Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İntikam Oyunları – Enginlik Serisi 5. Kitap
İntikam Oyunları – Enginlik Serisi 5. Kitap

İntikam Oyunları – Enginlik Serisi 5. Kitap

James S.A. Corey

“Şiddet, entrika, hırs ve umut üzerine çarpıcı bir kitap. Corey, özgürlük için savaşan kahramanların ve isyancıların bu yüksek tempolu macerasında gerilimi durmaksızın tırmandırıyor.” ––PUBLISHERS…

“Şiddet, entrika, hırs ve umut üzerine çarpıcı bir kitap. Corey, özgürlük için savaşan kahramanların ve isyancıların bu yüksek tempolu macerasında gerilimi durmaksızın tırmandırıyor.” ––PUBLISHERS WEEKLY

James S. A. Corey’nin New York Times çoksatan ENGİNLİK serisinin beşinci romanı İntikam Oyunları, serinin en çarpıcı kitaplarından biri!

Binlerce dünya vardı artık ve insanlık tarihindeki en büyük karaya hücum başlamıştı. Koloniciler dalga dalga ayrılırken, eski güneş sisteminin iktidar mekanizmaları sarsılıyordu. Rocinante mürettebatı dağılmış ve hayatta kalmak için mücadele ediyordu.

Gemiler iz bırakmadan ortadan kayboluyor, gizlice özel ordular kuruluyordu. Daha önce imkânsız olduğu düşünülen terörist saldırıları iç gezegenleri çökertiyordu. Geçmişin günahları korkunç bir bedel ödetmek için geri dönmek üzereydi. Kan ve duman içinde insanlık yeni bir düzen yaratmaya çalışırken, James Holden ve Rocinante mürettebatı hayatta kalmak ve ellerinde kalan tek yuvaya geri dönmek için mücadele etmek zorundaydı.

*

Giriş: Filip

Callisto’nun ikiz tersaneleri, ayın Jüpiter’e devamlı surette arkası dönük yarıküresiyle aynı taraftaydı. Sonsuz gecedeki en parlak yıldızdan fazlası olmayan Güneş, Samanyolu’nun geniş lekesinden çok daha sönüktü. Krater yamaçları boyunca göz kamaştırıcı beyaz çalışma ışıkları binalara, yükleyicilere, iskelelere vuruyordu. Kısmen inşa edilmiş gemilerin kaburgaları taş tozu ve buz regolitinin1 üstünde kemerler oluşturuyordu. Biri sivil diğeri askeri, biri Dünya kökenli ve diğeri Mars’a ait iki tersane. İkisi de aynı anti-meteor raylı top savunmalarıyla korunuyor, ikisi de Ilus’taki çekişmenin çözümlenmesi hâlinde insanlığı halkaların ötesindeki yeni dünyalara taşıyacak olan gemilerin inşası ve onarımı için çalışıyordu. Ve ikisinin de başı tahmin edilenden daha büyük bir dertteydi. Filip gizlice ilerlerken timinin geri kalanı onun hemen arkasındaydı. Uzay elbiselerinin LED ışıkları sökülmüş, seramik kaplama hiçbir yansıtma yapmayacak hâle gelene kadar zımparalanmıştı. Görüntü arayüzü bile neredeyse görünmezlik noktasına kadar kısılmıştı. Filip’in kulaklarındaki sesler –gemi trafiği, güvenlik yayınları, sivil konuşmalar– pasiften alınıyor, Filip onları dinlerken karşılığında en ufak bir iletide bulunmuyordu. Sırtına asılı hedefleme lazeri kapalı konumdaydı. O ve ekibi gölgeler arasındaki gölgelerdi. Görüş alanının solunda geri sayan silik kronometre on beş dakika sınırını aştı. Filip açık avucuyla uzay boşluğundan azıcık daha yoğun havayı tokatlayarak yavaşça ilerleme anlamına gelen Kuşak işaretini yaptı. Etrafındaki timi onu takip etti. Tepelerindeki boşlukta, onların göremeyeceği kadar yüksekte tersaneyi koruyan Mars donanma gemileri kısa ve profesyonel tonlarda konuşuyordu. Filoları böylesine yayılmışken yörüngede sadece iki gemileri vardı. Muhtemelen sadece iki. Karanlıkta bekleyen, kendi atık ısılarına sarınarak radardan gizlenen başkalarının da olması mümkündü. Mümkündü ama bu uzak bir ihtimaldi. Hem zaten Filip’in babasının dediği gibi hayat riskli bir işti. On dört buçuk dakika. İlkinin yanında iki kronometre daha belirdi. Birinin sayacı kırk beş saniyeyken diğerininki iki dakikaydı. “Nakliye gemisi Frank Aiken, yaklaşabilirsiniz.” “Mesaj alındı, Carson Lei,” diye geldi Cyn’in tanıdık homurtusu. Filip ihtiyar Kuşaklının tebessümünü sesinde duyabiliyordu. “Coyos sabe en iyisi ai sus bebe alçaktan mı gelelim?” Frank Aiken yukarılarda bir yerde Mars gemilerine Filip’in sırtındakiyle aynı frekansta çalışan mesafe belirleme lazerleri doğrultuyordu. “Anlaşılmadı, Frank Aiken. Lütfen tekrarlayın.” “Pardon, pardon.” Cyn güldü. “Siz seçkin hanımlar ve beyler yüzeye ulaştığımızda fukara bir Kuşak mürettebatının bir içki içebileceği iyi bir bar biliyor musunuz?” “Yardımcı olamayacağım, Frank Aiken,” dedi Marslı. “Rotanızı koruyun.” “Sabez sa. Taş gibi sağlam, mermi kadar düzgünüz.” Filip’in timi krater kenarını aşarak Mars askeri bölgesinin güvenli alanına tepeden baktı. Karşısında tam da beklediği gibi bir manzara bulan Filip ambarları ve ikmal depolarını kolayca seçti. Hedefleme lazerini sırtından aldı, tabanını kirli buza koydu ve cihazı çalıştırdı. Nöbetçilerin hiçbirini gözden kaybetmeyecek biçimde tek sıra hâlinde yayılmış olan diğerleri de aynısını yaptı. Lazerler eski olup onlara bağlı takip platformları bir düzine farklı kaynaktan toplanmıştı. Filip’inkinin tabanında bulunan kırmızı renkli minik LED ışığı yeşile dönmeden önce ikincil kronometrelerinden ilki sıfıra ulaştı. Sivil iletişim kanalında duyulan üçlü güvenlik alarmını tedirgin bir kadın sesi izledi. “Sahada kaçak bir yükleme meki1 var. Şu anda… ah, kahretsin. Meteor tertibine doğru gidiyor.” Kulağında panik ve alarm sesleri birbirine karışırken Filip timini krater yamacı boyunca yürüttü. Adım atarken kaldırdıkları seyrek toz bulutları yere çökmüyor, aksine bir sis gibi etrafa yayılıyordu. Durdurma komutlarına tepki vermeyen yükleme meki güvenli alanda paldır küldür ilerledi ve meteor savunma toplarının geniş gözlerinin önüne geçerek onları birkaç dakikalığına da olsa kör etti. Protokolün gerektirdiği üzere koruganlardan dört Mars donanma piyadesi çıktı. Takviyeli zırhları sayesinde buz pateni yaparcasına yüzeyde kayarak ilerliyorlardı. İçlerinden herhangi biri anlık bir acıma duygusundan fazlasına kapılmaksızın Filip’in tüm timini öldürebilirdi. Filip prensip gereği hem hepsinden hem de ayrı ayrı her birinden nefret ediyordu. Onarım ekipleri daha şimdiden hasarlı tertibe doğru seğirtiyordu. Tüm sistem bir saat içinde eski hâline dönecekti. On iki dakika, kırk beş saniye. Filip duraklayıp timini gözden geçirdi. Kuşak’ın en iyisi on gönüllü asker. Mars ikmal deposuna düzenlenen baskın görevinin neden önemli olduğunu veya hangi amaca hizmet ettiğini kendisi dışında hiçbiri bilmiyordu. Yine de isterse onun için –babası için– ölmeye hazırlardı. Filip karnında ve boğazında bir şey hissetti. Korku değil, gurur. Hissettiği gururdu. On iki dakika, otuz beş saniye. Otuz dört. Otuz üç. Yerleştirdikleri lazerler canlanarak dört donanma piyadesini, içinde destek timinin bulunduğu koruganı, sınır çitlerini, atölyeleri ve kışlayı işaretledi. Marslılar döndüler; zırhları o kadar hassastı ki görünmez ışık huzmelerinin nazik okşayışını bile kaçırmıyorlardı. Askerler hareket ederken aynı anda silahlarını doğrulttular. Filip içlerinden birinin timi fark ettiğini, silahın lazerlerden ayrılarak üzerlerine –kendisine– çevrildiğini gördü. Nefesini tuttu. On sekiz gün önce Jüpiter sisteminin bir yerlerindeki bir gemi –Filip hangisi olduğunu bilmiyordu– sert bir itiş gerçekleştirerek on, hatta belki on beş g’ye dayanmış ve bilgisayarlarca belirlenen nanosaniyede birkaç düzine tungsten çubuk bırakmıştı. Çubuk demetinin ortasında dört adet tek kullanımlık, kısa itişli roket vardı ve üzerlerine tek frekanslı ucuz sensörler bağlıydı. Düzenek bir makine olarak adlandırılmaya ucu ucuna yetecek kadar karmaşıktı; altı yaşındaki çocuklar bile her gün daha komplike şeyler üretirlerdi. Fakat saniyede yüz elli kilometre hıza ulaşan çubukların karmaşık olmaları değil, sadece nereye gideceklerinin gösterilmesi lazımdı. Sinyalin Filip’in gözünden çıkarak optik sinirinden geçtiği ve görsel neokorteksine aktarıldığı zaman zarfında her şey olup bitti. Filip gümbürtüyü, piyadelerin daha az önce durdukları noktadan yükselen püskürük sütunlarını, yukarıdaki savaş gemilerinin yerini alan anlık yeni yıldızları ancak düşman öldükten sonra algıladı. Elbise telsizini hemen aktif etti. “Ichiban,” derken sesinin bu kadar sakin çıkmasından gururluydu. Hep beraber ayaklarını sürüyerek krater yamacından aşağı seke seke indiler. Birikmiş yanıcı gazlar ateş şeklinde dışarı fışkırıyor, harap hâldeki atölyelerden yükselen alev sütunları arasında Mars tersaneleri bir rüyadan çıkmışa benziyordu. Serbest kalan atmosfer dışarı kaçıp dondukça kışladan etrafa yumuşacık kar taneleri saçılıyordu. Vücutları paramparça olan ve çevreye dağılan piyadeler artık yoktu. Bir toz ve buz bulutuyla dolu kraterde hedeflerin yerini Filip’e gösteren tek şey GA’sının1 kılavuzluğuydu. On dakika on üç saniye. Filip’in timi ayrıldı. İçlerinden üçü açık alanın ortasına gidip tahliye iskelesinin ince siyah karbon yapısını açmaya başlayacak kadar geniş bir yer buldu. Diğer ikisi geri tepmesiz makineli tabancalarını ellerine alarak molozların arasından çıkabilecek herkesi vurmaya hazırlandı. İki kişi silahlıktan tarafa koşarken üçü ikmal barakalarına giden Filip’e eşlik etti. Tozların arasında yükselen bina çarpıcı ve tehditkârdı. Giriş kapıları kapalıydı. Yan devrilmiş yatan bir yükleme mekinin sürücüsü ya ölmüştü ya da ölüyordu. Filip’in teknik uzmanı kapı kontrollerine gidip kutu yuvasını takviyeli bir kesme çubuğuyla kanırttı.

Dokuz dakika yedi saniye. “Josie,” dedi Filip. “Trabajan, sa sa?” diye kısaca karşılık verdi adam. “Çalıştığının farkındayım,” dedi Filip. “Eğer açamayacaksan—” Giriş kapısının koca kanatları kıpırdadı, titredi ve yükseldi. Josie arkasına dönüp elbisenin kask ışıklarını açtı ki Filip haşin yüzündeki ifadeyi görebilsin. Birlikte ambara girdiler. Devasa yığınlar hâlinde yükselen kıvrık seramik ve çelik kuleler dağlardan daha yoğundu. Filip’ten daha uzun plastik makaralarda saç teli inceliğinde yüzlerce kilometrelik tel sarılı duruyordu. Heybetli yazıcılar boşlukta birbirine kenetlenip bir hacim tanımlayarak ve bir hava, su ve karmaşık organik maddeler baloncuğu yaratarak insanlara yaşanır bir çevre teşkil edecek olan levhalar üretmeye hazır bekliyordu. Yanıp sönen acil durum ışıkları geniş mekâna bir afetin o ürkütücü parıltısını katıyordu. Filip ilerlemeyi sürdürdü. Silahını çektiğini hatırlamıyordu ama elindeydi işte. Josie değil, Miral bir yükleyiciye biniyordu. Yedi dakika. Tersanenin kaosunda ilk acil durum araçlarının kırmızı-beyaz çakarları kırpıştı. Işık aynı anda hem her yerden hem de hiçbir yerden gelir gibiydi. Filip kaynak takımı ve metal yazıcı sıralarının, çelik tüplerin ve bebek pudrasından daha ince zerreli seramik tozlarının, spiral çekirdek yuvalarının, güneş sistemindeki en büyük yatağı andıracak şekilde üst üste yığılmış Kevlar tabakalarının ve köpük savaş zırhlarının arasından geçti. Bütün bir Epstein motoru, evrenin en karmaşık yapbozu misali sökülüp mekânın boş bir köşesine bırakılmıştı. Filip hiçbirine aldırış etmedi. Hava, silah seslerini taşıyacak kadar yoğun değildi. GA’sı bir hızlı hareketli1 alarmı verdiği anda sağındaki çelik kirişte parlak bir leke belirdi. Kendini yere atan Filip’in bedeni mikrogravite nedeniyle itiş altında yapacağından daha yavaşça düştü. Koridora bir Marslı atladı. Üstünde nöbetçilerin takviyeli zırhı değil, bir teknisyenin dış iskeleti vardı. Filip kütle merkezine nişan alarak şarjörünün yarısını boşalttı. Namludan çıkarken ışıklar saçan, kendi yakıtlarını yakan mermiler seyrek Callisto havasında ateşten çizgiler ve kırmızı-gri egzoz dumanları bıraktı. Dördü Marslıya isabet etti ve fışkıran kanlar hemen donarak kırmızı bir kar yağışı şeklinde yere süzüldü. Alarm durumuna geçen ve LED’leri haşin bir sarıya dönen dış iskelet bir frekans üzerinden tersanenin acil durum hizmetlerine feci bir şeyler olduğunu haber verdi. Görevine gösterdiği şuursuz bağlılık böyle bir bağlamda gülünçtü. Miral’ın sesi kulağına yansırken yumuşaktı. “Hoy, Filipito. Sa boîte sa palla?” Adamı bulmak Filip’in birkaç saniyesini aldı. Yükleyicideki Miral’ın karartılmış uzay elbisesi birbirleri için yaratılmışçasına dev meke karışıyordu. Adamı bakımsız bir Mars mek sürücüsünden ayıran tek şey elbisesindeki toz-toprak tabakasının altından zar zor seçilebilen Dış Gezegenler İttifakı’nın kopuk halka sembolüydü. Bahsettiği silindirik metal tüpler halen paletlerine bağlıydı ve dört tüpün her biri de bin litrelik hacme sahipti. Kıvrık yüzeylerinde şöyle yazıyordu: Yüksek Yoğunluklu Rezonans Kaplaması. Mars askeri gemilerinin taramadan sakınmasına yardımcı olan enerji emici kaplama. Yani gizlilik teknolojisi. Filip aradığını bulmuştu. İçinde taşıdığının farkında bile olmadığı bir korku uçup gitti. “Evet,” dedi Filip. “Bu o.” Dört dakika otuz yedi saniye. Yükleme mekinin uğultusu uzaktan geliyor, sesler seyrek atmosferden ziyade yapı döşemesindeki titreşimlerle taşınıyordu. Filip ile Josie kapıya doğru ilerlediler. Çakar ışıkları artık daha parlaktı ve bir tür yönlülük kazanmıştı. Filip’in elbise telsizi avaz avaz bağıran insan sesleriyle ve güvenlik alarmlarıyla dolu frekanslara sızdı. İlk müdahale görevlilerinin kılık değiştirmiş teröristler ve düşmanlar olabileceğinden çekinen Mars ordusu sivil tersaneden gelen kurtarma araçlarına geri çekilmelerini emrediyordu. Böyle düşünmekte haksız sayılmazlardı. Başka şartlar altında Filip ve adamlarına terörist gözüyle bakılabilirdi. Filip’in GA’sı binaların ve kısmen inşa edilmiş tahliye iskelesinin dış hatlarını gösteriyor, kullanıcısının duyularınca fark edilmeyecek kı zılötesi ve ışık izi verilerine dayanarak araçların yerlerine yönelik tahminlerde bulunuyordu. Filip kendini her şeyin kenarlarla tanımlandığı, yüzeylerin sadece ima edildiği bir şema çiziminde yürürmüş gibi hissediyordu. Ayaklarını sürüyerek regolite çıkarken zeminden daha derin bir sarsıntı geçti. Belki de bir patlama olmuştu. Veya bir bina uzun, yavaş çöküşünü nihayet tamamlamıştı. O sırada Miral’ın yükleme meki ambar ışıklarınca arkadan aydınlatılarak açık kapıda belirdi. Pençelerindeki tüpler meçhul ve siyahtı. Filip iskeleye doğru ilerlerken şifreli kanallarına geçti.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Abaddon Geçidi – Enginlik Serisi 3. Kitap ~ James S.A. CoreyAbaddon Geçidi – Enginlik Serisi 3. Kitap

    Abaddon Geçidi – Enginlik Serisi 3. Kitap

    James S.A. Corey

    Son yılların en iyi uzay macerası olarak gösterilen Enginlik serisi eşsiz yolculuğuna devam ediyor. “Serinin şu ana kadarki en iyi kitabı.” –Publishers Weekly Son...

  2. Leviathan Uyanıyor – Enginlik Serisi 1. Kitap ~ James S.A. CoreyLeviathan Uyanıyor – Enginlik Serisi 1. Kitap

    Leviathan Uyanıyor – Enginlik Serisi 1. Kitap

    James S.A. Corey

    Geleceğe hoşgeldiniz. İnsanlık Mars’ı, Ay’ı, Asteroit Kuşağı’nı ve de ötesini kolonileştirmiştir. Fakat yıldızlar hâlâ erişilmezdir. Jim Holden Satürn’ün halkaları ile Kuşak’taki maden istasyonları arasında...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Demiryolu Çocukları ~ Edith NesbitDemiryolu Çocukları

    Demiryolu Çocukları

    Edith Nesbit

    Demiryolu Çocukları kara trenlerin ardından heyecan, sevinç ve şaşkınlıkla el sallayan çocukların maceralarını anlatmasına rağmen, teknolojik çağımızda hâlâ güncelliğini koruyan bir roman. Roberta, Peter...

  2. Angela’nın Külleri ~ Frank McCourtAngela’nın Külleri

    Angela’nın Külleri

    Frank McCourt

    “Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hala şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir...

  3. Pastoral Senfoni ~ Andre GidePastoral Senfoni

    Pastoral Senfoni

    Andre Gide

    Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur