Zaten hayatın zevkinde, eleminde o başka ne bulmuştu ve ne bulacaktı? Eziyet, daima eziyet, sonsuza kadar eziyet değil mi? Herkeste böyle miydi, diye merak etti, hayır, mesela şu geçenlerin hepsi onun fikrinde yer etmiş bu şeylere kim bilir ne kadar yabancıydılar! “19. yüzyılın sonunda yazılan bu hikâyelere erkeklerin kadınlar hakkındaki düşünceleri, aşka dair söylemleri ve hayatta kadınlar ile erkeklerin oynadıkları rolün etkisi gibi temalar girer. Mehmet Rauf edebiyatının genel özelliklerini oluşturan bu unsurlar yazarın üslubunu da etkilemiş, aşk, kadın ve bunlarla birlikte düşüncelere dalan erkeğin iç muhasebeleri tabiatı da içine katan benzetmelerle süslenmiştir.”Seval Şahin
İçindekiler
Önsöz ……………………………………………………………………. 11
İhtizar ……………………………………………………………………. 15
Uzaktan ………………………………………………………………….. 27
Paris’te …………………………………………………………………… 53
Hastayken ………………………………………………………………. 65
Bir Hastalığın İlacı ……………………………………………………. 73
Verven ……………………………………………………………………. 87
Köylünün Aşkı ……………………………………………………….. 117
Küçük Remzi ………………………………………………………… 133
Küçük Kumral ……………………………………………………….. 147
Bekârlar Arasında ………………………………………………….. 153
İHTİZAR
Bu gelinle bu kayınvalide daha ilk aydan beri iyi geçinememişlerdi. Biri oğlunda, evde kendi hükmünü sürdürebilmek için, ta çocukluğundan beri çocuğun fikrine aşılanmış bu rakibenin, böyle kendi seçip götürdüğü gelinin yeğ tutulmasını görmemek için her fırsattan istifade edip genç kadını küçük düşürmeye, ahbaplarında örneklerini gördüğü, derslerini aldığı üzere gelini şimdiden üzüp itaate alıştırmak için daima lüzum görmek isteyerek terbiyesini vermeye çalışırdı.
Gelin ilk haftalar gençliğinin emel dolu gecelerini zapt etmiş emel ve hülya saatlerinden kalma bir uyum sağlama arzusuyla tevazu göstermiş, boyun eğmiş, itaatkâr davranmıştı. Fakat yavaş yavaş bu her şeyin ezilmek, hakarete uğramak için birer fırsat olabilmesine karşı kindar hayretlere tutuluyordu; bir gün bu hayretler o kadar çoğaldı, kalbinin bu ardı ardına gelen haksızlıklarla açılan yaraları o kadar derinleşti, izzetinefsi o kadar ezildi ki coşarak gürledi.
Ve o günden sonra boğuşmalar başladı; hiçbir saat geçmezdi ki birbirlerini tırmalamasınlar. En adi bir söz birbirleriyle hırlaşmak için bir sebep teşkil ederdi, esasen tabiatlarındaki bu ayrılığı sonsuz kılacak halleri vardı. Buna beyin himmetsizliği de eklenince günler boğuşmaya yetişmemeye başladı. Gelin oldukça okumuş, bir yükselme emeli beslemiş, nazik, hayalleri olan biriydi; hep kendi mevki ve halindeki kadınlar gibi olduğunun üzerinde görünmek, yapmak istiyordu; buna karşılık kayınvalidede nadir rast gelinir bir bayağılık vardı; yalan kabul etmezlik altına gizlenen bir kabalık, gelinin nefret ettiği bütün şeylerde kayınvalide için çekici birer üstünlük mevcuttu; fena şeyleri tercihinde oğlu için bir fayda olmaktan başka gelini için de bir mahrumiyet vardı; artık ilan olunmuş birer düşmandılar, gelin böylece en samimi isteklerinde mağdur ve mağlup kalıyordu.
İstediğini giyemez, istediğini yapamaz, istediğini yiyemezdi; her arzusunun önünde kayınvalide hanım bir amir, bir engeldi; ne isterse onun çirkin, fena, namusa aykırı olduğunda valide ve oğul müttefik çıkarlardı. Bunlara hakkını kullanmak, böyle muamelelerinin sebebini keşfettiğini bildirmek için o kendini yer, sızlar, ağlar fakat bunların terbiyesizliklerinin, kabalıklarının, her türlü çirkinliği söylemekten sıkılmazlıklarının önünde sabredemez, ezilir, yenik düşerdi.
Beye gelince, bu yolda kavgalar arasında büyümüşlere mahsus bir tabiilikle uzaktan gülümseyerek izler, eğer zafer karısına yakınsa onu bir küçük düşürücü sözle susturup mağrur bir şekilde baskı kurmakta beylik bulurdu. Bu, bir rüştiyenin1 son sınıf imtihanını veremeden çıkmış, sonra nasılsa memur olmuş bir gençti. Üç sene gazetelerin kendi düşüncelerine uygun düşen sütunlarına dikkatini vererek biriktirdiği malumatını beynine sığdıramayarak bütün dünyanın hikmetini idareye kendinde yetkinlik görmekten kaynaklı bir gururla Avrupa’daki siyasi meselelerden bahse girişir, kalemindeki1 defterciliği iyi yapması sebebiyle gördüğü bazı övgüleri bütün meziyetlere sahip olarak kazanılmış gibi bir düşünceden gelen bir büyüklenmeyle meziyetlerini saymak ve bu vesileyle yükselemeyeceği yerler ve şeylerden gayrı her şey onun için konuşmaya değer olmaktan uzaklaşarak birçokları saçma derecesine inerdi. Kahvede sabırlı birtakım dinleyici bulmaktan kaynaklı gururunun yanında bu cılız gelinin üzüntülerini söyleyişi konuşmaya değmez bir şey kalır, evdeki bu nifak önemsenmek için esasen mühim olması lazım gelen bir saçma olurdu. Alışılmış bir itaatle validesine boyun eğdikçe karısının kederli bakışlarına karşı tepkisiz kalmaktan bir büyük adam zevki hissederdi. Bazen şakayı bozmak ister, herkesin kurban olması lazım geleceğini dava etmeye belki kalkışacağı soğuk bir tebessümle karısına cilveler eder, sonra validesinin hışmının önünde, “İtaat efendim, bir gelin kayınvalidesine itaate mecburdur,” düsturunu okur, başını ciddiyetle sallayarak ilave ederdi:
“Hey kuzum hey… Siz yaşamayı kolay mı sanıyorsunuz? Koca budalalar…”
Bütün bunlar gelinin yumuşaklığını hırpalamış, terbiyesini yormuş, tabiatını mümkün olduğu kadar hırçın etmişti. Ve bu düşmanlıklar arasında ilk aylara, bu kocanın daha biraz da kendine taraftar çıktığı teklifsizlik aylarına mahsus heves cinneti aklına geldiği zaman, kadın gördü ki kocası kadar adi, bayağı, kaba bir adamın tasavvuru bile imkânsızdı; fikren sefil ve muhtaç, kıyafetçe en kaba bir renk zarafetinden bile mahrum olan bu beyin konuşma tarzında mevcut olan soğuk bir kibir rehavetinden, terbiyeyle ilgili herkese ders vermek davasıyla çekilmez olmaktan başka şahsiyetinden yayılan gurur havası da bu adilikleri kat kat çoğaltıyordu. O zaman genç kadın maneviyatında akseden bir şikâyet iniltisiyle, “Eyvah!” dedi fakat artık anneydi.
O zaman çocuğuna çılgınca bir düşkünlük gösterdi; gençliğin kalbine doldurduğu şefkatler, bu vefalı bir sine bulup dökülemeyen, boşalamayan zavallı muhabbetler, uzun bir baskı altında bulunmaktan kaynaklı sonsuz bir coşkunlukla kendini hep çocuğa verdi. Çılgın gibi bir anne oldu. Fakat çocuk doğup annesinin bu derece düşkünlüğünü çekmekle büyükhanıma daha etkili bir kavga izni vermiş oldu. Bu kadın gelinin daima haklı olmasını, oğlunu o kadar olsun etkilemesini, daima her türlü niyetinin önünde mağrur ve kavgaya sebep bulunmasını, nihayet kendi gelini, oğlunun karısı olmasını affedemiyordu. Hayatını hoş geçirmek için böyle vesileler aramak lazım geliyordu. Böylece gelin çocuğun, emzirme ve terbiyesi, giydirilip doyurulması için, geleceğe dair ne gibi arzular göstermiş, ne fikirler beyan etmiş, ne emeller beslemişse hepsini yaralamakta büyük bir ehemmiyet buldu. Öteki evladına bu kaba mahlukların çirkinliklerini aşılatmamak için vahşi bir garazla kocasına bile karşı koydu; en hissiz nezaketleri tırmalayacak muamelelerin kurbanı olmakla beraber müdafaa ve karşılık vermeyi bir kıymetli vazife saydı. İnsaniyete, nihayet ne olursa olsun bunların da bir kalbi, belki birer hassas noktası bulunacağına güvendi; fakat karşısında kökleşmiş bir kinle dolu bir kalp buldu; kabalıkla asabiyetin bu mücadelesinde yine incelik mağlup oldu; genç anne yaralı ve kanlı çıktı; hasta düştü. Göğsünden rahatsız deniliyordu. Ve yedi aylık hastalıktan sonra nekahete girdiği zaman evvelki gelini tanıyamıyorlardı.
Bir evde uyuyan bu iki düşman birinin hastalığı esnasında ötekinin tırnaklarını göstermek için oğlunun çekilip gitmesine muhtaç olmayı bile büyük bir mağlubiyet sayan kayınvalide ile hastalığı esnasında kendine merhametli davranan kocasının himayesinden, artık sağlığına kavuştuğu için mahrum kalmaya başlamış gelinin hırıltıları yeniden başladı. Şimdi kayınvalide hastalıkta kendini o kadar yalnız bırakmış oğlundan intikam fırsatlarını araştırıyordu: Her şeyde onunla muhalif olmaya, bu analık haklarının helal edilmediği, eski itaatlerin misal olarak zikredildiği, verilen sözlerin hatırlatıldığı, artık ölümlerin arzu olunduğu meclisler tekrarlanmaya, bunlarda gözyaşlarına, bir-iki saat dargın durulmaya lüzum görülmeye başlandı. Ve bu oğluna ağlayan kadın, gelin için uzun bir perişanlığa bedel tek zaferdi; hasta olduğuna teşekkürler ediyor, bu kadının sızlayışını görmek için ölüm hallerini, sürüklenmeyi temenni ediyordu. Zaten hayatından ne bekleyecekti? Bu sırada kocasının hastalıktaki bazı muamelelerini, onlardan mahrum olduğu için büyüterek sevgiye muhtaç kalbinin en büyük haksızlığı unutan köşelerinde bir eğilim duyuyor, oralarda “belki”lerle dolu titriyordu. Evliliklerinin ilk günlerindeki muhabbetin sonradan bozulmuş, pişman olmuş arzuları, uzun, zorlanmış uykudan sonra silkinerek eski köşeleri gezer, genç karılarda ekseriya görülen geri dönüşler, hararetler gelir, kocasını günlerce hemen aşka benzeyen gönül almalara hedef kılardı. O zaman bir ümide düşerdi, bir ümit, delice, manasız bir ümit… Bir gün oradan defolacak kayınvalideden sonra kendine geri dönecek, belki değişecek kocanın ümidi ona biraz kuvvet, yaşamaya niyet verirdi; fakat sonra, birdenbire haince renk değiştirip annesine destek vererek kendine bir tekme atan bu adamdan, birden toplanan nefretle bütün bütün soğuyarak tekrar ümitsizliğe düşer, ziyan edilmiş hayatına ağlardı.
Ziyan edilmiş hayat! Evet, işte hep buydu. Bütün ara sıra tutulduğu o sebepsiz ağlama buhranı bundan geliyordu. Yaşı ilerledikçe bu hararetsiz, vefasız kocanın soğuk bakışları altında korunmaya mahkûm emellerinin çiçeklerini yetiştirmek için sarf ettiği o arzu ve hülya parçalarını düşünür; o uzun gençlik ve emel senelerinin böyle bir boşlukla son bulmasını pek gaddarca görür ve bu üzücü sonuçtan perişan olurdu. Kalbinde, hele hastalığından sonra, öyle feyizli emeller vardı ki bunları ne artık soyuna çekerek büyükannesine ısınmış çocuğun buseleri ne kocasının kocalık merasimleri ikna edemiyordu. Bir boşluk, bir ateş ki ilelebet okunacak bir sevgi kasidesi istiyordu. Evet, o ateşli bir aşka muhtaçtı. Bu ihtiyaca, bunun artık sakinleştirilmesi imkânsız olmasından kaynaklanan bir arzu ve heves de ekleniyordu. O zaman yine düşünceye daldı; gelinliğinden beri okumadığı yeni kitapları okudu, eskiden bayıldığı hikâyeleri bir daha gözden geçirdi, böylece hislerine başka bir ferahlık gelmeye başladı. Bütün gün, o uzun ev saatlerinde bu fikirler onu zapt edip düşündüren, gözlerinden haberi olmadığı halde yaşlar getiren birer buhran, bazen haftalarca azade bırakırken birdenbire yine vücudunu paramparça eden, sonra yine sönüp giden, sonra yine birden geri dönen birer ihtiras humması halini almıştı.
Ve böyle seneler geçti. İki çehre… Bütün bu ateşli aşk, arada birer sene arayla iki çehre için titreyişe tutulmuştu. Oh, bu namuslu kadının bu iki üzücü, mahpus, çaresiz aşkı! O kadar samimi namusluydu ki, bu perdeyi bırakmak sade fena değil, birini öldürmek gibi yerine getirilmesi imkânsızdı. Onu namustan ayırmayan şey tesadüf ve fırsat noksanı değil kendinde kurduğu bir tabiilikti. Bunun huzurunda o aşklar susmuş, bu kadından sadece masum gözyaşları, zapt edilemeyen birer nasipsizlik ahı, birkaç haftalık hülya geceleri gasp edebilmişlerdi.
Fakat bir gün, bütün bunların hayal olduğu bir gün karşılarına yeni taşınan evde bir genç, önüne çıkıp takip eden, seçkinliği, zarif kokusuyla genç kadının dayanıklılığını yok ederek inatla takip eden, bin vasıtayla aşkının yakıcılığını arz ederek yüzlerce cevapsız bırakılmış, yırtılmış kâğıtlara yüzlercesini yetiştirerek, emellerine ulaşmak için her fırsatı ustaca kullanarak, hele esasen kadının ümitsiz ve teselliye muhtaç zamanlarını keşfedip hassas sinirlere dokunmaktan istifade ederek, aşk kanununun bütün incelikleriyle zavallı, zayıf kadını zapt eden birkaç aylardan sonra titrek bir elle yazılmış bir cevap alabildi. Ve bu mektup kadınca antlarla, istirhamlarla, çocuk, annelik bahisleriyle doluydu; uzun uzun düşüncelerinde bunu artık ilk gördüğü gibi tamir edilemez bir suç olarak görememekten başlayarak hatta karşı koyamayacağı bir zevk de hissetmiş, kocasına ve annesine bir leke bulaştırmak fikrinden gelen lezzet de o hisle birleşince bütün sağlamlığı erimiş, herhalde pek büyük bir kabahate daha uzak bulunmaktan kaynaklı bir lakaytlıkla bunu yazmıştı; fakat bu yine bir cevap olmaktan başka bir şey değildi. Bir kadının bir delikanlıya bir mektubu… Bunu hiçbir gün elinden gelmeyecek bir canavarlık gibi görürken bir anlık karar verme cinneti onu yazdırmıştı. Bir cevap, aman Yarabbi, mümkün müydü, o bir mektup mu yazmıştı? İki gün buna inanmadı; onu verdiği dakikadan itibaren oyun zannettiği hakikatin çirkin yüzüne karşı soğuk soğuk titremiş, bir coşku, o eski temizliğin sarhoşluktan uyanması gibi bir coşku duymuştu. Lekesiz bir vicdanın bütün kahredici asabiyeti ona eziyet etmeye başladı. Şimdi zannediyordu ki benliğinden bir şey eksilmiş, zannediyordu ki o evvelki kadın olmak için ele geçmez bir şeyi kaybetmişti. Geceleri hummalar içinde hep mektuplu rüyalarla harap oluyordu. Artık penceresinde beklemek elinden gelmiyor, yerlere sürünerek tövbeler ediyordu. İkinci günü mektubun cevabını aldığı zaman ilk arzusu onu hemen yırtıp şu mangala atmaktan başka bir şey değildi; fakat bunu eline aldığı zaman ta küçükken kaybettiği, o kadar sevdiği ve ağladığı annesinden geliyormuş zannetti. İçinde öyle bir rahatlık, bir hafiflik hissetti, okuduğu zaman öyle şeyler gördü ki mutlu bir şekilde ağladı. Niçin, bunda o kadar fena ne vardı Yarabbim? Bu zalim insanlar arasında bir anne incelik ve sevgiyle kendini teselli edenlerden neden ruhunu mahrum etsin? Şimdi kendisinde yerleşmiş namus hissine, faydanın ve mutluluğun diliyle ayrıntılı bir nutuk okuyordu. Hem etrafına bakınca birçok misaller görüyor, düşünce bir kere başlayınca kendinin de yardımıyla o içten gelen sesi pek güzel susturabiliyordu; bir kere bu yoldan geçmemiş hiçbir kadın görmüyordu. Gece gündüz namusuyla övünen şu kayınvalidenin bile bir gün hamamda ne maceralarını dinlememişti! Hem herkesin yaptığı fenalıktan ne kadar uzak olarak o sadece bir mektup alıyor, bir mektup veriyordu. Başını kararlılıkla sallayarak kalben yemin ediyor, “Bu kadar!” diye tekrar ediyordu. E, bunda ne zarar vardı? Hiç kimsede bulmadığı bir teselli ahını böyle masum bir fikirle aramaktan ne fenalık gelebilirdi?
Bundan sonra, bir kere bu düşüncelere girince her gün iradesinden bir parçayı kaybederek, her gün çukura daha yaklaşarak, bir kum seli içinde kalmış avare bir seyyahın üzücü mecburiyetiyle tutunmak istedikçe batarak, battıkça ziyan ettiğine acı yaşlar dökerek, etraftaki kötü örneklere her gün bir başka yücelik feda ederek yaşamaya başladı. Tutunmak istediği yerlerde iğneler varmış gibi elleri havada kalıyordu; o zaman bu serin kum seli, bu beni mesut ederek öldürecek diye kaderine razı oluyor, bazen şikâyet ederek, sızlayarak, bazen derinlere dalmış “oh”lar çekerek, yaşadıkça mektupların arkasının kesilmemesini söylüyordu. Bunlarda masumiyetten zerre kadar ayrılan emeller yasaktı; öyleleri reddedileceği ihtar olunduğundan hepsinde yalnız ebedî aşklar, sonsuz saflıklar vaat ediliyordu. O genç, kendisinden başka bir şey istemiyordu. Onun herkesten gizli yazdığı mektubunu yalnız kendisi görmüyor muydu? Bundan başka nasıl bir saadet temenni edebilirdi? Bununla birlikte ah, beraber yaşasalardı… Beraber yaşasalar, vaktiyle evlenmiş olsalardı. Bir mektubunu okurken böyle saadetler duyuluyordu. O zaman bütün hayatını, bütün kendini, bütün kendini onun yoluna feda etmeyecek miydi? Ah, hayatta böyle saadetlere, bunlara da kavuşanlar var mıydı? Fakat mademki bu kadar mesut olamıyorlar, ellerindeki saadetlere olsun razı olmak mümkün değil miydi? Fakat bu deli gönlüne bunu dinletmek de pek güçtü! Ah, niçin birbirlerine daha evvel rast gelmemişlerdi!
Kadın gözlerinde yaşlarla, “Evet, evet, niçin?” diyordu. Delikanlıya karşı yavaş yavaş çılgınca bir bağlılık göstermeye başladı. Her sabah onun çıkıp gitmesini beklemek için her şeyi yüzüstü bırakır, o gidince dönüşüne kadar geçen zamanı ölüm azaplarıyla geçirirdi. Akşamüstü beklemek onu yıkıyordu, buna görülmek endişeleri de birleşip hayatını bir cehennem içine atıyordu. Bu yürek yakıcı içtenlik içinde, geceden gelen mektupların karşısında mesut ve sarhoş, baygın baygın kalıyordu. Delikanlının her şeyinde bir başka güzellik görmeye başlamıştı. Bunları mektubuna yazmak istedikçe fena bir utanç hissi bir şeyden men eder gibi elini tutardı. Fakat söylenmek istenilen şeyler birikip onu dolduruyordu, taşımak lazımdı; halbuki her gün dolmaktan başka bir şey mümkün değildi.
Öte taraftan da mektuplar yavaş yavaş daha hararetli olmaya, sıcak emeller çoğalmaya başladı; bazen mektupları okurken bu emellerin harareti vücudunu yakı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİhtizar
- Sayfa Sayısı176
- YazarMehmet Rauf
- ISBN9789750744723
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dik Bayır ~ Abbas Sayar
Dik Bayır
Abbas Sayar
İlk sayfasından itibaren insanı saran bir roman… Bir köyün kuruluşunun ve dağılışının hikâyeleri bir arada. Alaman gurbetliği peyda olunca ardına bakmadan gidenlerin ve gidenlerle,...
- Unutma Bahçesi ~ Latife Tekin
Unutma Bahçesi
Latife Tekin
Bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkabilirse insanın yeni bir yaşamı olabilir...
- Politikada 45 Yıl ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Politikada 45 Yıl
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Atatürk, Millî Şef, DP ve 27 Mayıs dönemlerinin İsmet Paşa portresi çerçevesinde değerlendirilmesi. Kendisi de aktif politikanın içinde bulunmuş olan yazar, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki...