Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Koca Dutun Altı
Koca Dutun Altı

Koca Dutun Altı

Ayşe Filiz Yavuz

İnce Mehmet ile Safiye Mehmet hep karıştırıldı. Oysa bu iki kişi birbirinden çok farklıydı. Biri hayalî (Yaşar Kemal, İnce Memed romanı için kurgu demiştir),…

İnce Mehmet ile Safiye Mehmet hep karıştırıldı. Oysa bu iki kişi birbirinden çok farklıydı. Biri hayalî (Yaşar Kemal, İnce Memed romanı için kurgu demiştir), diğeri ise sıradan ama gerçekte var olan bir eşkıya idi. Üstelik Yaşar Kemal’in İnce Memed’i Kadirli’de değil, Türkiye’nin batısında yaşamış bir eşkıyanın hayatından esinlenerek yazılmış; içine Çukurova’dan hikâyeler ve sahneler eklenmiş bir romandı. Bazıları ise Karamüftü Remzi’nin hayatını yazdığını anlattı.

*

Gizik Duran da, Safiye Mehmet de Ermeni çetelerine göz açtırmamışlardı. Bilhassa Gizik Duran, Haçın (Saimbeyli)’da büyük vahşet yaşatan Aram Çavuş’u, Hamurcu Gediği’nde yakalayıp öldürmüş; Haçın’da işkence edilip katledilen yüzlerce Türk’ün intikamını almıştı.

Yazık ettiler Safiye Mehmet’e… Kimi “Bahar gelip de karlar eriyince, jandarma tesadüfen buldu.” dedi, kimi ise bir köylünün bulup jandarmaya haber verdiğini söyledi. Cesedini bir atın üstüne atıp Kadirli’ye getirdiler; Kadirli’de ve kendi köyünün sokağında herkesin gözünün önünden geçirip mezarına götürdüler. 1932 yılının Kasım ayıydı.

“Kör olası Tuğarası / Yanar bağrımın başı / Bu gelen kim derlerse / Safiye Memmed’in çetesi” diyen kız kardeşi Hürü çok ağıt yaktı. Geceleri mezarında bir ışığın yandığı, Safiye Mehmet’in şehit olduğu dilden dile dolaştı.

**

Latif Ağa

Gece son karanlığını toplayıp silinmiş, dağın başına çöken sis, duman uzaklaşmıştı. Geceden yağan yağmurun yapraklara hediye ettiği pırlanta damlalar küpe gibi yapraklardan yavaş yavaş toprağa süzülüyordu. Dutun dallarına konmuş olan birkaç kuş, tüylerini kabartarak üstlerindeki yağmur damlalarını etrafa saçtılar. Davut Ağa çadırından çıktığında daha çoluk çocuk çığrışması başlamamış; kamburlarını çıkararak etrafta sürünen tırtıllar, kahverengi solucanlar çocukların ayakları altında ezilmemiş, yaramazların oyuncağı olup da ziyan olmamıştı. Onların da canı vardı ya çoluk çocuğa bunu hiç anlatamazlardı. Kendi çocukken anlamış mıydı ki Davut Ağa, onlar anlasın?

Avradı da kalkmıştı. Kendi gibi erkenciydi. Getirdiği yorganları sökmüş, içindeki yünleri ditmek, taramak ve güneşe sermek için hazırlanmıştı. Biraz ayran çalkadı, Davut Ağa’ya kalaylı bakraçta uzattı. Sonra yola saldı: “Var git selametle. Kendini çok heder etme. Gün sıcak olacak. Cımcılık suya batarsın.” Çoktan bayıra vurmuş olan Davut Ağa’nın ardından avradının tembihi yele karıştı. Davut Ağa, dağdan koca bir mezdağ1 kesti. Dallarını, budaklarını temizledi. Yeşil dallarından koca bir yığın çıktı. Üstünde bir de cırrık yuvası olduğunu görünce çok üzüldü: “Neyse ki içinden yavru veya yumurta çıkmadı. Yaz günü bir yuva daha yaparlar. Biz nerden bilek gardaş üzerinde yuva olduğunu? Günah yazma galan Allah’ım.” diye hayıflandı. Sıra, koca mezdağ ağacını aşağı yaylaya indirmeye gelince suratı düştü. Kesmeden önce bunu nasıl taşıyacağını hiç aklına getirmemişti. Az buz değil, eşek ölüsünden beterdi bu. Değil tek başına, birkaç kişiyle dahi zor taşınırdı.

Yorgunluktan zaten canı çıkmıştı baltayı ağaca çalarken. Yüzü terden sırılsıklam olmuş, boyun damarları parmak parmak şişmişti. Gömleğinin yakasına yerleştirdiği yağlık2 bile suya batmıştı sanki. “Keserken konu komşu, yaylacıya da lazım olur, yetimlerin anasına da verelim derken biraz büyük mü seçtik mezdağı acep?” dedi, Davut Ağa. “O zaman taşıması da zahmetli olur ellahem. Bu her babayiğidin harcı değil. Eşek de yok ki kesip kesip yükleyip indireyim. Ne yapsak ki?”

Uzaktan Latif Ağa’yı gördü. Gözlerinde bir ışıldama cıncık cıncık… Sevinci yüzüne de vurdu. Elindeki baltaya yaslanıp soluklandı. Uçları eprimiş yakasız gömleğinin kolu ile alnındaki terleri sildi. Ellerine bulaşan terleri de kara şalvarında kuruladı. Alnında biriken terin bir damlası yüzünü yaladı, aktı; güneşten yarılmış dudağındaki yarıktan geçerken tuzu yaktı etini. Dert etmedi. Latif Ağa’yı görmüştü ya!

“Bunu Latif Ağa taşır ancak.” dedi sesli sesli konuşarak, yanında başka bir ağacı kesen Ali’ye. El etti uzaktan: “Bre babam, geliver buraya. Bir el at. İş sana düştü.” Latif Ağa şöyle bir baktı tomruğa: “Kolunuza kuvvet Davut Ağa’m. İyi kesmişsin. Az buz değil bu.” “Biz de öyle düşündük. Kaç kilo gelir bu Latif Ağa?” Latif Ağa bir kafasını kaşıdı, bir çenesini. “Otuz kilo gelir ağam.” dedi. Davut Ağa bir tomruklara baktı, bir pazusu mintanından fışkırmış babayiğit Latif Ağa’ya. Yanlış duymuştu herhâlde. Gerçi Latif Ağa’nın saf ve cahil olduğunu biliyordu.

“Mektebin bahçesine bile uğramamış.” demişlerdi onun için. Biraz latife etmek geldi içinden: “Otuz mu dedin? Otuz olmasa da 150 kilo gelir herhal.” Latif Ağa ısrar etti: “Yok ağam, 150’den daha fazla, en az 30 kilo çeker bu.” Latif Ağa bir gerindi. Geriye doğru kaydırdığı başını yana eğip bir daha baktı koca kütüklere. “Vallah eder, billah eder ağam.” Sonra bilmiş gibi başını dikleştirdi Latif Ağa: “Geçen baharın ovada konuşuyordu okuldan çıkan çocuklar. Otuz kilo çeker diyordu bir şeyleri anlatırken. O kadar çokmuş yani. Bu da çok ağam. Sağlam otuz kilo var.”

Tomruğu aldı, sırtladı, yaylaya kadar getirdi. Davut Ağa arkasından yetişemedi. Yaylanın ortasında yükünü attı yere. Sırtından su gibi ter akıyordu. Nefes nefese kaldığı belliydi. Koca dut ağacının dibine gürültü ile düştü koca tomruk. Dikildi şöyle gerine gerine. Bir “Oh!” çekti. Pınardan getirdikleri, ayna gibi kalaylı bir bakracın dolusu soğuk suyu içti. Eli ile ağzının kenarından göğsüne serin serin akan suyu sildi. Sırtının teriyle ıslanan mintanının ağır kokusu etrafa yayıldı. Kokusuna aldırmadan şöyle bir etrafa bakınıp kendisini seyredenlere karşı yüksek sesle övünerek söylendi:

“Vallah da var otuz kilo, billah da var otuz kilo.” Getirdiği tomruğun üstüne oturdu. Aynı Hatın hemen bir ateş yaktırdı. Yayladaki çocuklara bahçeden toplattırdığı mısırları koydu üzerine.

Kebap kokuları yayılırken yaylada, çocuklar yavaştan sıraya dizildiler. Elindeki demir maşa ile mısırları tek tek aldı Aynı Hatın. Soyulmuş mısır yapraklarının üzerine birer birer koyup verdi çocuklara. Hepsi dizildi; ellerinde mısırlarla, pınarın yıkık kiliseden gelen taşlarının ve bahçe duvarının üzerine. Ağzı, yüzü ve elleri kara kara olan çocuklar mısırlarını yedikten sonra geri geldiler Aynı Hatın’nın yanına:

“Biz beş kişiyiz; on iki başız; üç kardeşim, bir de anam var.” diye evdeki kişi sayısını söyleyen çocuklar, söylediği sayı kadar mısırı Aynı Hatın’ın elinden yaprakları soyulmadan alıp çardaklarının, kara kıl çadırlarının, haymalarının bulunduğu yere doğru seyirtti. Güneş birazdan dağların ardından solmaya başlayacaktı zaten. Yavaştan haymaların yanlarındaki taş ocaklarda yanan ateşlerden boz renkli dumanlar tütmeye başladı.

Son kalan on mısırı Latif Ağa’nın eline tutuşturdu Aynı Hatın:

“Bunlar da sizin çoluk çocuğun Latif Ağa.”

Davut Ağa, Omar Hoca’nın yanında yere serili olan kıl çulun üstüne vardı oturdu. Elini kulağına attı. Türkü çığırır gibi konuştu:

“’Yedi arşın loğ taşını3 omuzda / Of demeden getirenler nic’oldu?’ demiş, Koca Dadaloğlu. Hey gidi günler! Şimdi Latif Ağa’ya bakıp hayret ediyoruz Omar Hoca’m. Zaman değişti. Biz kocadık. Eski adamlar kalmadı. Gerçi… Te Dadaloğlu’nun bile zoruna gitmiş ya. Biz zorsunmuşuz çok mu?” Omar Hoca oturduğu yerden deprenmeden cevap verdi: “Gün günden kötüye gidiyor Davut Ağa. Her gelen nesil bir öncekini aratır oldu. Dünyanın halı bu.” Aynı Hatın uzaktan dinlediği yerden cevap yetiştirdi Omar Hoca’ya: “Ne yazıklanıyorsunuz? Latif Ağa varken geçmişi aramak da neyin nesi? Yedi arşın loğ taşıynan koca mezdağ arasında ne fark var?”

“Bir o kaldı Aynı Hatın. Gerisi nerede?”

“Andız4 ağacı mı kaldı da Dadaloğlu’nun aradığı yiğitler olsun? Latif Ağa’yı anası andız suyuyla beslemiş. Ondan gelir gücü kuvveti.”

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri

Yaylamak, yayla için göç düzmek, dağlarda yürümek Türk’ün mayasında vardı. Bu, yaz sıcağından kaçış değildi sadece; bir kültürdü. Kışın ataletinden kurtulmak; dağda, yükseklerde serin hava ile canlanmak, hareket etmek; savaşçı, mücadeleci, zor şartlara dayanan bir millet olmak için güç kazanmaktı. Dağlar hep Türkleri beklerdi. Dağ, Türk’ün kaderinde hep olmuştu. Demir dağı eritmiş, Altaylar’da, Tanrı Dağları’nda ulaşılmadık yer bırakmamış, şimdi de Toroslarda yazın yurt tutmayı gelenek hâline getirmişti. Kervan kervan, katar katar… Dağ ve Türk ayrılmaz bir bütündü. Kaderleri ortaktı. Birbirleriyle sırt sırta veriyor, birlikte hayatı paylaşıyor, güç topluyorlardı. Dağlar, yüksekler, yüceliklerini Türk’ün varlığıyla anlatıyor, Türk de her ihtiyaç duyduğunda dağlara sığınıyordu. Yaylacılar güç kazanmak için çıkıyor, eşkıya da kanundan kaçmak için sığınıyordu Toroslara. Toroslar ve üzerindeki yaylalar yazın başka, kışın başka şey söylerdi hep.

Dondurucu ayaz, çakalın ve kurdun uluduğu buz gibi geceler, boranlı günler, ısınmak için yakılan çalı çırpılar, çatlamış eller, sinirden ağlamamak için ısırılan dudaklar, bazen üstü kalın buz tabakası hâlini alan dereden delik açıp su içmeye çalışmak… Bütün bunlar baharla beraber unutuluveriyordu hemen. Doruklardaki erimeyen kar bile güzel görünüyordu mayıs geldiğinde. Hele de ortalık taze yeşil renkteki ot ve yabani çiçek kokuyorsa…

Üç Ay Öncesi – Mayıs Ortası.

Kervan hazırdı. Önce davar ve inekleri hazırlayıp çobanlarla önden yola çıkarmayı düşündüler de… Pek öyle olmadı. Bütün çobanlar başka yaylacılarla yola çıkmış, kimisi de işleri olduğu için gelememişlerdi. Hayvanlar yavaş gider, kimi zaman yayılır, kimi zaman dağılır; çobanlar, toplayana kadar zaman kaybederlerdi. Kervan yola ertesi gün çıkacaktı. İş çocuklara kaldı bu sefer. Kutlay ve erkek olarak da Naim… İkisi de daha ilk mektepte… İkisinin altına birer eşek verdiler ve hayvanların başına koyup çıkınlarını da heybelerine sokuşturup yola saldılar.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıKoca Dutun Altı
  • Sayfa Sayısı256
  • YazarAyşe Filiz Yavuz
  • ISBN9786254088117
  • Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Turgut Reis ~ Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)Turgut Reis

    Turgut Reis

    Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)

    Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis’in tarihsel kişiliğini çok severdi. Balıkçı çeyrek yüzyıl yaşadığı Bodrum’un, Sıralovaz Yarımadasının ucundaki, Karabağ köyünde doğan Turgut Reis’in serüvenini romanlaştırırken, aynı...

  2. Uyku Krallığı ~ Kerem EksenUyku Krallığı

    Uyku Krallığı

    Kerem Eksen

    Kerem Eksen’in ilk kez 2017’de okurla buluşmuş olan ikinci romanı “Uyku Krallığı” “Biz buraya nasıl geldik?” sorusunun peşinde çıkılan bir arayışın kâh komik kâh...

  3. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi ~ Ayfer TunçBir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

    Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

    Ayfer Tunç

    Kimsenin birbirine bakmadığı, yalan, ihanet, şiddet, tecavüz ve acımasızlıkla yoğrulmuş, yalnızca  hayallerin göz göze geldiği bir hayattan intikam almanın en iyi yolu yaşamaktır. Anlam aramak boşunadır ve her şeyin "hiç"e dönüşmesi gerekir.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur