Uzun bir mektup, merhamet istemeyen bir kadın, dalgalı deniz, içli bir itiraf ve “cici kızın” isyanı, derin ve tatlı hazlar, kırık ve tutkulu sevişmeler…
Mehmet Eroğlu, tarzının çok ama çok dışında, başka türlü bir hikâye anlatıyor, yalana dolana, sürüsüyle yeknesaklığa, bulutlu hayata meydan okuyan bir kadını konuşturuyor.
Kıyıdan Uzakta, çarpışmanın novellası, her şey soğuk ve solgunken, yaprak yaprak açılan bir bahar aşkıyla şaşırtıyor.
UZUN MEKTUP
“İlkbahar âşık olmak için en güzel zamandır,
sonbahar âşık olunacak kişiyi bulmak için en uygun zamandır.
Sonbaharın bir hüznü vardır, bu hüzün insanın içinde dolaşan
arzunun tamamlanması düşüncesine tam olarak uyar…”
– Kierkegaard
Kış
Evin önündeki taşlıktayım, gökyüzündeki kuru süngerleri andıran kabarık, yağmur taşımayan bulutları seyrediyorum. Şubattayız ama seyrettiklerim kışın kasvetli bulutları değil, ilkbaharın neşeli bulutları. Arada sığ kumlukları yeşile, derin suları maviye boyanmış, sabahki hırçınlığından vazgeçmiş Ege’ye bakıyor, baktıkça da şaşırıyorum: Homeros nasıl olmuş da şimdi benim seyrettiğim bu denizin rengini şarabın rengine benzetmiş? On kilometre kuzeydeki Kömür Burnu’nun batısında olsam, şaşaalı gün batımında suya gömülen güneşin o kızıl mızrakları belki beni de yaşlı ozan gibi kandırırdı. Ama tehditkâr bir işaret parmağı gibi Sappho’nun Adası’na* doğru uzanan yarımadanın bu tarafında, yıldız ya da poyraz esip, dalgaların tepesini kırmadıkça, denizin rengi gözlerin gibi maviye yakın Selim…
Geriye dönersem arkamda birbirine omuz vermiş, etekleri yeşil, tepeleri ak kireçtaşı dağların gizemli bir gökyüzü kentinin dik, geçitvermez duvarları gibi yükseldiğini göreceğim. Kulübemsi evim bu görkemli dağların yamacında bir noktakadar küçük ve önemsiz. Beni barındırıyor olması bu önemsizliği daha da arttırıyor… Gece, birkaç saat sonra Venüs haber verdiğinde görünmez, gizemli kuşlarının hüzünlü ötüşlerinin eşliğinde, salınarak gelecek ve karanlığın şalıyla birlikte bahçedeki –sert kuzey rüzgârlarının karşısında ayakta kalabilmek için daha fidanken birbirine öksüz çocuklar gibi sıkı sıkıya sarılan– ağaçların üstüne serilecek. Geceler! Geceler gelgit dalgalarına benziyor: Bazen simsiyah, bazen de gümüş bir ışıkla aydınlanmış. Tabii çığlıklar, nemin keskinleştirdiği ayaz ve dağdan inerek arka bahçede yiyecek arayan yaban domuzlarının homurtularıyla bölünen bu gecelerin heybesinde Prometheus’un* acılarını da getirdiğini söylemeliyim…
Dalgalı deniz, sıkılı bir yumruk gibi havaya yükselen dağlar, öfkeli rüzgârlar, kırık kızıl şimşekler ve büyüsünü yitirmeyen gizemli yıldızlar… Kış boyunca bu yüksek yamaçta fırtınaları seyredip içimi dolduran doğa ürküntüsünü yatıştırmaya çalışırken antik kültürlerin doğadan neden Tanrı devşirdiğini kavrayıverdim: Doğa, en az Tanrı kadar dehşet verici.
Ama bu akşamüstü korkularımı anne eli gibi yatıştıran hafif, dost bir esinti var yamaçlarda. Aslında burada hangi yönden eserse essin, rüzgâr balık, ter ve içki kokuyor Selim: Sanki sarhoş seven, kıyıya ılık ve nemli bir koltukaltı gibi kışkırtıcı gölgeler getiren.
Tabii taşıdığı tuzu da unutmamalıyım. Bakışlarımı bulutlu gökyüzünden, gölgeli denizden alıp yana, karaya çeviriyorum. Zirvedeki radar üssünü kasabaya bağlayan, günde sadece sabah ve akşamları olmak üzere iki kez, fren gıcırtıları ve can çekişen motor hırıltıları saça saça ilerleyen gürültücü askeri kamyonların kullandığı asfalt yol, kulübenin inşa edildiği ince uzun düzlükten sonra cetvelle çizilmiş bir çizgi gibi dümdüz aşağıya iniyor. Koyu asfalt, yüzeyi güçlü kış rüzgârlarının denizden taşıdığı tuzdan dolayı bozulmuş olmasına karşın nasılsa rengini korumuş… Gözlerimi kapasam, evde erzak bittikçe altı kilometre uzaklıktaki ilçe merkezine yaptığım kısa yolculukları hatırlayacağım…
Biliyor musun, yol ve hayat, arabamın penceresinden denize doğru akarken yanından geçtiğim bakımsız köy mezarlığında tanıdık ölüm her seferinde –altı çizilmiş bir cümle gibi– takılıyor gözüme… Geçmişin sessizliği, servi ağaçlarının arasında –belki de her şeye rağmen yaşayabileceğimizi hatırlatırcasına– öylece duruyor. O noktaya varınca hep aynı şeyleri düşünüyorum: Hayatla ilgili kesin olarak bildiğimiz tek şey var: Hüzünlü sonu. Ve insan yaşlandıkça sadece o sonu, kendi ölümünü düşünüyor. Bunu annem de her gece bir kez daha kanıtlıyor. Ya sen Selim? Yamacın daha da alt kısımlarında, eğimin yatıklaşarak uysallaştığı yerde terk edilmiş Rum köyünün taş evleri, su içmek istercesine derenin iki yanına serilmiş…
Zaman zaman orada durup yıkıntıların arasında geziniyor, geçmişin hayaletleriyle konuşuyorum… Sonra o eşsiz görüntü: Titreşen, kokan beyaz tarlalar; mitolojik güzelliğini yitirmeyen nergisler. Ama şimdi, doğanın beyaz duvağının ortasında değilim, evin önündeki taraçadayım; geçmişin hayaletlerinden iz yok. Ben gökyüzünü, denizi seyredip birazdan belirecek Venüs’ü bekliyorum, annemse içeride Tanrı’dan ona acımasını, canını almasını dilemekten yorgun düşmüş bir halde bir arife gününü daha dualarla uğurluyor. O da benim gibi ikiyüzlünün teki: Gün boyu geç kalmış ölümünü çağırıyor, gecenin karanlığı çökünce de çağırdığı misafirinden onu korumam için beni. Tam iyimser bir hayalperest: Ölüm bir dost gibi gelsin istiyor. Korkusu baş edilmez bir hal alınca ona yüksek sesle, çoğunu uydurduğum masallar anlatıyorum Selim… Ana kız komşuculuk oynuyoruz: Acı komşuluğu; aslında kapı komşuluğu gibi bir şey bu. Öyle ki, kendimizinkinden bıktığımız için ötekinin –evini, perdelerini, bahçesini kıskanır gibi– acısını kıskandığımız bile oluyor…
Yaşlılık, ancak ölümle iyileşebilecek bir hastalık, hem de ağır bir hastalık… Evet, buraya bunları bile bile, beni nelerin beklediğini kestirerek geldim. Kestiremediğim annem, Güzin’i, Burhan’ı benden daha çok sevdiği, onlara benden daha çok güvendiği halde neden beni seçtiği? Ölümü yaklaşınca ortaya çıkacak korkaklığını, ikiyüzlülüğünü sevdiği çocuklarından saklamak, onların gözünde asil, kusursuz Müyesser Hanım olarak kalmak için mi? Belki… Belki de benim bir hamal olduğumu, iyice küçülen bedeninin, çelimsiz omuzlarının taşıyamadığı acılarının bir kısmını sırtlanacağımı düşündüğünden. Doğruyu söylemem gerekirse onu hiçbir zaman anlamadım: Ne çocukluğumda ne yetişkin hayatımda ne de şimdi…
Dediklerini duyar gibiyim: “Kendini anlamaktan korkan, eline geçen bütün fırsatlara arkasını dönen biri başkalarını anlamayı neden umut eder ki?” Ancak ne hamallık ne de yufka yüreklilik, buraya gelmeye razı olmamın gerçek nedeni –görünürdeki bahanem kendimi mahkûm ettiğim bu gönüllü sürgün olsa da– sana yazmak Selim… Evet, hep ertelediğim şeyi yapmak ve yazmak. Bu kez başaracağım, hazırlıklarım tamam: Acımı çektim, mayalandırdım, şimdi sıra beyaz kâğıda saçarak aşındırmakta…
Sence insanın acısını herkesten uzakta, ücra bir köşede çekmek istemesinin ardında acısından utanması mı var? Gönüllü sürgün ya da sürgünün gönüllüsü böyle bir utanç eğilimi midir? Bu sorular aklımı kurcalamıyor değil. Ancak ne olursa olsun yine de acımın bir ahengi, bir ritmi, bir bütünlüğü var. Bunlar hissettiklerimi ve yazacaklarımı gerçek kılacak. Sözlerini unutmadım, kulaklarımda yankılanıyor: “Gerçek, utançtan daha önemlidir…”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıKıyıdan Uzakta
- Sayfa Sayısı99
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750523083
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Franz K. Âşıkları ~ Burhan Sönmez
Franz K. Âşıkları
Burhan Sönmez
“Bazı gelenekler saygındır. Eskiden, bir idam mahkûmu asılırken ipi koparsa, hayat ona gülmüş sayılırdı. Bu yüzden affedilirdi. Ben bu geleneğe bağlıyım.” Ferdy Kaplan, Nazi...
- Tuhaf Günler Peşimizde ~ Halil Turhanlı
Tuhaf Günler Peşimizde
Halil Turhanlı
“Müjdeyi çocuklar verdiler. Yarın burada olacakmış. Dr. John nihayet kasabaya geliyor. Sapkın zevkli, çılgın bir oyuncakçının elinden çıkmış irili ufaklı vudu bebekleri, ürkütücü maskeler,...
- Döngel Dünya ~ Ethem Baran
Döngel Dünya
Ethem Baran
Mahallede, evde dikiş diken bir erkek yadırganmazdı, öyle hatırlıyorum. Para veren de olmazdı. Bu işi para için yapmazdı babam… Babam yokken, dikiş makinesinin küçük...