Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek, yazar portreli kapaklarla ayrı ayrı basılıyor.
Selçuk Baran’ın üçüncü öykü kitabı “Kış Yolculuğu” (1984) “Türkân Hanım’ın Ölümü”, “Temmuz, Ağustos, Eylül” ve “Kış Yolculuğu” adlı üç uzun öyküden oluşuyor. Bunlardan “Türkân Hanım’ın Ölümü” yazarı tarafından tiyatro oyunu olarak yeniden yazıldı ve Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nde 1990-91 sezonunda sahnelendi. Öykü ve oyun metni birlikte bu yıl Yapı Kredi Yayınları arasında çıkmıştı.
Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“İçime zehrini salıp gitti. Kimdi, neyin nesiydi? Sorup öğrenmeye hiç niyetim yoktu. Yüreğime bir bıçak saplanmıştı. Acısından uluyabilirdim. Gene de sözünü dinledim. Pencerenin önünde durup ufka baktım.”
*
Türkân Hanım’ın Ölümü
“Ruhumda hiçbir düşünce filizlenmiyor ki, ölümün çehresini taşımasın…”
Michelangelo (Vasari’ye yazdığı bir mektuptan)
Öykümüze Türkân Hanım’ın Ölümü değil de, Türkân Hanım’ın İntiharı başlığını koymak belki de gerçeğe daha uygun düşecekti. Ne var ki intihar, ölüm nedenlerinden (kaza, hastalık, cinayet gibi) ancak bir tanesi sayılabileceğinden ve Türkân Hanım’ın kendi seçtiği son’a saygı duyduğumuzdan, intihar sözcüğü yerine ölüm’ü yeğ tuttuk. Öykümüz özetlenirse, renkli basın için bile sıradan bir olaydır. Bu önemsiz yarı zabıta vakası’nın peşine düşüşümüzün, Türkân Hanım’ı tanıyan kişilerle konuşuşumuzun, kısacası uzun bir araştırmaya girişişimizin nedeni sorulabilir. Bizce önemli olan, Türkân Hanım’ın ÖLÜM’e verdiği değerdir. Türkân Hanım’ın ölüme verdiği anlamın, ölüm’e hayatmış gibi sarılışının, ölüm olayında değil ama ölüm olgusunda sığınak ve kurtuluşu arayışının, yeryüzünde bir yabancı oluşunu unutmak için ölümü gereğince algılama çabasının gelişimini incelemek istedik. Yazık ki, yaptığımız araştırmalar onun gerçek duygu ve düşünce dünyasıyla ilintili hiçbir ipucu vermedi bize. Fahir Paşa’nın içten bulduğu açıklamaları bile yetersizdir, bizce Türkân Hanım tarafından paşayı oyalamak için belki de iyi niyetle uydurulmuştur. Aradıklarımızı bulamadık; evet ama çabalarımızın boşuna olduğunu da söyleyemeyiz. Birtakım insanlar tanıdık, onlarla konuştuk. Sonuçsuz kalan girişimimiz, bölük pörçük de olsa bir öykünün dokularını oluşturdu. Bu bitmemiş (Türkân Hanım’ın ölümünü bir son -neyin sonu?— olarak kabul edemediğimizden bitmemiş diyoruz) öyküyü sunmakta sakınca görmedik.
DİŞ HEKİMİ OĞUZ KARAN
Yetenekli bir diş hekimi… Her hekimde bulunması gereken ama nedense arada bir rastlandığından, ancak bir erdem olarak saptanan en büyük özelliği –tabii bir hekim olarakhastalarını gerçekten pek çok sevmesi, hatta hastalarını olağanüstü, kutsal yaratıklar olarak benimsemesi… Bu belki de sanata düşkünlüğünden, mesleğini bir iş değil de sanat olarak kabullenmesinden ileri gelmekte. Gerçekten Oğuz Karan sanatın bütün dallarına ilgi duyar, özellikle edebiyata. Otuzunu geçmiş olmasına karşın, geceleri en az iki saat okumadan uyumamayı alışkanlık edinmiştir. Edebiyat yapıtları dışında felsefe, psikoloji, hatta ekonomi ve sosyoloji kitapları okur. Rilke’ye ve Proust’a hayrandır. Nihilist olduğunu ileri sürer durur ama nihilist olduğunu gösteren herhangi bir davranışına ya da konuşmasına rastlanmamıştır. Belki Rus nihilistlerine duyduğu ilgi, bu saniya neden olmuştur. Türkân Hanım hakkında anlattıklarının tümüne inanmamak doğru olur, kanısındayız. Hastalarına yalnızca hasta, üstelik kutsal yaratıklar olarak baktığından (ve belki de salt bu yüzden) konuklar içinde, Türkân Hanım’ın dişiliğine gerçekten kayıtsız kalabilen tek erkek o olmuştur.
Dr. Oğuz Karan anlatıyor:
Türkân Hanım’ın oturduğu evin sokağa bakan pencereleri, morsalkım desenli ve limonküfü renginde atlas perdelerle örtülüydü. Arada mavi yazmalı güzel bir köylü kızı, perdenin bir kanadını hafifçe çekip balkonun kapısını aralardı. Bunun dışında perdeler, karşı evlerde oturanları deli eden bir inatla gece-gündüz kapalı dururdu. Perdeler atlastan olmasa, üzerinde morsalkımlar bulunmasa bu kadar kızmayacaktı komşular. Ne var ki, gün ortası morsalkımlar basıyordu yüreklerine. Atlas perde, çoktan unutulduğu sanılan köklü bir soyluluğun, imrenmekle, kıskanmakla yaklaşılamayan bir durumun simgesiydi.
“Havalandırılmayan, gün görmeyen odalarda oturmak düpedüz cahillik şekerim!” diyenler bulunmaktaydı gene de. Ya da “Gün ışığını bırakıp kapalı perdelerin ardında lamba yakan görgüsüzler vardır. Hani yüklü elektrik makbuzlarını soyluluk belirtisi sayanlar… Bunlar onlardan mıdır, nedir kuzum?”
Bu tür konuşmaları annemin komşularından duymuştum sık sık… Hâllerini merak ettikleri, görüp anlayıp bilmek istedikleri bir komşunun kapısını gözetlemek olanağını ellerinden alan şu apartman dedikleri sevimsiz konutların, ancak bir zorunluluk olduğunu daha iyi anlıyor olmalıydılar. Pek pek üç kata varan yükseklikteki evleriyle eski kenar mahallelerini, kentin basit el işleriyle uğraşan insanlarına terk etmişler, kendileri de büyük, geniş caddelerin iki yanına sıralanan yüksek apartmanlarda, sınırları belirlenen yerlerini alarak toplumun yeni ve daha saygın bir sınıfına geçmişlerdir. Ne var ki, sıcak suyu, kaloriferi, havagazı fırınlarını kullandıkları kolaylıkla, apartmanların ve üzerinden geçenlerin çiğneye çiğneye kişiliklerini verdikleri o tozlu, dost sokaklara hiç benzemeyen, uzun, geniş asfalt yolların getirdikleri yeniliklere alışamamışlardı. Apartmanlar bir örnek renkleri, derinliği yokmuş duygusunu veren duruşlarıyla salaş tiyatro sahnelerindeki yağlı boya panoları andırıyorlardı. Hele o hiç kişiliği olmayan cümle kapıları… Orta malı, sevimsiz şeylerdi hepsi de. Yedi sekiz milimlik camlı kapılar ne getiriyordu ki? Arka sokakların, hem sahiplerinin ardından sımsıkı kapanarak belli bir görüntüyü örttüğü, hem de o evin yaşantısından, canı sıkılanlara ilginç ama zararsız sırlar fısıldadıkları kimi oymalı, kimi yeşil boyalı, kimi tek, kimi iki kanatlı tahta kapıları ne kadar başkaydı! Şimdi yalnızca sayısız pencereler vardı. Bunlar arsız bir telaşla, içinde oturanların küçük savsaklamalarını kollamaktan geri durmazlar, en yetingen olanların bile hoşlanmayacakları sere serpe yayılışları göz önüne kor, kimi bir erkeğin uzandığı yataktan sarkan çıplak, kıllı bacağını, kimi kirli bir iç gömleğini, bir yatak odasının perişanlığını ortaya çıkarıverirlerdi. Bütün bu görüntüler yüreğinizi bulandırmaktan başka işe yaramazdı. Öyle çok ve öylesine açık seçiktiler ki, düş gücünüzü kullanmanızı, renkli varsayımlarda bulunmanızı kesinlikle önlerlerdi.
Türkân Hanım’ın hiç sır vermeyen perdeleri de bir başka biçimde kırıyordu umutları. Bilememenin uyandırdığı gereksiz saygı, az sonra yaman bir öfkeye dönüşüyordu. İçeri sızabileceğiniz, gözünüzü uyduracağınız tek delik yoktu. Ne kadar uzun konuşmak isterseniz isteyin, yukarıdaki iki zavallı cümleden başkasını söyleyemezdiniz. Yargılanamaz olmak, Türkân Hanım’ın bu kesin ayrıcalığı, komşuların yüreğindeki öfkeyi daha bir arttırıyordu.
Oysa Türkân Hanım’ın kapısı hiç de perdeleri gibi inatçı değildi. Apartmanın öteki dairelerindekinin tıpkısı, krem rengine boyalı kapının size de açılması için, üç katın merdivenlerini tırmanmayı göze almanız, o mavi başörtülü köylü kızının yüzü ancak bir karış aralanan kapıdan görününce de, “Hanımefendi için bir ölüm getirdim!” demeniz yeterdi. O zaman kapının ardına kadar açılıvermesiyle, kızcağız, omuzlarından sarkan sarı örgüleriyle birlikte, karşınızda beliren alacakaranlığın ötesinde kaybolur, siz de bir süre beklerdiniz. Önünüzde açılan ağdalanmış loşluk, içine girdiğinizde oranıza buranıza yapışacakmış, siz de batağa düşmüşçesine nice çabalasanız, gittikçe daha derinlere gömülecekmişsiniz gibi bir duyguyla olduğunuz yerde kalakalırdınız. Sonra o ağır sis, loşluğa alışan gözlerinizin önünde dağılır, biçimleri daha bir beliren eşyalarıyla bir tapınak serinliği vururdu yüzünüze. Kendinizi, nereden doğduğu anlaşılmaz bir sevinç içinde Türkân Hanım’ın salonunda bulurdunuz. O anda da, o gölgeli sessizliğin, o tapınak görünüşünün aldatıcı olduğunu, aslında birtakım garip tıkırtıların sessizliği dalgalandırdığını duyardınız. Türkân Hanım’ın, bildiğiniz evlerdekinin beş on katı sayıdaki saatlerinin çıkardığı inceli kalınlı, birbirine girmiş seslerdir bunlar… Saatler büyüklü küçüklü, duvarlarda, masalarda, sehpalarda ya da ayaktadırlar; yuvarlak, dört köşe, cam fanuslu, gonklu, sarkaçlı, kimi cam bir dolap, kimi avuç içi kadardılar. Sessizlikte, zamanın gerçek sesi gibi mırıldanır durur, giderek sessizliğin kendisi olurlardı.
İçeri girdiğinizde Türkân Hanım’ı, elinde toz beziyle ilk sahipleri belki de yüz iki yüz yıl önce göçmüş bir sürü değerli eşyanın tozunu alırken görürdünüz. Renkli Sevr porselenleri, mavi ya da pembe çiçekli Salisbury’ler, tahta oyma heykelcikler, bronzdan melekler, Çin ya da Japon işi boy boy vazolar, bakır, porselen, kristal, emaye kül tablaları, sedef kakmalı sehpalar, rahleler, duvarlarda fildişi tenli tombul hanım portreleri, kimi mavi, kimi pembe, kimi sarı, mor giysili… Sonra saatler… saatler… saatler.
Türkân Hanım çay, kahve ya da kendi hazırladığı vişne şurubu renkli ünlü kokteylini içmiyorsa ve de sofrada değilse, mutlaka toz alırdı. Çünkü onun evinde herhangi bir parlak yüzeye toz konması yasaktı. Oysa Türkân Hanım salonu çepeçevre dolanıp son parçayı …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKış Yolculuğu
- Sayfa Sayısı112
- YazarSelçuk Baran
- ISBN9789750847592
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Transit Yolcular ~ Müge İplikçi
Transit Yolcular
Müge İplikçi
“Bütün yolculukların bir oyun ve hareket etmek fiiline endeksli bir macera olduğuna inanıyorsanız, gitmemenin de aynı dokuya sahip olduğunu keşfedersiniz kısa bir süre sonra....
- Yalnızlığa Kadar Yolun Var ~ Servet Saygınoğlu
Yalnızlığa Kadar Yolun Var
Servet Saygınoğlu
“Yalnızlığa Kadar Yolun Var”, Servet Saygınoğlu’nun “Bir Kafes, Kuş Aramaya Çıkmış” kitabından sonra kaleme aldığı ikinci kitabıdır. Yazar, romanında iliklerinize kadar hissedeceğiniz aşkın ardından...
- Mevsim Normalleri ~ Neslihan Önderoğlu
Mevsim Normalleri
Neslihan Önderoğlu
“Farkında mısın anne,” dedim. “Biz nerde bir ayna görsek kendimize bakmadan edemiyoruz.” Tek başına çocuklarını büyütüp annesine bakanlar, engelliler, erkeklerin dünyasında kendine yer bulamayan...