Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İnsanlık Krizi ve Diğer Konferanslar 1937-1958
İnsanlık Krizi ve Diğer Konferanslar 1937-1958

İnsanlık Krizi ve Diğer Konferanslar 1937-1958

Albert Camus

İnsanlık krizi, en azından yarı yarıya, dünya üzerinde biriktirmeye devam ettiğimiz aptal ilkeler ve kötü eylemler karşısında bireylerin kapıldıkları tembellik ve yorgunluk hallerinden oluşur….

İnsanlık krizi, en azından yarı yarıya, dünya üzerinde biriktirmeye devam ettiğimiz aptal ilkeler ve kötü eylemler karşısında bireylerin kapıldıkları tembellik ve yorgunluk hallerinden oluşur.

Bu kitap, Albert Camus’nün çeşitli konferanslarda yaptığı siyaset, edebiyat, savaş ve insanlığın genel çöküşü gibi çok çeşitli konuları kapsayan otuz dört konuşma metnini bir araya getiriyor. Camus her konferansta bir “insanlık krizi” teşhisi koyuyor ve yarım yüzyıl boyunca seslerinden mahrum bırakılanlara seslerini ve haysiyetlerini geri kazandırmak için yola çıkıyor.

Columbia Üniversitesi’nde “insanlık krizi” üzerine yaptığı konuşma, Nobel Edebiyat Ödülü töreni konuşmasında değindiği felaket dönemlerinde sanatçının rolü… Bugün hepsi güncelliğini korumaya devam ediyor.

“Albert Camus için her insanın bir görevi vardır ve bu görev, dünyanın sefilliğine karşı koyarak yoğunluğunu mümkün olduğunca azaltmaktır.”

Gallimard

İçindekiler

Yayıncının Notu ………………………………………………………11
Yerli Kültür Yeni Akdeniz Kültürü / 1937 …………………….17
Aklın Savunusu / 1945 ………………………………………………27
Albert Camus’nün Konuşması
(Rumenlere Hitaben) / 1945 …………………………………32
İnsanlık Krizi / 1946 …………………………………………………35
Karamsar mıyız? / 1946 …………………………………………….56
Civilisation Açık Oturumu Konuşması: / 1946 ………………63
Jean Amrouche’un Maison de la Chimie’de
Okuduğu Mesaj / 1946 …………………………………………75
İnançsız ve Hıristiyanlar Latour-Maubourg
Manastırı’nda Düzenlenen Konferans / 1946 ……………78
İspyanya mı? İspanya Hakkında Artık
Konuşabileceğimi Düşünmüyorum / 1946-1947 ………98
Yanıt Veriyorum / 1948 ……………………………………………101
Özgürlük Tanığı / 1948 ……………………………………………105
Katillerin Çağı / 1949 ……………………………………………..116
Sadakatin Avrupa’sı / 1951 ……………………………………….138
Casal De Catalunya’da Konferans
[Özgürlük Takvimi: 19 Temmuz 1936] / 1951 ……….147
Albert Camus Britanya’daki Genel Seçim Hakkında
Konuşuyor / 1951 …………………………………………………..155
Ölüm Cezasına Çarptırılanlar İçin Çağrı / 1952 …………..163
İspanya ve Kültür / 1952 ………………………………………….167
Ekmek ve Özgürlük / 1953 ………………………………………175
Mutualité’de Konferans [Özgürlük Takvimi:
17 Haziran 1953] / 1953 …………………………………….185
Avrupa Medeniyetinin Geleceği / 1955 ………………………192
Trajedinin Geleceğine Dair / 1955 …………………………….218
İspanya ve Don Quijote’cilik / 1955 ………………………….232
Sürgündeki Bir Gazeteciye Saygı / 1955 ……………………236
Dostoyevski İçin / 1955 …………………………………………..245
Cezayir’de Siviller İçin Ateşkes Çağrısı / 1956 …………….248
Poznan / 1956 ………………………………………………………..260
Özgürlük Seçeneği Salvador de Madariaga’ya
Saygı / 1956 ………………………………………………………265
Macaristan’ı Destekleyen Genç Fransızlara
Mesaj / 1956 ……………………………………………………..274
Kádár’ın Korku Günü / 1957 ……………………………………278
Sürgündeki Macar Yazarlara Bir Mesaj / 1957 ……………..287
Stockholm Konuşması / 10 Aralık 1957 ……………………..289
Uppsala Üniversitesi’nde Konferans /
14 Aralık 1957 …………………………………………………..295
İspanya’ya Ne Borçluyum? / 1958 …………………………….299
L’Algérienne Konferansı / 1958 ………………………………..305

İNSANLIK KRİZİ VE DİĞER
KONFERANSLAR
1936-1958

YERLİ KÜLTÜR
YENİ AKDENİZ KÜLTÜRÜ
1937

1935 yazından itibaren Cezayir Komünist Partisi üyesi olan Camus, Emek Tiyatrosu’nu kurarak kültürel etkinliklerde rol almaya başlar. Bu tiyatro topluluğunda uyarlama, yönetmenlik ve oyunculuk gibi işlerle ilgilenir. Aynı zamanda Cezayir Kültür Evi’nde genel sekreterlik görevini yürütür ve burada sinema gösterimleri, konserler ya da konferanslar düzenler. O dönemde yirmi üç yaşında olan Albert Camus, bu kurumun kapılarını açması vesilesiyle 8 Şubat 1937 tarihinde bu konferansı gerçekleştirir. Konferans metni 1937 Nisan’ında, Cezayir Kültür Evi’nin dergisi Jeune Mediterranée’nin ilk sayısında yayımlanacaktır. Camus, aynı yılın sonbaharında Cezayir Komünist Partisi’nden ayrılır.

I

Bugün açılışında bir araya geldiğimiz Kültür Evi, Akdeniz kültürüne hizmet etmek amacıyla kurulmuştur. Bu tür kurumlara ilişkin genel kurallara uyarak varlığı ve büyüklüğüyle kendini kanıtlamış bir kültürün bölgesel çerçevede gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlar. Bu bakımdan belki de solcu entelektüellerin kendi davalarıyla ilgisiz görünen, hatta bazı durumlarda (Maurras’ın yaptığı gibi) sağcı ideolojileri savunanların ele geçirdiği bir kültüre hizmet etmelerinde şaşırtıcı bir boyut vardır. Bir Akdeniz bölgeciliği davasına hizmet etmek gerçekten boş ve gelecek vaat etmeyen bir gelenekçiliğin geri getirilmesi ya da bir kültürün başka bir kültüre kıyasla daha üstün gösterilmesi ve örneğin faşizmi tersinden ele alarak Latin toplumlarının Kuzey toplumlarıyla karşı karşıya getirilmesi anlamına geliyor gibi görünebilir. Fakat burada bitmek bilmeyen bir yanlış anlama söz konusudur. Bu konferansta bu yanlış anlamayı açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Aslında tüm hata, Akdeniz ve Latin dünyasının birbiriyle karıştırılmasından ve Atina’da başlayan şeyin Roma’ya atfedilmesinden kaynaklanır. Bizim içinse mesele açıktır, bir güneş ulusçuluğu diye bir şey kesinlikle söz konusu olamaz. Geleneklere boyun eğemeyiz ve canlı geleceğimizi yaşam sürelerini çoktan tüketmiş zaferlere dayandıramayız. Bir gelenek şimdiki zamanı taklit eden bir geçmiştir. Çevremizdeki Akdeniz bölgesi ise aksine canlılığını oyunlardan ve sevinçlerden alan bir bölgedir. Diğer yandan ulusçuluk gerçekleştirdiği eylemlerle kendini mahkûm etmiştir. Ulusçuluklar tarihte her daim yozlaşma belirtileri olarak belirir. Roma İmparatorluğu’nun büyük yapısı çöktüğünde, çok sayıda bölgeye yaşama umudu veren manevi birliği parçalandığında, ancak bu yozlaşma döneminde ulus toplulukları ortaya çıkmıştır. Batı da sahip olduğu birliğe bir daha kavuşamamıştır. Bugün uluslararasıcılık bu Batı’ya gerçek anlamını ve görevini vermeye çalışıyor. Fakat temel ilkenin artık Hristiyanlıkla, kutsal imparatorluğun papalık Roma’sıyla alakası yok. Artık temel ilke yalnızca insan. Birlik inançta değil umutta yatıyor. Bir medeniyet, tüm ülkeler ortadan kalktığında birliği ve büyüklüğü manevi bir ilke sayesinde ayakta kalmayı başarıyorsa ancak kalıcı sayılabilir. Neredeyse tüm Avrupa kadar büyük, uluslardan ve egemen güçten yoksun Hindistan iki yüzyıl süren İngiliz hâkimiyetinden sonra bile kendi çehresini koruyabilmiştir. İşte bu yüzden Akdeniz ulusalcılığı ilkesini en baştan reddedeceğiz. Bunun yanı sıra Akdeniz kültürünün başka kültürlerden üstün olmasından da söz edilemez. İnsanların dile getirdikleri görüşler yaşadıkları ülkeyle uyum içindedir. Ve kültür alanındaki üstünlükleri de sadece bu uyum içerisinde yer alır. Daha büyük veya daha küçük kültür yoktur. Daha gerçek ya da daha az gerçek kültürler vardır. Bizim tek arzumuz bir ülkenin kendi sesini duyurabilmesi. Bulunduğu bölge içerisinde. Fazlası değil. Buradaki asıl soru şu: Yeni bir Akdeniz kültürü ortaya koymak mümkün mü?

II

KANITLAR

a) On kadar ülkeyi bir araya getiren bir Akdeniz, bir Akdeniz havzası vardır. İspanya’nın kabarelerinde şarkı söyleyenler, Cenova limanında, Marsilya rıhtımlarında dolananlar, bizim kıyılarımızda yaşayan o tuhaf ve güçlü ırk, hepsi aynı aileden gelir. Avrupa’da yolculuk ederken İtalya ya da Provence’a doğru inersek, hırpani kıyafetler giymiş adamlar, bu güçlü ve renkli yaşam manzarası karşısında rahatlayarak iç çekeriz. Orta Avrupa’da, Avusturya ve Almanya arasında geçirdiğim iki ay boyunca omuzlarımda ağırlığını hissettiğim bu tuhaf rahatsızlığın, içimdeki tükenmiş endişenin neden kaynaklandığını düşündüm. Bu sorunun cevabını kısa bir süre önce öğrendim. Bu insanlar hayatları boyunca düğmelerini boyunlarına kadar ilikleyerek yaşamışlardı. Serbestliği tanımıyorlardı. Gülmekten son derece farklı olan neşenin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Diğer bir yandan vatan kelimesi ancak bu tür detaylarla anlaşılır hale gelir. Vatan, insanları katliama götüren bir soyutlama değil, bazı insanların birlikte paylaştıkları ve kendilerini bir Normandiyalı ya da Alsace’lılardan çok Cenovalılar ya da Mayorkalılara yakın hissetmelerini sağlayan belli bir yaşam zevkidir. Akdeniz budur, dile getirmesi faydasız bir koku veya parfüm: Hepimiz onu tenimizle hissederiz.

b) Bu söylediklerimin dışında başka kanıtlar vardır, tarihsel olanlar. Ne zaman bir öğreti Akdeniz havzasıyla karşılaşsa, bu karşılaşmadan doğan fikir çatışmasından yara almadan çıkan, öğretiyi yenen hep Akdeniz olmuştur. Hıristiyanlık temelde etkileyici bir öğreti olsa da kapalıdır; taviz vermeyen, katı, dışlayıcı ve hayran bırakan yanlarıyla Yahudilere özgüdür. Akdeniz’le karşılaşmasından yeni bir öğreti doğmuştur: Katoliklik. Başlangıçtaki duygusal arzularına felsefi bir öğreti eklenmiştir. Anıt böylece tamamlanmış, daha da güzelleştirilmiş, insana uyarlanmıştır. Hıristiyanlık Akdeniz sayesinde dünyaya girebilmiş ve bugün bildiğimiz mucizevi kariyerine başlayabilmiştir. Yine bir Akdenizli, Assisili Francesco, deruni ve çilekeş bir din olan Hıristiyanlığı doğaya ve saf neşeye bir övgü haline getirmiştir. Hıristiyanlığı dünyadan koparmaya çalışan tek kişi de bir Kuzeyli olan Luther’dir. Protestanlığın aslında Akdeniz’den ve onun hem zararlı hem coşkulu etkisinden koparılan bir Katoliklik olduğu söylenebilir. Bu görüşü daha yakından inceleyelim. Hem Almanya’da hem İtalya’da yaşamış kişiler için faşizmin bu iki ülkede aynı çehreye sahip olmadığı aşikârdır. Faşizm Almanya’da tüm yüzlerde, şehirlerin sokaklarında hissedilir. Bir askerî şehir olan Dresden görünmez bir düşman tarafından ezilir. İtalya’da en başta hissedilen şeyse ülkedir. Bir Alman’a baktığınızda onda ilk fark edeceğiniz şey sizi, “Heil Hitler!” diyerek selamlayan Hitler’cidir. İtalyanlardaysa cana yakın ve neşeli insanlarla karşılaşırsınız. Burada da öğreti ülkeye gelince gerileme göstermiştir ve insanca düşünen insanların insanlığa aykırı yasaları olan bir ülkede özgürce yaşamalarına izin vermek Akdeniz’e özgü bir mucizedir.

III

Fakat Akdeniz’in bu canlı gerçekliği bizim için yeni bir şey değildir. Bu kültür Rönesans’ın Ortaçağ’da yeniden bulmaya çalıştığı Latin Antikçağı’na benzer. Maurras ve dostlarının kendilerine katmaya çalıştığı bu Latinliktir. Etiyopya meselesinde yirmi dört Batılı entelektüelin İtalya’nın barbar Etiyopya’yı uygarlaştırma çabasını göklere taşıyan yozlaşmış bir manifestoya imza koymaları bu Latin düzenini geri kazanmak adınadır. Ama hayır. Kültür Evi’mizin talep ettiği Akdeniz bu değil. Çünkü bu gerçek Akdeniz değil. Bu, Roma ve Romanların temsil ettiği soyut ve konvansiyonel Akdeniz. Bu hayal gücünden yoksun taklitçi insan topluluğu sanat dehasının ve eksikliğini hissettikleri yaşam ruhunun yerine savaşçı dehasını koydular. Ve övdükleri düzen, aklın hayat verdiği değil gücün dayattığı düzendi. Taklit ettikleri zamanlarda da taklit ettikleri şeyi cansızlaştırdılar. Taklit ettikleri, Yunan uygarlığının özünde yer alan deha bile değildi, yozlaşmasının ve hatalarının meyveleriydi; büyük trajedilerin ve büyük komedilerin güçlü ve başı dik Yunan uygarlığı değil son yüzyılların cazibesi ve sevimlilikleriydi. Roma’nın Yunan uygarlığından aldığı yaşam değil, çocuksu ve akılcı soyutlamaydı. Halbuki Akdeniz başka yerde. O, Roma’nın ve Latin dehasının bizatihi olumsuzlamasını teşkil ediyor. Canlı olduğundan soyutlamaya kapalı. Hiç tereddüt etmeden Mussolini’nin Antikçağ’ın Caesar’larının ve Augustus’larının mirasçısı olmaya layık olduğunu söyleyebiliriz, Mussolini’nin de onlar gibi hakikat ve görkemi ruhsuz bir şiddete feda ettiğini kastediyorsak eğer. Bizim Akdeniz’den talep ettiğimiz mantık yürütme ve soyutlama değil saray avluları, serviler, baharatlar gibi yaşamı temsil eden unsurlar; Euripides değil Aeschylus; Apollon’un Vatikan taklitleri değil dor üslubunda yapılmış heykelleri. Roma’nın palavraları değil tüm gücü ve karamsarlığıyla İspanya, bir diktatörün kendi sesiyle sarhoş olduğu ve kalabalıkları coşturduğu tiyatro dekorları değil güneş ışığıyla dolup taşan peyzajlar. İstediğimiz şey Etiyopya’da galip gelen yalan değil İspanya’da katledilen hakikat.

IV

Her türlü akımın kat ettiği bir uluslararası havza olan Akdeniz, belki de tüm ülkeler arasında büyük Doğu felsefeleriyle bir araya gelen yegâne bölgedir. Çünkü klasik ve düzenli değil, Arap mahalleleri, Cenova ve Tunus limanları gibi dağınık ve gürültülüdür. Bu baskın yaşam arzusu, bu ezilme ve sıkılma duygusu, İspanya’da öğle vakti terk edilen meydanlar, siesta; gerçek Akdeniz bunlardır ve bu haliyle Doğu’ya yaklaşır. Latin Batı’ya değil. Kuzey Afrika Doğu ve Batı’nın birlikte yaşadığı nadir bölgelerden biridir. Bu kesişim noktasında İtalyanların ve İspanyolların Cezayir rıhtımlarında yaşama biçimiyle Arapların yaşama biçimi arasında bir fark yoktur. Akdeniz dehasının belki de en önemli unsuru, tarih ve coğrafyanın Doğu ve Batı arasında doğan eşsiz buluşmasına dayanır. Bu bağlamda akla ilk başta Audisio’nun1 çalışmaları gelir. Bu kültür, bu Akdeniz gerçekliği vardır ve kendini her alanda dışa vurur: 1. Dilbilimsel birlik: Bir Latin dilini öğrenince başka bir Latin dilini öğrenmek kolaydır; 2. Kökensel birlik: –Ortaçağın olağanüstü kolektivizmi– şövalyelerin, rahiplerin, feodalitenin düzeni vb. Akdeniz, tüm bu alanlarda canlı ve renkli, somut, öğretileri kendine uyarlayan ve fikirleri kendi düzenini bozmadan alımlayan bir medeniyet olduğu izlenimini verir. O halde şu soruyu sorabilirsiniz: Neden daha ileri gitmemiz gereksin?

V

Çünkü bu kadar öğretiyi dönüştürebilmiş bir bölge günümüz öğretilerini de dönüştürmelidir. Bir Akdeniz kolektivizmiyle Rus kolektivizmi tam olarak aynı değildir. Bugün kolektivizm Rusya’da değil Akdeniz havzasında ve İspanya’da işlev gösteriyor. İnsanlık oyunu tabii ki uzun süredir devam etse de belki de burada en trajik yönüne ulaştı ve burada elimizde çok sayıda kazanç birikti. Karşımızda bizden daha güçlü gerçeklikler var. Fikirlerimiz onlara boyun eğip uyum sağlayacak. Rakiplerimiz işte bu yüzden tüm itirazlarında yanılıyorlar. Bir öğretinin kaderini öngörme ve Rusya’nınki söz konusu olsa bile geçmiş adına geleceğimize karar verme hakkımız yok. Buradaki görevimiz Akdeniz’i eski haline döndürmek, üzerinde haksız bir şekilde hak iddia edenlerden geri almak ve gelecekte kendisini bekleyen ekonomik biçimleri karşılamaya hazır hale getirmek. Görevimiz Akdeniz’in içindeki somut ve canlı unsuru keşfetmek ve bu kültürün farklı yönlerini elimize geçen her fırsatta ön plana çıkarmak. Bu konuda bize çok şey öğretebilecek Doğu’yla doğrudan temasta olduğumuzdan bu görevi gerçekleştirmeye daha da hazırız. Burada Akdeniz yanımızda yer alırken Roma karşımızda yer alıyor. Ayrıca Cezayir ve Barselona gibi şehirlerin oynayabileceği önemli rol de insanları ezmektense onlara ayrıcalık tanıyan bu kültüre mümkün olduğunca katkıda bulunmaya dayanıyor.

VI

İçinde bulunduğumuz çağda entelektüelin zor bir görevi var. Tarihi değiştirmek onun görevi değil. Ne denirse densin önce devrimler yapılır, sonrasında fikirler gelir. Bu yüzden bugün zihinsel uğraşlara sadık kalmak için büyük bir cesaret gerekli. Fakat en azından bu cesaret önemsiz değil. Entelektüel figürü bugün istihfaf ve ithamlarla beraber düşünülüyorsa bunun nedeni onun tartışmacı ve soyut, yaşama bağlanmaktan âciz ve kendi kişiliğini dünyanın geri kalanına tercih eden bir beyefendiyi akla getirmesindendir. Fakat sorumluluklarından kaçınmak istemeyen kişiler için en önemli görev, üzerinde çalıştığı malzemeyi yeniden canlandırarak aklı eski vaziyetine kavuşturmak, kültüre sağlıklı ve parlak olan gerçek yüzünü geri kazandırarak tine gerçek anlamını geri vermek. Cesaretin de yararsız olmadığından bahsetmiştim. Gerçekten de tarihi değiştirmek akla düşmese de onun bir görevi vardır, bu da tarihe şekil veren insanları değiştirmektir. Bizim de bu göreve bir katkı sağlamamız gerek. Biz kültürü yaşamla bağdaştırmak istiyoruz. Etrafımızı gülüşlerle, güneşle, denizle çevreleyen Akdeniz bu konuda bize bir ders vermektedir. Ksenophon On Binlerin Dönüşü adlı eserinde Asya maceralarından sonra ülkelerine dönerken açlıktan ve susuzluktan dökülen, bozgunlar ve aşağılamalarla umutsuzluğa kapılmış Yunan askerlerinin bir dağın tepesine vardıklarını ve orada denizi fark ettiklerini anlatır. Askerler, yaşamlarının gösterisini sunan bu manzarayla karşılaştıklarında yorgunluklarını ve bıkkınlıklarını unutarak dans etmeye başlarlar. Bizler de kendimizi dünyadan koparmak istemiyoruz. Yalnızca tek bir kültür var. Bu, soyutlamalar ve büyük harfle başlayan kelimelerle beslenen bir kültür değil. İthamlarda bulunan bir kültür değil. Etiyopya’daki istismarı ve ölümleri gerekçelendiren ve zalim fetih arzusunu meşru kılan bir kültür değil. Biz bu kültürü zaten biliyoruz ve onu istemiyoruz. Bizim istediğimiz ağaçlarda, bayırlarda, insanlarda yaşayan kültür. Solcular işte bu yüzden, ilk bakışta görüşleriyle hiç uyuşmayan bir davaya hizmet etmek için karşınızdalar. Sizlerin de bizim gibi artık aksine ikna olduğunuza inanmak istiyorum. Canlı olan her şey bizimdir. Siyaset insanlar içindir, insanlar siyaset için değil. Akdeniz insanlarına, Akdeniz’e özgü bir siyaset gerekir. Artık masallarla yaşamak istemiyoruz. Çevremizdeki şiddet ve ölümlerle dolu dünyada umuda yer yok. Fakat belki de uygarlık, gerçek olan uygarlık, yani hakikati masalların, yaşamı hayallerin önüne koyan bir uygarlık için yer var. Bu uygarlığın umuda ihtiyacı yoktur. Bu uygarlıkta insanlar, kendi hakikatleriyle yaşar.1 Batı’daki insanlar da bu ortak çabalar doğrultusunda hareket etmelidir. Uluslararasıcılık çerçevesinde bunu gerçekleştirmek mümkündür. Eğer herkes kendi çevresinde, ülkesinde, kasabasında elinden geleni yapmayı kabul ederse başarı uzak değildir. Biz amacımızın, sınırlarımızın ve yapabileceklerimizin farkındayız. Görevimizin –kültürün yaşama hizmet ettiği takdirde anlaşılabileceğini ve aklın insanların düşmanları olmayabileceğini duyurmak– ayırdına varmamız için gözlerimizi açmamız yeter. Akdeniz güneşi tüm insanlar için nasıl aynıysa insan aklı da bir çatışma ve cinayet kaynağı değil de ortak bir miras olmalıdır. Toplumsal idealimizle uzlaşabilecek yeni bir Akdeniz kültürü mümkün müdür? Evet mümkündür. Fakat bunun mümkün olması bizlere ve sizlere bağlıdır.

AKLIN SAVUNUSU
1945

Savaşın neden olduğu dört yıllık aradan sonra Temps, 1944 Ağustos’unun sonunda yeniden yayımlanmaya başlar. Haftalık Katolik dergi, 15 Mart 1945 tarihinde Amitié française derneğinin girişimiyle “entelektüel gençler”i Paris’teki Mutualité salonunda toplanmaya çağırır. Albert Camus, konuşmacılar arasında Temps présent’ın yöneticisi Stanislas Fumet, Emmanuel Mounier ve Maurice Schumann gibi isimlerin bulunduğu topluluk karşısında söz alır. 1945 yılının sonlarında Variété dergisinin ilk sayısında yayımlanan “Aklın Savunusu” adlı konuşma aynı zamanda Albert Camus tarafından Actuelles’in (1950) ilk cildinde, “Karamsarlık ve Tiranlık” adlı bölümde yeniden yayımlanır.

Burada bizi ilgilendiren Fransız dostluğu birbiriyle iyi anlaşan insanlar arasında kurulan duygusal güvenden ibaretse, ben şahsen buna çok güvenmezdim. Bu tür bir ilişki en kolayı fakat aynı zamanda en işlevsizi olurdu. Bu inisiyatifi alanların daha başka bir şey, yapıcı, dolayısıyla daha zor bir dostluk istediklerini düşünüyorum. Kolaya kaçmaya ve karşılıklı tebriklerle tatmin olmaya yeltenmememiz için, bana verilen on dakikalık süre içerisinde sadece bu girişimin zorluklarını ortaya koymak istiyorum. Bu zaviyeden, bunu en iyi, dostluk ilişkisiyle her zaman zıtlık oluşturan iki unsurdan, yani yalan ve nefretten bahsederek gerçekleştirebileceğimi düşünüyorum. Gerçekten de yalan ve nefretten kurtulmazsak Fransız dostluğunda hiç ilerleme kaydedemeyiz. Onlardan bir türlü kurtulamadığımız aslında son derece aşikâr. Çok uzun bir süredir onların okulunda eğitim görüyoruz. Belki de Hitler’ciliğin en son ve kalıcı zaferi onunla tüm güçleriyle savaşan kişilerin bile kalplerinde açtığı utanç dolu yaralardır. Başka türlü nasıl olabilir ki? Bu dünya, yıllardır eşi benzeri görülmemiş bir nefret taşkınlığına maruz kaldı. Kendi evimizde dört yıl boyunca bu nefretin sistematik alıştırmalarına tanıklık ettik. Sizin ve benim gibi sabahları metroda çocukların başlarını okşayan insanlar akşamları işlerini ciddiye alan işkencecilere dönüşüyorlardı. Bu insanlar nefretin ve işkencenin memurları haline gelmişlerdi. Bu memurlar işletmelerini dört yıl boyunca faal tuttu. Bu çerçevede öksüzler için köyler yapıldı, insanlar tanınmamaları için yüzlerinden vuruldu, çocuk cesetleri onlar için fazla küçük olan mezarlara tıkıldı, kız kardeşinin önünde erkek kardeşe işkence edildi, korkakların beyinleri yıkandı ve en gururlu ruhlar ortadan kaldırıldı. Görünüşe göre bu olaylara başka ülkelerde inanılmadı. Bizimse inanmak için dört yıl boyunca onları tenimizle, endişe içerisinde tecrübe etmemiz gerekti. Her Fransız dört sene boyunca, her sabah, gazeteyi açtığında payına düşen nefret ve tokada doydu. Tüm bunlar içimizde kaçınılmaz olarak bazı izler bıraktı. Geriye nefret kaldı. Geriye geçenlerde Dijon’da linç edilmiş bir işbirlikçinin yüzünü parçalaması için üzerine on dört yaşında bir çocuğu fırlatan hareket kaldı. Bazı görüntüleri ve yüzleri hatırladığımızda ruhumuzu kavuran bu hiddet kaldı. İşkencecilerin nefretine kurbanların nefreti eklendi. Ve işkenceciler gittiğinde Fransızlar tamamen tükenmemiş bir nefretle kaldılar. Birbirlerine baktıklarında bakışlarında hâlâ bir nebze de olsa öfke kalıntısı açığa çıkıyor. Evet, işte üstesinden gelmemiz gereken ilk zorluk bu nefrettir. Bu zehirlenmiş kalpleri artık iyileştirmeliyiz. Yarın düşmana karşı kazanmak zorunda olduğumuz en zor zaferi, nefret arzumuzu adalet arayışına dönüştürecek büyük bir çabayla kendi içimizde elde etmeliyiz. Nefrete teslim olmamak, şiddete taviz vermemek, tutkularımızın körleşmesine izin vermemek: İşte dostluk için ve Hitler’ciliğe karşı yapabileceğimiz şeyler bunlardır. Bugün bazı gazeteler şiddet ve hakaretlere başvurmayı sürdürüyor. Fakat bu durum düşmana taviz vermeye devam ettiğimizin göstergesi. Aksine eleştirilerin hakarete dönüşmesine izin vermememiz, bizi eleştirenlerin de haklı olabileceğini kabul etmemiz ve her koşulda, gerekçeleri yanlış olsa da, onlara kayıtsız kalabileceğimizi anlamamız gerekiyor. Sonuç olarak siyasi zihniyetimizi yeniden şekillendirmemiz gerek. Peki siyasi zihniyetimizi değiştirmek derken tam olarak neyi kastediyorum? Aklı muhafaza etmemiz gerektiğini kastediyorum. Çünkü temel sorunumuzun burada yattığı konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Birkaç sene önce, Nazi’lerin iktidara yeni geçtikleri dönemde Goering, “Birisi bana akıldan bahsedince tabancamı çıkıyorum,” diyerek felsefelerinin iç yüzünü gayet dürüst bir şekilde tarif etmişti. Üstelik bu felsefe Almanya’nın sınırlarını aşıyordu. Aynı zamanda tüm medeni Avrupa’da aklın aşırılıkları ve entelektüellerin kusurları eleştiriliyordu. Entelektüeller dahi ilginç bir tepki göstererek bu saldırıya katılmakta gecikmemişti. İçgüdüyü temel alan felsefeler dünyanın her yerinde baskın hale gelmeye başlamış, onlarla beraber –sanki ikisi birbirinden ayrılabilirmiş gibi– sezgiyi anlamaya tercih eden sahte bir romantizm öne çıkmıştı. Sonrasında akıl sürekli sorgulanmaya başlanmıştı. İlk başta savaş, sonrasında da yenilgi geldi. Vichy bize en büyük sorumluluğun akla düştüğünü öğretti. Köylülerimiz Proust’u biraz fazla okumuştu ve herkes Paris-Soir,1 Fernandel2 ve dostlar arası dernek yemeklerinin akla dair göstergeler olduğunu biliyordu. Görünüşe göre elitlerin Fransa’yı öldüren vasatlığının kaynağı kitaplarda bulunuyordu. Akıl bugün hâlâ hor görülüyor. Bu da yalnızca düşmanın henüz yenilmediğinin kanıtı. İnceliğinizi eleştirmeleri ve tüm iddialarınızı suçlamaları için, önceden tasarlanmış düşünceler olmadan anlamaya çalışmanız ve nesnellikten söz etmeniz yeterli. Ama hayır! Değiştirilmesi gereken şey de bu. Ben de herkes gibi aklın aşırılıklarını ve herkes gibi entelektüelin kolayca ihanet edebilen tehlikeli bir hayvan olabileceğini biliyorum. Fakat burada söz ettiğimiz akıl bu değil. Biz burada cesarete dayanan ve saygıya hak kazanmak için dört sene boyunca gereken bedeli ödemiş bir akıldan söz ediyoruz. Bu aklın ışıltısı söndüğünde, diktatörlerin gecesi başlar. Bu yüzden tüm ödevleri ve haklarıyla birlikte onu sürdürmeliyiz. Fransız dostluğu ancak ve ancak bu bedelle anlam kazanabilir. Çünkü dostluk, özgür insanların sanatıdır. Ve akıl ve karşılıklı anlayış olmadan özgürlük de olmaz. Burada son olarak siz öğrencilere hitap etmek istiyorum. Size erdem konusunda vaaz verecek kişilerden değilim. Çok sayıda Fransız erdemi kanı çekilmiş olmakla karıştırıyor. Eğer hakkım olsaydı size daha çok tutkular hakkında vaaz verirdim. Gelecekte Fransa’nın aklını temsil edecek kişilerin bir-iki konuda asla boyun eğmemeye kararlı olmalarını isterdim. Onlara aklın her daim aşırılığa kaçtığı söylendiğinde, başarmak için yalanın mübah olduğu kanıtlanmak istendiğinde bunlara boyun eğmemelerini isterdim. Hileye, şiddete, zaafa boyun eğmemelerini isterdim. Ancak bu koşulla Fransız dostluğu içi boş safsatalara dayanan konuşmaların üzerine çıkabilir. Ancak o zaman, özgür ve hakikate tutkuyla bağlı bir vatanda, insanlar yokluğunda dünyanın devasa bir yalnızlıktan ibaret olacağı o insan sevgisini yeniden duymaya başlayacaklardır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Deneme
  • Kitap Adıİnsanlık Krizi ve Diğer Konferanslar 1937-1958
  • Sayfa Sayısı312
  • YazarAlbert Camus
  • ISBN9789750765872
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tersi ve Yüzü ~ Albert CamusTersi ve Yüzü

    Tersi ve Yüzü

    Albert Camus

    Camus’nün henüz yirmi iki yaşında, şeylerin ikiliği üzerine yazmaya başladığı ve 1937 yılında Cezayir’de çok az sayıda basılan Tersi ve Yüzü bir ilk metin olmasının yanı sıra, yazarın sonraki eserlerinde de irdelemeye devam ettiği absürd, ölüm ve yaşam, mutluluk, yalnızlık gibi kavramların nüvelerini attığı kitaptır.

  2. Mutlu Ölüm ~ Albert CamusMutlu Ölüm

    Mutlu Ölüm

    Albert Camus

    Mutlu Ölüm, ünlü yazar Albert Camus’nün 1930’ların sonunda tasarlayıp oluşturduğu, ancak hayattayken yayımlatmadığı bir roman. Bir başka romanı, Yabancı üzerindeki çalışmasının, Mutlu Ölüm’ü ertelettiği...

  3. Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar ~ Albert CamusDüğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar

    Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar

    Albert Camus

    Can Yayınları bu kitapta Albert Camus’nün iki yapıtını bir arada sunuyor. Bunlardan birincisi, Düğün, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi bir gençlik yapıtı, ama gene...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Düşsem Yollara Yollara ~ Haldun TanerDüşsem Yollara Yollara

    Düşsem Yollara Yollara

    Haldun Taner

    Haldun Taner’in gezi notlarından oluşan kitabı “Düşsem Yollara Yollara” 40 yıl aradan sonra genişletilmiş baskısıyla okurlarına ulaştı. “Yoldan gelen çok konuşur, derler. Bundan doğal...

  2. Yol Hali ~ Nazan BekiroğluYol Hali

    Yol Hali

    Nazan Bekiroğlu

    Nazan Bekiroğlu'nun güçlü kaleminden İran, Suriye, Mısır güzergâhında bir yol öyküsü...

  3. Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor ~ Ahmet CemalŞeref Bey Artık Burada Yaşamıyor

    Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor

    Ahmet Cemal

    “… İlk kez o odada karşılaşmıştık seninle. İlk kez orada, artık yalnızca sen ve ben idik. Ve orası senin için de sığınaktı. Biliyordum. Yalnız...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur