduğunu bildiğine inanır çünkü kendi istediği şeyin aynısıdır. (Üvey babamın söyleminde benim rızama dair bir sahneleme de vardı. Hoşuna gidiyor, değil mi? Hoşuna gidiyor, evet, tam sevdiğin gibi. Nasıl da seviyorsun bunu.) Bunu kendine tekrarlar, kendini ikna etmeye çalışır, daima içini kemiren küçük bir şüpheyle çünkü içten içe onun kendisiyle tam olarak aynı şeyi istemediğini bilir. Nitekim sonunda istediğini elde ettiğinde, fanteziden eyleme geçtiğinde, işte orada kitabın tonu değişir, küçük hayaletle ilgili o meşhur cümle orada belirir ve komedi trajediye dönüşür. Suçluların çoğu dayanılmaz şeyler yaşadıklarını anlatan hikâyeler uydururlar kendilerine. Sapıkların çoğunun kendine söylediği ise hissettiklerinin ve yaptıklarının sevgiden kaynaklandığıdır. (Benimle alay edebilir, mahkeme salonunu boşaltmakla tehdit edebilirsiniz ama ağzım tıkanıp boğulmadığım müddetçe sefil gerçekliğimi haykırmayı sürdüreceğim. Lolita’mı ne çok sevdiğimi tüm dünya bilsin. Ya da metinde Fransızca olarak: Je t’aimais. J’étais un monstre pentapode, mais je t’aimais. J’étais méprisable et brutal, et plein de turpitude, j’étais tout cela mais je t’aimais, je t’aimais! Je t’aimais.1 ) Lolita’nın ilk bölümleri bu zihinsel kurgunun muhteşem bir örneğidir.

Bu ustalıklı inşanın ikna gücü yüksektir, avcının kendi kendine uydurduğu dünyayı neredeyse inandırıcı kılarken diğer yandan da bir dizi işaret aracılığıyla bunun yanıltıcı bir hikâye olduğunun algılanmasını sağlar. Humbert kendini her şeyden önce bir kurban olarak görür. Talihsizliğin, başkalarının ve kendi kendinin kurbanı. Denetleyemediği güçlerin oyuncağı olmuştur. Küçük kızlara takıntısı bilinçdışından, çocukluğunda yaşanan ve ona iradesi dışında kendini hatırlatan bir kerem ânından kaynaklanmaktadır. Güya çocuklarla yetişkinler arasındaki aşka tahammül edemezmiş gibi davranan, ikiyüzlü bir toplumun kurbanıdır o; ensesi kalınlar hariç tabii, onlara her şey mübahtır (dokuz yaşındaki Béatrice’e âşık olan Dante, Petrarca ile on iki yaşındaki ilham perisi Laure vb.). Başka bir yerde, başka bir zamanda olsaydık hikâye mizi sorunsuzca yaşamamıza izin verilirdi. Bu, doğal bir şey ve doğaya direnemeyiz. Ama işte bu dünyada anlaşılmıyor. Bu yüzden de kimsenin bilmemesi gerekiyor. Uydurduğu bir diğer hikâye de baştan çıkarma hikâyesidir. Size çok tuhaf bir şey söyleyeceğim: Beni baştan çıkaran oydu. Ancak Lolita’nın hayalî suç ortaklığının tüm ayrıntılarını bizzat oya gibi işlediği gün gibi aşikârdır. Kitap öyle yazılmıştır ki okur gerçekliğin unsurlarını çarpıtarak kendi fantezisine gerekçe üreten sapkın bilincin sürekli ikili oynadığına tanıklık eder. Ne var ki pek çok insan bu absürdlüğü ilk anlamıyla alır ve onlar da üvey babasına ilgi duyan, onu kışkırtmanın peşinde, kasten temas kurmaya çalışan, ahlaksız bir Lolita hayal ederler. Hoşuna gitti mi? Evet, evet, hoşlandın. Kitabın adı Lolita ama Lolita’nın kendisi neredeyse hiç yoktur. Onu avcısının bakışının süzgecinden geçmiş haliyle görürüz ve hemen hiçbir zaman kendi olarak var olmaz; onun fantezisinin kusursuz bir figürü, bir bedende vücut bulmuş perisidir. Nihayet finalde kazazede Humbert bununla yüzleşir. Takla atmış arabasının içinde polisin gelmesini beklerken yaşadığı son bir aydınlanmanın anısı belleğinde canlanır.

Firar eden yeni yetmenin peşinde ülkeyi boydan boya katederken bir sabah bir dağ yolunda kaybolup arabasını durdurduğunda bulunduğu tepenin yamacına konuşlanmış köyün seslerinin bir koro halinde yükseldiğini gözlemlemişti: Bulunduğum yükseklikten bu müzikal titreşimi, saf mırıltılardan oluşan bir fonda ayrı ayrı patlayan kısa çığlıkları dinliyordum ve bir anda anladım ki tüm bunların en dokunaklı, en kahredici tarafı, Lolita’nın yanımda olmaması değil, bu ahengin kalbinde onun sesinin yokluğuydu. Bu anlatım farklı şekillerde yorumlanabilir. Başlangıçtaki küçük hayaleti anıştırdığı, Lolita’ya diğerleri gibi bir çocuk olma imkânı tanımamış olmanın suçluluğu teşhis edilebilir. Ben burada ayrıca kitabın genelinde onun sesinin olmayışına dair bir itiraf da görüyorum. Lolita’nın söz aldığı birkaç durumda, onun hissettiklerinin ve algıladıklarının üvey babasının bize söylediklerinden çok farklı olduğu anlaşılıyor. “Seni aptal,” diyor bana enfes bir gülümseme bahşederek. “Seni iğrenç yaratık. Papatya kadar saf ve tazeydim ben, bak, ne yaptın bana? Polisi arayıp bana tecavüz ettiğini söylemeliyim.

Seni ahlaksız, ahlaksız ihtiyar seni.” Sözünün doğrudan alıntılandığı diyalogların büyük kısmında ifade ettiği, ona kendisini dayatan bu adamın ısrarına karşı itirazıdır: “Oh, hayır, yine mi?” “Lütfeeen, beni rahat bırak, olur mu?” “Tanrı aşkına, rahat bırak beni.” Hayır, hoşuma gitmiyor. Hiç hoşlanmadım, bir kez olsun. Humbert’in de bunun ayırdına vardığı olur. Benmerkezci nakaratının ortasında, yüzeye vuran cüruf gibi, küçük kızın sesi onun görmezden gelmeyi tercih edeceği bir iç dünyayı açığa vurur. Bazı anları hatırlıyorum, cennetteki buzdağları diyebiliriz onlara; ona doyduktan sonra –muhteşem ve çılgınca bir çabanın ardından gevşemiş ve yol yol mavi çizikler içinde– nihayet insani şefkate dair sessiz bir inlemeyle onu kollarımla sararken (stor perdenin çıtaları arasından süzülen, taş döşeli avlunun floresan ışığında parlayan teni, birbirine karışmış is rengi kirpikleri, her zamankinden daha boş bakan, kasvetli, gri gözleri –büyük bir ameliyattan sonra hâlâ narkozun sersemliğindeki küçük hastanın kusursuz imgesi) – işte o zaman şefkat yoğunlaşarak utanca ve umutsuzluğa dönüşür; narin ve yalnız Lolita’mı mermer kollarıma alarak teselli eder, yakıcı saçlarına inler, orasını burasını okşar, ondan sessizce şefaat dilerdim ve aniden, bu yürek parçalayıcı ve çıkarsız insani şefkatin doruğunda (istiğfarın eşiğindeki ruhum kelimenin tam anlamıyla çıplak bedenine asılı kalmışken), arzu ironik bir şekilde ve dehşetle yeniden kabarırdı –“Oh, hayır,” derdi o zaman Lolita iç çekerek, Tanrı’yı şahit tutarak ve bir sonraki an şefkat ve masmavi– hepsi uçup giderdi. Bu zayıf hayır’ın çınlayan gücünü duymamız gerekir.

Ona kulaklarını tıkamayı tercih edecek olan Humbert’in kendisi bile duyabiliyorsa biz de duyabilmeliyiz. Nabokov’un metninin yansıttığı okur, temyiz yeteneğini haiz ve aşağılık bir anlatıcıya merhamet tuzağına düşmeksizin karşı durabilecek, zeki biri olarak kabul edilmiştir. Bu, edebiyat eleştirisinde “tour de force” olarak anılan bir tür maharet gösterisi; yazarın, suçu kınamasa bile en azından bu suçtan ötürü özür diliyor gibi görünen bir anlatıcının söylemi aracılığıyla suçun vahşetini göstermeyi başardığı bir teknik beceridir. Bazı okurlar hatta büyük okurlar var ki –yani Maurice Couturier ya da Mary Gaitskill gibi, işi bu olan, kolayına faka basmayan okurları kastediyorum– hâlâ Lolita’nın bir aşk hikâyesi, bir yasak üzerine kurulu olduğu için daha da yakıcı bir aşk hikâyesi olduğunu düşünüyorlar. Çapraşık, lanetli bir aşk ama yine de aşk. Bugün hâlâ bunu söyleyebilmek biraz tuhaf geliyor. Bir aşk hikâyesinin en azından iki taraflı olması gerekir. Oysa ki Lolita’da Humbert hissettiklerini bir tek kendi hisseder. Karşılığında sevilmeden sevmek, karşılığında arzulanmadan arzulamak, rıza olmadan okşamak; bunlar nasıl bir aşk hikâyesine evrilebilir ki? Anlatıcı baştan sona kadar arzusuyla, saplantısıyla, zorlanımıyla bir başınadır. Ona eşlik eden önce fantezisi, sonra da Lolita’nın hayaletidir. Lolita’yla birlikteyken tek gözlemleyebildiği ise onun kendisini takip etmediği olur. Asla razı olmuyor, okşayışlarım altında bir kez olsun ürpermedi. Zaten, onun eninde sonunda kaçmanın bir yolunu bulacağını da bilir. Olabildiğince gözetim altında tutar onu. Gitmek istediğini bilir. Ve gittiğinde de kendisine bir başka ahlaksız adam tarafından sunulan çıkış yoluna başvurmaktan başka çare bulamaz. O halde neden 1950’lerden beri kitap kapaklarında ısrarla, tecavüzcüsü onu uzun azap yolculuğuna çıkardığında on iki yaşında olan romanın Lolita’sından hep daha büyük gösteren, şehvet düşkünü ve kışkırtıcı bir genç kız imgesi yer almaktadır? Nabokov, kızın ilişkiye gönüllü katıldığını ima eden, muğlak bir kitap mı yazmıştır? Bence değil, kızın bu ilişkiyle hiçbir ilgisi olmadığı son derece açıktır. Hayatı keşfe çıkan, annesinin yasaklarına karşı gelmek isteyen, ergenliğin eşiğindeki kız karakteri gerçekten de belli bir kösnüllük barındırır ancak eyleme geçilen andan kaçışına dek her şey manipülasyondan ve zoraki bir ilişkiden ibarettir. Popüler imgelemde bir baştan çıkarıcı su perisinin yaratılmasını beklemeyen yazarın romanının gördüğü ilgi karşısında gafil avlandığını düşünebiliriz. Öyle de olsa kitabın ilk baskısı erotizm alanında uzmanlaşmış bir yayınevine emanet edilmişti. Ben de bir başyapıt yazmış olsam ve her yerden red yeseydim belki ben de aynısını yapar ve daha sonra bu durumu düzeltmek için zamanım olacağını düşünebilirdim. Yirmi yıl sonra, 1975’te “Apostrophes” adlı TV programına konuk olan Vladimir Nabokov, Lolita’nın sapkın bir genç kız değil, “baştan çıkarılmış zavallı bir çocuk” olduğunu belirtir. Nabokov’un, çocukların cinselleştirilmesi olgusunun ya da en basitinden gayet yaygın bir edim olduğu halde kendisinden ancak pek nadir bir olay, bir canavarlık, bir sapmaymış gibi bahsedilen, çocukların aile, okul ya da kilise çevrelerinde cinsel istismarının geniş kapsamını hesaba katmadığını varsayabiliriz. Ya da tam tersine bunun farkındaydı ve ününü bu skandal niteliğindeki çapraşıklık üzerine kurdu.

Bunların hiçbiri benim kitabı sevmeme engel değil. Bu romanda hoşuma giden ve bir yandan da beni derinden rahatsız eden şey; kasıtlı olarak kötülük yapan, başka bir varlığı yok etmekte olduğunu bile bile bunu yapmayı sürdüren birinin kafasının içine girme oyunu. O, bu cehennemî sarmalın içinde, kendi dürtüleri, kendi hissedebildikleri ve yapabildikleri tarafından hem esir edilmiş hem de aşağılanmakta. Bu duygular ve düşünceler kasırgası, modern dünyanın sıkıcılığına karşı muhteşem bir panzehir. Aşağılanma, çürüme ve hapse düşme bile onun için bir maceraya; üzerinde çalıştığı ve elbette öngörülemeyen iniş çıkışlar yaşansa bile çoğunlukla kendi keyfince ilerlettiği bir projenin doruk noktasına dönüşür. Kendi hayatının demiurgos’u1 olmuştur o ve biz de benliğimizi bu esrikliğe teslim ederiz, sonu pişmanlık olsa da, zira pişman olmak gerekir elbette; bu, Nabokov’un estetik vecd dediği şey için ödenmesi gereken bedeldir.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıHüzünlü Kaplan
  • Sayfa Sayısı208
  • YazarNeige Sinno
  • ISBN9789750765384
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Okumaz Yazmaz ~ Ágota KristófOkumaz Yazmaz

    Okumaz Yazmaz

    Ágota Kristóf

    Şifreli yazılarımı tuttuğum hatıra defterimi ve ilk şiirlerimi Macaristan’da bıraktım. Erkek kardeşlerimi, annemi babamı, haber bile vermeden, bir veda bile etmeden geride bıraktım. Ama...

  2. Reinhardt’ın Bahçesi ~ Mark HaberReinhardt’ın Bahçesi

    Reinhardt’ın Bahçesi

    Mark Haber

    “Her birimiz melankoliğiz, böyle doğduk ama hayatımızı bunu inkâr ederek geçiriyoruz, en tabii halimizden kaçmaya çalışıyoruz, oysa uzun süre yalnız bırakılsa melankoli tekrar su...

  3. Anneannem ~ Fethiye ÇetinAnneannem

    Anneannem

    Fethiye Çetin

    “O günler gitsin, bir daha geri gelmesin…” Bu coğrafyada yaşayan herkesin şu ya da bu şekilde bildiği ama üzerinde konuşmamayı tercih ettiği saklı yaşamlar....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur