
Hayatım boyunca insan gücünü aşan ağır yükleri taşıdım. Meleği de gördüm, iblisi de…
3,5 yaşındayken Muhsin Ertuğrul’un kucağında başlayan sanat yolculuğum, sakin denizlerden okyanuslara taşıdı beni. Dost rüzgârlarla yelkenlerim dolarken, aniden bastıran fırtınalarla da
boğuştum.
Yıllar boyu perde hiç kapanmadı benim için. Tiyatrolardan konser salonlarına, spot ışıklarının altında bir ömür geçti. Ama her ışığın ardında bir gölge vardır. Sahne önünde bir yıldız, sahne arkasında bir savaşçı oldum. Güller içinde açan papatyaların yanı başında, zehirli dikenlerle de tanıştım.
Anılarım, acısıyla tatlısıyla bir mozaik gibi…
Zihnimde bir araya getirdiğimde ortaya çıkan bu tablo görkemli, şaşırtıcı, bilgilendirici, heyecanlı ve sürükleyici oldu. Eğer bu hatıralar gerçekten anlatılmaya değer olmasaydı, bu kitabı asla yazmazdım. Bu hazineyi sizlerle paylaşmamak, kendime saklamak bencillik olurdu.
Ve işte bir kez daha karşınızdayım… Şimdi sırada hayatımın şarkısı var; en içten duygularla yazıldı, sizin için…
Neşe Karaböcek
İçindekiler
İçime pencere açtım……………………………………………………………7
Ferhat ile Şirin, bir de annem ile babam …………………………….9
Hayatımın Ankara sayfası: Minik adımlarla sanata
doğru yürüyorum …………………………………………………………..24
Operadan gazinoya alafrangadan alaturkaya…………………..49
İlk turne, ilk plak ……………………………………………………………..54
Gazinoların altın yılları…………………………………………………….64
Merhaba Ankara Radyosu ……………………………………………….73
Konakta da yaşadım, gecekonduda da… ………………………….80
Ankara Göl Gazinosu’ndan İstanbul Maksim’e ……………….91
İzmir Fuarı nasıl güzeldi, neden öldürüldü? ………………….105
Ankara Radyosu’nda …………………………………………………….110
İstanbul’da assolist olmak………………………………………………122
Üstüme çöken kara bulut……………………………………………….128
Merhaba Orhan Gencebay ve Yaşar Kekeva Beyler………..134
İkinci evliliğim……………………………………………………………….140
Sanat uğruna ölüm tehlikesini göze almak …………………….145
İsrail konserleri ……………………………………………………………..160
İlk filmim: Yeşilçam deneyiminden kırık bir anı…………….166
Yurtdışındayım………………………………………………………………172
Ailece tutkumuz: Çanakkale’de balık tutmak…………………179
New York ve müzikte yeni arayışlar………………………………185
Hayatımın dönüm noktası……………………………………………..193
Yeni bir yaşam düzeni ……………………………………………………211
Yeniden hayranlarımla buluşmak! …………………………………216
Ailemizin hayatını karartan felaket………………………………..220
Albüm ve plaklarım……………………………………………………….231
Kazandığım ödüller……………………………………………………….233
Yıllar böyle geçti… ………………………………………………………….237
İçime pencere açtım
“Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
cenneti de gördüm, cehennemi de.”
Friedrich Nietzsche
Dostlarım sık sık, “Hayatını neden yazmıyorsun?” derdi. “Bütün hayatımı anlatırsam bir kitaba sığmaz” diye geçiştirirdim. Ancak, hayatımın mutluluk dolu dönemine inen bir darbe, kararımı değiştirdi. İçime bir pencere açtım. Evet, şimdi hayatımı yazıyorum. Klavye parmaklarımın altında, ama nereden başlamalıyım? Hayatın başlangıcında temiz bir pınarsınız. Zamanla büyür, nehir olup akarsınız. Yol boyunca güller, papatyalar, menekşeler açar. Ama çevrenizde zehirli otların da boy vermesi kaçınılmazdır. Güçlüyseniz, onları selinize kaptırır ve yok edersiniz. Benim hayatım da zehirli otlar ve mis kokulu çiçeklerin arasında, başarı ve mutluluk için verilen bir mücadeleyle geçti. “Hayat hakkında yazmak için önce onu yaşamalısın” demiş Ernest Hemingway. Haklısınız Bay Hemingway. Sizin gibi Kilimanjaro’nun karlarını görmedim, İspanya İç Savaşı’nda çanların kimin için çaldığını bilemedim. Ancak mekânlar ve zamanlar farklı olsa da, ben de hayatı yaşadığıma inanıyorum. Ben de Kilimanjaro’nun karları kadar soğuk Ziganalar’da ölümle yüzleştim. Ben de İspanya’nın boğaları kadar saldırgan düşmanları defettim. Benim için de çanlar çaldı, kıskançlık mermileri üstüme yağdı ama beni öldüremediler. Bugün 78 yaşındayım. Sanat hayatı 75 yılı bulan tek sanatçıyım. Perdenin önüne oturtulduğum erken çocukluk yıllarımdan bu yana yaşadıklarım yazılmaya değer miydi? Evet! Değerli olmasaydı zaten yazmazdım. İslam’ın altıncı şartı haddini bilmektir, ben de haddimi bilirim. Sanat hayatım 3,5 yaşımda başladı. Bu, “Müziğe küçük yaşta başlamışım” klişesi değil. 3,5 yaşındaydım, Muhsin Ertuğrul beni kucağına aldı, “Yaşı küçük diye bu çocuğu kaybedemeyiz, öyle büyük bir yetenek ki…” diyerek yaş sınırı kuralını yıktı ve beni sahnenin ortasına koydu. O sahne, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun yeni açılan Küçük Tiyatro’nun sahnesiydi. Sanat hayatım Türk tiyatrosunun ve sinemasının kurucusu Muhsin Ertuğrul ile başladı. O günden beri sahneden hiç inmediğim gibi, 1949’dan bu yana sanat dünyamızın efsane isimleriyle sahneyi paylaştım. Genç yaşta başarının doruklarına ulaştım, bayrağımı zirveye diktim. Efsane yıldızlar, genç assolist olarak benim alt kadromda yer aldı. 3,5 yaşımdayken Muhsin Ertuğrul’un kucağında başlayan sanat yaşamım, sakin denizlerden okyanuslara taşıdı beni. Dost rüzgârlarla yelkenlerim dolarken aniden bastıran korkunç fırtınalar yaşadım. Hayatım boyunca insan gücünü aşan ağır yükleri taşıdım. Meleği de gördüm, iblisi de… Nice devler gördüm ki, içinde cüceler yaşayan… Nice şöhretler gördüm ki, maskeler ardına saklanan… Nice yüceltilenler gördüm ki, aslı bataklıkta yaşayan… Nice insanlar gördüm ki, özü insan değil. Anılarım, acısıyla tatlısıyla çeşitlidir. Onları zihnimde bir araya getirdiğimde devasa bir mozaik çıkıyor ortaya. Hatıralarım bu kadar görkemli, şaşırtıcı, bilgilendirici, heyecanlı ve sürükleyici olmasaydı, bu kitabı yazmazdım. Bu hazineyi sizlerle paylaşmamak bencillik olurdu.
Saygılarımla…
İstanbul / 2025
Ferhat ile Şirin, bir de annem ile babam
Bir kitaba sığdırmak için hayatımın hangi evrelerini anlatmalıyım? Ne yapsam, ne etsem, kitaba nereden başlasam derken kararımı verdim. Bana yaşamı sunan annem ve babamla başlamak sanırım doğru olacak. Böylece soyumu da öğrenmiş olursunuz.
İstanbul Moda’dan iki gencin aşkı bana hayat veriyor
Annem ve babam, ikisi de İstanbul Moda doğumlu. Babamın tarafı Rumeli Şumnu’dan, annemin tarafı ise Kafkasya’dan İstanbul’a gelmiş. Babam Orhan Göktürk, özü sözü bir, yakışıklı bir adam. Annem Arife Göktürk, güzel, akıllı çalışkan bir ev hanımı. İkisine de Allah rahmet eylesin. Bendeniz İstanbul Yeşilköy’de doğmuşum. Başkentte büyüdüğümden beni Ankaralı zannedenler çoktur. Sanat hayatıma ve eğitimime Ankara’da başladım. Ankara, bana hem hayat hem de eğitim veren yuva oldu. Şimdi annemle babamın hikâyesine dönelim. Annemle babam hayli genç evlenmişler. Babam Haydarpaşa Lisesi’ni yeni bitirmiş, ki o zamanlar Haydarpaşa Lisesi mezunu olmak üniversite bitirmekle eş sayılırmış, öyle derler. Babam mezun olunca haminnem (babaannemin ablası), yepyeni, gıcır gıcır Harley Davidson marka, en “kralından” bir motosiklet hediye etmiş babama.
Eğitimde titiz Haydarpaşa Lisesi, böyle pahalı mezuniyet hediyesi aldıracak kadar zor diploma veriyormuş. Babamın sınıf arkadaşlarından birçoğu daha sonra önemli mevkilere gelmiş; aralarından milletvekilleri, bakanlar çıkmış. Bu ünlülerden profesör siyasetçi Memduh Yasa ile babam, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kaydolmuşlar birlikte. Babam sonra caymış, “Evleneceğim Memduh, işe girmem gerekiyor” demiş. Babamın arkadaşlarından biri de Saner Film’in sahibi rejisör, prodüktör ve de müzisyen, Türkiye’nin ilk caz saksafon ustalarından, Los Angeles Berklee Müzik Okulu (Berklee College of Music) mezunu Hulki Saner. Kadere bakın ki daha sonra Saner Film’e birçok film çevirdim. Bunlardan biri, çok beğendiğim Almanya’da Bir Türk Kızı’dır. Bir gün çekim arasındaki sohbet sırasında Hulki Bey, “Neşe Hanım, babanız Haydarpaşa Lisesi’nin en yakışıklı genciydi, törenlerde boru takımının lideri olarak en önde giderdi, kızlar bayılırdı babanıza” demişti. Hulki Saner neşeli, nazik, esprili, görgülü bir beyefendiydi. İdeali, Amerikan müzikalleri gibi bir film yapmaktı. Bana her fırsatta müzikallerden Fred Astaire veya Gene Kelly edasıyla İngilizce şarkılar okurdu. Film anılarıma daha sonra geleceğim; bazıları komik, bazıları Türk sineması adına üzücüdür. Dönelim bizimkilere: Annemler, Kadıköy Süreyya Sineması’na paralel Vişne Sokak’taki konaklarında otururken, babamlar bir üstte, Süreyya Sineması’nın hemen arkasındaki Süreyya Sokak’taki konaklarında yaşarmış. Arada bir sokak var. Babamın kız kardeşiyle annem çok samimi arkadaşlar, okula beraber gider gelirlermiş. Babam annemi, kız kardeşinin (sonradan halam olacak) yanında görüp beğenince bir sebep yaratmış, tanışmışlar. Aşkları alevlenmiş, ayakları yerden kesilmiş, hemen evlenmek istemişler. Çok genç oldukları için aileleri olumlu karşılamamış. Bir hüzün kaplamış ikisini de, öyle ki, endişe verici. Dönemin yerli yabancı aşk romanlarındaki mutsuz âşıkların verem olmasından etkilenmişler sanırım; birbirlerini çok sevdiklerini ve çok üzüldüklerini gören aileleri pes etmiş. Böylece genç yaşta nişanlanıp kısa süre sonra evlenmişler.
Âşıkların motosiklet gezisi
Annem anlatırdı, nişanlıyken bir gün babam, “Seni motosikletimle gezdireyim” demiş. Annem iki dirhem bir çekirdek süslenip hazırlanmış. Dönemin modası çok zarif bir şapkayla kıyafetini tamamlamış. Motosiklete değil de limuzine binecekmiş gibi; babam, Harley Davidson’u ile gelmiş, annemi arkasına oturtup bir fiyaka, “Garrrr!” diye motosikleti şahlandırıp uçurmuş. Epey gittikten sonra anneme seslenmiş: “Arife, motosikletle gezmek nasıl, güzel mi? Harley’imi beğendin mi?” Arife’den ses yok. Dönüp bir de bakmış ki, Arife’den eser yok. Annem derdi ki: “Motosiklete yan oturdum. Çantamı, şapkamı düzelteyim derken baban bir kalktı, kendimi yerde buldum. Şapkam bir yana çantam bir yana, yeni diktiğim tayyörüm de yırtılmıştı. Baban, biraz sonra döndü özür diliyor, “Çok üzüldüm” diye kıvranıyor. Ben kendimi unuttum, onu avutmaya başladım.” Bakar mısınız sevgiye; babamda kabahat bulmuyor, onun üzülmesini istemiyor. Ne aşkmış ama… Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, bir de babam ile annem.
Büyükbabamın trajik sonu
Büyükbabam Miralay Mehmet Ali Bey, Kuleli’den yetişen “mektepli” süvari subayıymış. Birinci Dünya Savaşı’nda miralay (albay) rütbesiyle süvari subayı olarak görev yapmış. Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918) Bulgaristan Cephesi’ndeki süvari tümeni komutanlığına atanmış. 1917 yılında komutanı olduğu tümene hücum emri vermiş. Süvarileriyle birlikte, elinde kılıcı, atını dörtnala sürüyormuş ki, yanında top mermisi patlamış. Parçalanan atıyla birlikte yere savrulmuş. Vücudundaki ölümcül yaraların farkındaymış. Aynı cephede savaşan çocukluk arkadaşı ve kan kardeşi Yarbay Zeki (Akmen) Bey, dedemin yanına koşmuş. Zeki Bey’in de yüzü kan içindeymiş. Şarapneller gözlerinden birini parçalamış. Büyükbabam, son nefesinde güçlükle şunları söyleyebilmiş: “Eşim Mahmure ile evlen. Çocuklarım sana emanet!” Ve büyükbabam Miralay Mehmet Ali Bey, orada şehit düşmüş. Ne acı bir rastlantıdır ki, “Baba tarafımın kökü Deliorman Şumnu’dur” demiştim. Dedem Albay Mehmet Ali, doğduğu yerde şehit düşmüş. Bizler de vatan uğruna şehit olan Mehmet Ali Göktürk’ün torunlarıyız. Yani şehit torunlarıyız. Ne büyük onur. Bütün şehitlerimiz nurlar içinde yatsın, cennet mekânları olsun. Babamla kız kardeşi (halam), büyükbabam şehit düştüğü zaman çok küçükmüş. Savaşta bir gözünü kaybederek gazi olan Zeki Bey, dedeme verdiği sözü tutmuş, babaannemle evlenmiş. Neler yaşayacağımızı önceden bilemiyoruz, ama tesadüfler gerçek hikâyeler yazabiliyor. Ben tanıdığımda Zeki Dedem, Ankara Maden Tetkik Arama’da genel müdür yardımcısıydı. Çook iyi insandı. Bir dediğimizi iki etmezdi. Babaannemle Zeki Dedem, görev gereği Ankara’da Himaye-i Etfal Apartmanı’na yerleşiyorlar. Nebahat Halamla babamı haminnem, yani babamın büyük teyzesi Ankara’ya göndermiyor. İkisini de İstanbul’daki konakta büyütüyor. Babaannemin Zeki Dedemden bir kızı daha oluyor, adını Samire koyuyorlar. Onlar Ankara’da, babamla halam İstanbul’da yaşıyor.
Gümüş kaşığın hazin hikâyesi
Dedem İsmail Bey (annemin babası), Birinci Dünya Savaşı’nda
askerken Yemen Cephesi’nde esir düşmüş. Türküsü vardır ya:
Havada bulut yok, bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Ah o Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir
Gidenin dönmediği Yemen’de esaret açlıktan ölmek, hastalıktan ölmek, tesadüfen hayatta kalmak anlamına geliyor. Dedemin tutulduğu esir kampındaki İngiliz kumandan bir gün dedeme gelmiş, “Dişim çok ağrıyor, dişimi çek!” demiş. Dedem iyi derece Fransızca biliyor, kumandan da biliyor, iyi anlaşıyorlar. Dedem, “Diş hekimi değilim, çekemem” demiş, zira mülkiye müfettişiymiş. Ne kadar çekemem dediyse de subay ısrar etmiş, “Doktor yok, sıhhiye eri henüz tayin edilmedi Bu işi ancak senin gibi eğitimli biri yapabilir, çek şu dişi kurtar beni ağrıdan” diye neredeyse emir vererek elindeki pensi uzatmış. Dedem bakmış kurtuluş yok, artık ne bulduysa pensi temizlemiş, “Ya Allah bismillah” diyerek morfinsiz filan dişi çekmiş. Kanı durdursun diye hemen tuz basmış. Diş ağrısından kurtulan subay çok memnun olduğu için daha sonra dedeme gümüş bir çorba kaşığı hediye etmiş, tahta kaşıkla yemesin diye. (Esarette kaşık bulmak epeyi zormuş. Yoklukta gümüş kaşık ironik olmuş.)
“Kim bu kapkara Arap?”
Anneannem, “Bizim bey Türk yutan Yemen’de ne hallerdedir?” diyerek kendini yiyip bitirirken aylar yıllar geçiyor. Derken bir gün kapısı güm güm vuruluyor. Açıyor kapıyı, karşısında bir subay. Selam çakıyor, “Siz, filanca oğlu İsmail Efendi’nin zevci misiniz?” diyor. Sesi titreyerek, “Evet” diyebiliyor anneannem.
Subay, “Beyiniz İsmail Efendi, Yemen’de vatan uğruna şehadet şerbetini içmiştir. Başınız sağ olsun” diyor, eline bir belge tutuşturup gidiyor. Anneannemin bir anda dünya başına yıkılıyor, içindeki cılız umut ışığı da sönüyor. Dedem savaşa giderken, anneannem anneme hamileymiş. Annemi doğurmuş ve yalnız başına büyütmeye başlamış. Şehit İsmail Efendi’nin beyaz konağındaki cumbanın ışığı sabaha kadar yanarmış. Yaz-kış yüreğinde çiçek açmayan bir kadının gölgesi şafağa yakın görünür, bekçi arada bir elindeki fenerin ışığını balkona tutarak seslenirmiş. “Senem Hanım, uyu biraz, hasta olacaksın!” Anneannem, dedemin acısını her an hissetse de tek başına küçücük kızıyla yaşama tutunmanın verdiği gayretle sabahlara kadar örgü örerek avunmaya çalışıyor. Ördüklerini dağıtıyor, satın alanlar bile çıkıyor. Uzun süre geçiyor. Bir gün cumbadan mahalle muhtarını yanında bir adamla gelirken görüyor anneannem. Kapısı tıklanıyor, inip açıyor; muhtar, yanındaki kapkara adamı gösteriyor: “Gözünüz aydın Senem Hanım, beyiniz İsmail Bey geldi işte!” Anneannem irkilerek adama bakıyor. Saçları omuzlarında, sakalı göğsünde, teni kara bir gariban. Üstündeki harmani yırtık pırtık ve altında rengi solmuş bir asker pantolonu. Sandaleti iple parmaklarına bağlanmış. “Bu İsmail Bey değil, Arap’ın biri!” diye çıkışıyor Senem Hanım ve kapıyı küüt diye suratlarına kapatıyor. Bundan sonrası şöyle gelişiyor: Kapkara adam gerçekte İsmail Dedem, esir düşmüş. Salıverilmiş ateşkeste. Ancak Yemen’den İstanbul’a uçak yok ki… Yaklaşık 4 bin kilometrelik yolu kâh yürüyerek kâh deve sırtında gelmiş; son etabını da trenle aşmış. Dedem, yıllarca esir kampında kızgın güneş altında, aylarca yollarda kalmışken, nasıl kapkara olmasın? Çok da zayıflamış. Muhtar, yüzlerine kapı kapanınca anneannemi haklı bulmuş. Dedemi hamama götürmüşler, kese sabun derken cildinin rengi biraz ağarmış. Saçını sakalını tıraş etmişler, bir de güzel elbise, ayakkabı giydirmişler, bu halde tekrar konağa gitmişler. Kapıyı açan bizim Senem Hanım şöyle bir bakmış ki, az daha küçükdilini yutacak. Dedem, “Senem benim, İsmail” deyince anneannem gözyaşlarını tutamıyor, “Aaa bu bizim bey” diyor ve düşüp bayılıyor. Böylece, gümüş kaşık da dedemle İstanbul’a gelmiş oluyor. Yıllar sonra bana veriyorlar.
“Göbeğini uzun kesiyorum, sesi güzel olsun”
Yıllar geçiyor ve babamla annemin evliliği, ikisi için de hayatın yeni bir sayfasını açıyor. Annem, haminnemin evine, yani babamın büyüdüğü eve gelin gidiyor. İlk kızları Tezcan Ablam doğuyor. Annem konağın bütün işlerini üstleniyor. Akşama kadar canı çıkıyor. Hatta ev üç katlı ve üç kat merdivenin ahşap trabzanlarını hep annem cilalıyor. Ama sevgi var ya, sesi çıkmıyor. Halbuki evde halam da var, nedense ev işlerine pek yanaşmıyor. Babam ise Haydarpaşa Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü’nde muhasebeci olarak işe başlıyor. Bir süre sonra babamı askere çağırıyorlar. İstanbul Hadımköy’de yedek subaylığını yapacak. O sıralar annem bana hamile. Babam, annemden uzak kalmamak ve onu haminnemin baskısından uzaklaştırmak için Hadımköy’e daha yakın bir yerde, Yeşilköy’de, çok ucuza bir konak kiralıyor. O zamanlar nüfusu az Yeşilköy’de, sadece ahşap evlerle irili ufaklı konaklar var. Çoğu boş. Kışları neredeyse sadece Rum balıkçılar kalıyor. Konak sahipleri yazları geliyor; ama yıl 1945 ve İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç çatışmaları sürüyor. Herkeste ne olacağız korkusu var. Babam, bu kritik dönemde Hadımköy’de yedek subaylığını yapıyor, annem de evde doğumu bekliyor. İşte o konakta, 1 Nisan 1945’te ben doğuyorum. Doğumu ebe yaptırıyor. Ultrasonsuz yıllar; kız mı, erkek mi? Çocuk doğana kadar cinsiyeti bilinmiyor. Ablamdan sonra bir kızları daha olmuş ama fazla yaşamamış. Ben ikinci kız olarak doğunca annem biraz burkuluyor. Hani babalar hep erkek evlat ister ya…
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap Adıİşte Benim Masalım
- Sayfa Sayısı272
- YazarNeşe Karaböcek
- ISBN9786255941398
- Boyutlar, Kapak13.5x19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşka Dair ~ Stendhal
Aşka Dair
Stendhal
Klasik dünya edebiyatına Fransızca iki roman başyapıtı (“Kırmızı ve Siyah”, 1830 ve “Parma Manastırı”, 1839) armağan eden Stendhal’in İtalyan özgürlükçü Metilde Viscontini Dembowski’ye beslediği...
- Keşf-i Kadîm; İmam Gazâlîye Dâir ~ Dücane Cündioğlu
Keşf-i Kadîm; İmam Gazâlîye Dâir
Dücane Cündioğlu
Kâdim olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tar,h, bugüne...
- Omuzlarımda Dünya ~ Nurullah Genç
Omuzlarımda Dünya
Nurullah Genç
Sibirya gazisi, bilge ve lider bir adam olan Bekir’in erdem ve iyilik timsali oğlu Seyfullah… Yolu ve okulu olmayan uzak bir dağ köyünde bir...