
Kjell, iyi biri değildi. Yüce gönüllü değildi. Gözü pek ya da merhametli değildi. Onu seviyordu sadece ve bu aşk onu daha iyi bir adam yapıyordu. Hepsi buydu.
Jerulu Kjell, bir savaşçıydı; Kral Muhafızları’nın komutanı, kılıcıyla ülkesinin kaderini çizen bir adamdı. Her zaman kim olduğunun farkındaydı ve hiçbir zaman tahtın sahibi kardeşinin yerini istememiş ve gücünü sorgulamamıştı. Fakat geçmişinden kaçmanın imkânsız olduğunu fark ettiğinde, tüm hayatı değişti. Kjell yalnızca bir savaşçı değil, aynı zamanda bir şifacıydı ve bu gerçek, onu inandığı her şeye meydan okumak zorunda bırakacaktı.
Kalbinde taşıdığı yeteneği, pişmanlıkları ve sorumluluklarıyla boğuşan Kjell; Volgar’ın son kalıntılarını yok etmek için çıktığı görevde ölümle burun buruna gelmiş ve yolu, geçmişine dair hiçbir şey hatırlamayan gizemli bir kadınla kesişmişti. Kadın, gözlerini açtığında karşısında Kjell’i buldu. Yabancıydı ama bir şekilde tanıdıktı da. Belki de kader, onları birbirine doğru usulca sürüklemişti.
Ancak Kjell, bu yolculukta en büyük sınavı kılıcıyla değil, kalbiyle vermek zorunda kalacaktı. Çünkü en büyük savaş kaderden kaçmak değil, ona teslim olmaktı.
“Dokunaklı, canlı ve görkemli! Yürek parçalayan ama aynı zamanda iyileştiren bir hikâye. Bu zamana kadar en sevdiğim kitaplardan biri.”
—Mia Sheridan
“Bu muhteşem hikâyeye dair her şeye bayıldık. Bu kitabı sadece okumadık, âdeta bir maceraya atıldık. Ve o romantizm! Kitabın romantizmi büyüleyici, baştan çıkarıcı ve inanılmaz güzeldi! Kendimizi bu eşsiz hikâyeye tamamen kaptırdık.”
—TotallyBooked Blog
“Bu seriyi diğer fantastik romanlardan ayıran şey, yoğun romantizmiydi. Kuş ve Kılıç ile Kraliçe ve Şifa, okuma ayrıcalığını yaşadığım en iyi romantik romanlardan ikisi.”
—Angie, @Angie and Jessica’s Dreamy Reads
“Kraliçe ve Şifa epik, nefes kesici bir hikâye sunuyor; bu kitabı tekrar tekrar okuyacağımdan eminim.”
—Penny Reid
GİRİŞ
Güneş ışığı boş tahtı sıyırıp geniş odayı bir uçtan diğer uca hızla geçti ve köşelere göz gezdirip duvarlara tırmandı. Odanın tek sakini sessizlikti. Tavanda bir şeyler titreşerek sükûneti bozdu. Taşların etrafından dolanarak yollarını bulan, ışığı süzerek ve iç mekânı yeşile boyayarak pencereleri aşan sarmaşık yaprakları o kadar zümrüt yeşiliydi ki gölgede kalan yerleri siyah görünüyordu. Saray nefesini tutuyordu. Hem de çok uzun süredir.
Surların içinde hiç hayvan yoktu… sadece küçük bir fare ya da iç içe geçmiş ağaçların arasında bir kuş belki… ama ne otlayan sığırlar vardı ne de dörtnala koşan atlar. Ne havlayan bir köpek vardı ne de taş duvarların üzerinde güneşlenen miskin bir kedi. Ne ağıllarda domuzlar vardı ne de kümeslerde tavuklar. Bakım isteyen, ilgilenilmesi gereken hiçbir şey yoktu. Ama örümcekler yoğun bir şekilde çalışıyordu. Ağları her yeri sarmıştı; duvarlardaki resimler ve şamdanlar titreşen ağlarla kaplıydı, avizelerden ve goblenlerden ağlar sarkıyor, her yüzey dantelle kaplıymış yanılsaması yaratıyordu. Kadehler ve gümüş bardak altlıkları uzun ziyafet masasına yerleştirilmişti ve boş beklentilerle dolu tabaklarla kâseler masanın ortasında düzgünce uzayan bir sıra oluşturuyordu.
Şato bahçesinin ilerisinde dalları iç içe geçmiş, gövdeleri karanlıktaki âşıklar gibi birbirine yaslanmış sıra sıra ağaçlar, geçilmesi imkânsız bir çember gibi şatonun etrafını sarıyordu; âdeta sessiz gözcüler ormanıydı bu. Canlıydı ama zamanın ötesinde kaybolmuştu. Aralıklı ya da iç içe geçmiş her tür ağaç şatoyu çevreleyen kalın bir duvar oluşturuyordu. Bazıları sadece uzun boylu bir insan boyutlarındaydı, diğerleri ise göğe yükseliyordu, gövdeleri Bahar Bayramı dansında el ele tutuşmuş altı genç kızın oluşturduğu bir daireden daha genişti. Biraz daha yakından bakıldığında bazı ağaçların yüzleri, her birine farklı bir şahsiyet kazandıran, farklı bir kişilik veren girinti ve çıkıntılarla doluydu. Biri uyuklayan bir dev gibi görünüyordu, diğeri oyun oynayan bir çocuk görüntüsüne sahipti.
Ağaçlar gelip geçen günlerin ya da değişen mevsimlerin farkında değildi. İçlerine kapanmış uyuyorlardı sadece ve hiçbir şey onlara dokunamaz ya da onları alıp götüremezdi. Hiç kimse onları uyandırmayı ve vahşetin geçtiğini söylemeyi akıl edememişti.
1
“Her şeyin bir başlangıç hikâyesi var. Her yerin. Her insanın. Hepimiz bir kadının rahminden geliriz, o da başka bir kadının rahminden gelen bir kadından. Hepimizin kalıtım yoluyla edinilmiş hünerleri ve zayıflıkları var, hepimiz zaferle ve mücadeleyle doğarız, hepimiz sevecenlik ve ilgisizlikle sarılırız, hepimiz öğrenir ve kendi başlangıç hikâyeleri, kendi yükleri ve kendi geçmişleri olan diğer canlıların arasında dolaşırız.”
Sasha’nın sesi alçaktı ve yaşlı sahibinin ateşten yanan başını yıkarken hoş bir iniş çıkışla konuşuyor, yaşlı kadının dikkatini acısından ve korkusundan uzaklaştırarak onu sakinleştiren ve rahatlatan hikâyeler anlatıyordu. Ölüm küçük taş evin çevresinde dört dönüyor, kapıyı tırmalıyor, gizlice pencerelerden içeri bakıyor, istediğini almak için yanıp tutuşuyordu. Yaşlı kadın âdeta yalvarırcasına, “Senin başlangıç hikâyen ne Sasha?” diye sordu, daha önce yüzlerce kez sorduğu bir soruydu bu. Sasha onu avuturcasına, “Benimkini bilmiyorum Bayan Mina,” diye karşılık verdi. Yaşlı kadın güçsüz bir sesle, “O zaman gidip bulmalısın,” diye ısrar etti.
Sasha sabırla, “Nereye gideceğim?” diye sordu. Bu konuşma alışkanlık hâline gelmişti. “Hünerin seni yönlendirecektir.” Sasha, “Buna neden hüner demekte ısrar ediyorsunuz?” diye üsteledi. Mina derin bir iç çekti. “Nedenini biliyorsun. Efsaneyi biliyorsun. Bana, o hikâyeyi tekrar anlat.” Kafasının içini dolduran hikâyeyi daha önce birçok kez anlattığı için ezberlemiş ve artık ondan bıkmış olmasına, sihirden ve gerçeklikten yoksun olduğunu düşünmesine ve hanımının bunun tüm insanlığın, hatta Sasha’nın başlangıç hikâyesi olduğu konusundaki ısrarlarına rağmen hayıflanmadı. “Tanrı dünyaları kelimelerle yarattı,” diye başladı anlatmaya ve yaşlı kadın gevşedi, göz bebekleri titreşti, hikâyeyi göz kapaklarının ardında görmeye başladı. Sasha yumuşak, yatıştırıcı bir sesle konuşurken kendisi de hafiflemiş hissetti. “Tanrı, kelimelerle aydınlığı ve karanlığı, suyu ve havayı, bitkileri ve ağaçları, kuşları ve hayvanları yarattı; bu dünyaların tozundan ve toprağından çocuklar yarattı… İki oğlan, iki kız… Onlara kendi görüntüsünü verdi ve çamurdan bedenlerine yaşam üfledi,” diye hikâyeye usulca devam etti. Mina başını sallayarak, “Doğru,” diye mırıldandı. “Bu hikâyeyi çok güzel anlatıyorsun. Biraz daha anlat.” “Başlangıçta Yaratıcı her çocuğa bir kelime verdi, özel bir hüneri harekete geçiren güçlü bir kelime, dünya üzerindeki yolculuklarında onlara rehberlik edecek değerli bir armağan. Oğlanlardan birine, kendini orman hayvanlarına ya da havadaki yaratıklara dönüştürme becerisi bahşeden değiş kelimesi verildi. Her tür şeyi altına dönüştürebilmesi için bir kıza dönüş kelimesi verildi; otları, yaprakları, bir tutam saçını. Kardeşlerinin hastalık ve yaralarını tedavi edebilmesi için diğer oğlana iyileş kelimesi verildi. Bir kıza da söyle kelimesi verildi, böylece gelecekte neler olacağını önceden haber verebilecekti. Bazıları, bu kızın kelimelerinin gücüyle geleceği şekillendirebileceğini söyledi.
Dönüştüren, Değişen, İyileştiren ve Söyleyen uzun bir yaşam sürdüler ve bir sürü çocukları oldu ama dünyadaki yaşam, kutsanmış kelimeler ve olağanüstü hünerlerle bile tehlikeli ve zordu. Çoğu zaman ot, altından daha çok işe yarıyordu. İnsan evladı, hayvandan daha makbuldü. Şans, bilgiden daha baştan çıkarıcıydı ve aşk yoksa ebedi yaşam çok anlamsızdı.” Yaşlı kadın, “Hem de çok anlamsız,” diye tekrarladı ve sanki bu kadim hikâye kendi hayatını anlatıyormuş gibi ağlamaya başladı. Genç kadını hikâyeye devam etmesi için zorlamak yerine kaldığı yerden alıp kendisi anlatmaya başladı. Onun için en anlamlı olan kısımları güçsüz bir tonla vurguluyordu. Yaşlı kadının gözyaşları yanaklarında kuruyup sesi nihayet kesildiğinde Sasha kalktı ve yaşlı kadın seslenirse hemen dönebilmek için bağcıklarını bağlamadan, kapıyı kapatan kalın perdeyi çekip ılık su dolu leğeni toprak kulübenin dışına boşalttı. Ama başlangıç hikâyesi kafasının içinde devam ediyordu… Değişen, Dönüştüren, İyileştiren, Söyleyen ve onlardan sonra gelen çocukları. Yüzlerce yıl. Bahşedilmişler, nesiller boyu el üstünde tutuldu ve büyük saygı gördüler, sonra aşağılandılar ve kötü muameleye maruz kaldılar ve en nihayetinde toplumdan dışlandılar ve son kalan Bahşedilmiş düşman sayılıp saldırılınca saklanmak zorunda bırakıldılar. Söyleyenler, İyileştirenler, Değişenler ve Dönüştürenler birer birer yok edildi. Kraliyet güçleri Dönüştürenlerin ellerini kesti. Söyleyenleri yakarak öldürdü. Bu özel hünerlerin herhangi birine sahip olanlar korkup hünerlerini birbirlerinden saklamaya başlayana dek Değişenleri tıpkı benzedikleri hayvanlar gibi avladılar ve İyileştirenleri köy meydanlarında taşladılar. Solemn Köyü sessizdi, hava ya gün ışığı ya da yaşamla kavrulmuştu, günün sıcaklığı ıstırap çeken küçük köyle birlikte uyukluyordu. Birden havayı bir çığlık delip geçti ve Sasha, çığlıkla yükselecek isme kendini hazırladı. Ve o isim geldi, bu tanıdık isim onun dudaklarının titremesine, gözlerinin yanmasına neden oldu. Bir çocuk daha ölmüştü. Edwin. Çarpık bacaklı o küçük oğlan.
Canları ilk alınanlar en güçsüz olanlardı. Sasha, sıra sıra kulübelerden ve ihtiyarların daha heybetli yapılarından uzaklaşıp kanyondan akan suya doğru yorgun bacaklarıyla yavaş yavaş yürümeye başladı. Burası doğudan gelen ırmak kadar yakın değildi ama bu suyun, Mina’yı doğudan gelen su gibi hastalandırmayacağını düşünüyordu. İhtiyarların en kibarına, Mina’nın erkek kardeşine gitmiş ve o suyu içmemeleri, o suyun karanlık bir şeyler taşıdığı konusunda insanları uyarmasını söylemişti. Adam diğer ihtiyarlarla görüştü. Hiçbiri hasta değildi ve doğu ırmağının suyunu uzun süredir içiyorlardı. Sasha’nın deli olduğunu, insanları korkutacağını söylediler. Dilini tutmasını yoksa koparacaklarını söylediler. Kısa bir süre önce Jeru topraklarında büyük bir savaş yaşanmıştı. Yıkım düzelmişti. Zulüm sona ermişti. Ama Quondoon köylerinde fazla bir şey değişmemişti. Tacirler Jeru Kent’inden Solemn’e hem mal hem de haberler taşıyordu ve Sasha’nın sahibi ihtiyarlarla oturup bir kuş gibi uçabilen ve eski yasaları değiştiren güçlü Kral Tiras’ın hikâyelerini dinlemişti. İhtiyarlar, Bahşedilmişlerin artık istedikleri gibi dolaştıklarını ve ellerinden geleni ardına koymadıklarını söylüyordu, oysa o güne dek herhangi biri Solemn’de ne bir Dönüştüren görmüştü ne de bir İyileştiren. Onlara en yakın köy olan Doha’da Değişenler vardı… yaşlı bir adam ve bir çocuk… ama sadece kısmen değişebiliyorlar, istedikleri zaman kanatlarını çıkarabiliyor, güçlü butlar yaratabiliyor ama tamamen dönüşemiyorlardı. Sasha onları hiç görmemişti ama ihtiyarlar onları önemsemiyordu, bu garip yaratıklara kahkahalarla gülüyor ve bunun armağan değil lanet olduğunu söylüyorlardı. Tacirler kuzeydeki eyalet olan Bin Dar’dan da yuvalar yapan ve insan eti yiyen kuşadamlarıyla ilgili haberler getiriyordu ama Solemn’deki hiç kimse onları da görmemişti. Sasha İyileştiren, Değişen, Dönüştüren ya da Söyleyen değildi.
Tamamen farklı bir şeydi. Kimse onun hakkında konuşmuyordu ama bu sessizlik, güvenlik anlamına gelmiyordu. Sasha’nın da o kadar uzaktaki bir krala ya da herkesi… köleleri bile… koruyacağı düşünülen yasalara hiç güveni yoktu.
*
Sasha’nın asla unutamayacağı ve asla hatırlayamayacağı bir yüzdü adamınki. Onu net olarak görmüş olamazdı. Geceydi ve adam, yarısı yenmiş ayın altındaki bir karaltı gibi Sasha’nın tepesinde dolaşıyordu. Gözleri deniz gibiydi; masmaviydi ama sakin değildi. Ağzı da onun çapasıydı ve onu sürüklenerek uzaklaştırmaktan koruyan sözler veriyordu. Elleri yumuşak, kelimeleri sertti ve Sasha onun dediğini yaparak kendi bedeninden yeniden doğdu. Ama yine de onu buldular. Onu arayan bedenler sisin içine gire çıka yer değiştirdiler. İnsanlar bağırdı, karaltılar havayı delerek uçup pike yaptı ve saldırdı. Sasha yere dümdüz yatıp yüzünü toprağa gömerek saklandı. Nefes almaya çalıştı ama içine çektiği toprak parçaları yüzünden soluğu kesildi ve öksürdü. Havayı filtrelemek için yüzünü şalıyla kapatıp öne doğru süründü. Çıt çıkmıyordu. Bağırmaya çalışırken dudaklarında adamın adının şekillendiğini hissetti, duyamadığı bir kelimeydi bu. Bilmediği bir kelime. Pat, pat, pat. Ses kafasının içiyle göğsünde yankılandı; pat sesi gitgide artarken muğlak suretler ve uçuşan ölüm dünyası hızla uzaklaştı. Ateşe çok yakın uyuyakalmıştı. Yine. Saçlarıyla yüzü is kaplıydı ve ciğerlerine kül çekmişti. Ev ısıtmaya gerek olmayacak kadar sıcaktı ama Mina’yı bir türlü ısıtamamıştı ve kömür yaşlı kadından daha yavaş ölüyordu. Kalbi küt küt atıyor, boğazı acıyordu. Vurma sesi sertleşti, şiddetlendi ve kafasının içinden çıkıp binlerce kanat sesiyle havayı titreştirdi.
“Sasha. Beni içeri al. Şu perdenin bağlarını çöz.” Sasha gözlerini ovuşturdu ve eski düşün sarhoşluğuyla yalpalayarak ayağa kalktı. Bitkindi ve yanakları alev alev yanıyordu. Günlerce sahibinin yatağının yanı başında oturmuş, Mina bir düş gibi bu dünyadan kopana dek yaşlı kadınla ilgilenmişti. Tek başına yas tutmuş, geceye feryatlar ve biraz daha fazlasıyla karşılanan bir çığlık göndermişti. Mina’nın erkek kardeşi ihtiyarlarla birlikte sadece birkaç saat önce gelmişti. Sahibinin ölü bedenini alıp götürmüş, onu ise geride bırakmışlardı. “Sasha. Beni içeri al.” Sasha sendeleyerek kapıya doğru gidip güçsüz elleriyle bağları çözerken, “Maeve! Bütün köyü uyandıracaksın,” diye uyardı onu. Quondoon halkının çoğu gibi ufak tefek ve koyu tenli olan kız, âdeta yıkılırcasına içeri girip Sasha’nın kollarına yığıldı. “Sasha. Kaç. Hemen git buradan. Seni almaya geliyorlar,” dedi Maeve soluk soluğa. “Mina artık seni koruyamaz. Geliyorlar. Korkuyorlar ve seni suçluyorlar.” Sasha, “Ne için?” diye bağırdı. Aslında biliyordu. Maeve de biliyordu ve gereksiz kelimelerle zaman harcamadan onu ellerinden tutup öne doğru çekti. “Nereye gideceğim?” “Özgürsün. Nereye istersen git.” “Ama benim yuvam burası.” “Artık değil. Mina öldü. Ve eğer hemen gitmezsen çok yakında sen de öleceksin.” “Üstüm başım düzgün değil.” Sasha solgun tenini ve parlak saçlarını saklama ihtiyacıyla telaş içinde şalına uzandı. Ayakkabıları kapının dışındaydı. “Zamanın yok!” Ardından o sesi duydu. Hissetti. Ve tanıdı. Bu ânı daha önce görmüştü. Her yanını kaybetme ve… rahatlama duygusu kapladı. Gelmişti. Düşleri ne zaman gerçeğe dönüşse rahatlama hissederdi. Nedenini bilmiyordu.
Uzaktan sanki köy saldırı altındaymış gibi çığlıklar ve bağırışlar geldi. Ama sınırlarda içeri girmeye çalışan yağmacılar yoktu. Havada Solemn Kenti’nin sınırlarını ihlal eden canavarlar yoktu. Düşman kapıların içindeydi.
*
Tepelerinde sinsice onları izleyen ve kendi güvende olduğu için parıldayan yeniay, açık araziden geçtikleri gece yolculuğunu sakin bir keyif hâline getiriyordu. Gökyüzü bulutsuzdu ve yıldızlarla kaplıydı. Dağlar, mahsur kalmış gemiler gibi yükseliyor, sivri taş direkleri yıldız dolu göğü işaret ediyordu ve atlar, Quodoon’un uzak eteklerindeki Solemn’e doğru kıvrıla kıvrıla uzanan bayırdan inmeye başlamıştı. Kral Muhafızları komutanı Jerulu Kjell daha önce oraya bir kez gitmişti ama çöl sakinlerinin sade giysilerini, kapalı başlarını ve sakin tavırlarını hatırlıyordu. Son birkaç gündür Volgarlara, o canavar kuşadamlara ait herhangi bir işaret görmemişlerdi. Ne bir yuva ne ceset ne pis koku ne de tek bir tüy vardı. Kjell, Bin Dar sınırındaki köylerde Solemn’deki yıkımla ilgili dolaşan dehşet dolu haberlere bir kez daha şaşırdı. Ama havada bir şeyler vardı ve atı Lucian huzursuzdu; bayırı inmeye ve ilerleme baskısına karşı koyarcasına ayak diretiyor, isteksiz adımlar atıyordu. Kjell’de Kraliçe Lark’ın emretme ve yok etme becerisi olsaydı çok daha kolay olacaktı. Ama o, en iyi askerlerden oluşan bir orduyla Jeru’nun eyaletlerini dolaşmış, güneydeki Firi’ye, batıdaki Bin Dar’a, doğudaki Bilwick’e giderek Volgarları zor yolla, kılıçla avlamış ve ardından Jeru Kenti’ne geri dönmüştü. Son iki yılı bir zamanlar eyaletleri baştan sona yakıp yıkan ve neredeyse bütün krallığı kırıp geçiren kanatlı yaratıkların geri kalanını imha ederek at sırtında geçirmişti. Quondoon dağlarında kuşadam sürüleri olduğu haberini alınca yapacak bir iş olmasından tuhaf bir mutluluk duyarak Jeru Kenti’nden tekrar ayrılmıştı. Üvey kardeşi ve Jeru kralı Tiras, uzun süredir Kjell’i yakınında tutan dertten nihayet kurtulmuş, ülkeyi başarıyla yönetiyordu. Tiras’ın gayrimeşru ağabeyinden başka yardım isteyebileceği kimse olmadığından, genç ve Bahşedilmiş kardeşi babasının ardından tahta çıktığı günden beri çok az ayrı kalmışlardı. Ama Tiras’ın artık ona ihtiyacı yoktu. Eskisi gibi ihtiyacı yoktu. Kjell servet istemiyordu. Güç ya da makam istemiyordu. Hayatı boyunca mal mülk, hatta bana ait diyeceği bir yer özlemi duymamıştı. Kardeşinden büyük olmasına rağmen asla kral olmak istememişti ve onun sorumluluklarının yükünü kendisinin asla öğrenemediği sakin bir kabullenişle omuzlayan meşru evlat, tahtın varisi Tiras’ı hiç kıskanmamıştı. Kardeşinin arkasını kollamak ya da savaşın harareti içinde kaybolmak onu hep çok mutlu etmiş ve her zaman kim olduğunu bilmişti. Bununla gurur duymasa da bilmişti. Merhum kral Zoltev’le Majestelerinin bir süre yatağını ısıtan hizmetçi kadının piç oğluydu. Çok kısa bir süreliğine. Annesi doğum sırasında ölmüş ve Kjell’in adını, bebeğin bağırışının Kjell Baykuşu’nun saldırmadan önceki çığlığına benzediğini düşünen ebe koymuştu. Gelgelelim bir insanda anne ve babasının sahip olduğundan daha fazlası olurdu. Onların kılıcından, boyutlarından, becerilerinden fazlası vardı ve Kjell’in bir zamanlar bildiği her şey geçen yıl tamamen değişmişti. O güne dek inkâr ettiği yönlerini kabul etmek zorunda kalmıştı. Bahşedilmişti. Onlardan biriydi. Korktuğu ve uzak durduğu insanlardan biri. Ve bu, kolay bir alışma süreci olmamıştı. Sanki hayatı boyunca denizle mücadele etmiş ama sonunda pullarıyla solungaçları olduğunu ve serpme ağlar yerine derinliklere ait olduğunu keşfetmiş gibiydi. Artık ne kim olduğunu biliyordu ne de amacının ne olduğunu. Belki de biliyor ve bundan hiç hoşlanmıyordu. Karanlık çöktüğünde hava soğumuştu. Güneş yeniden doğduğunda yine sıcak, çok sıcak olacaktı. Quondoon aşırı uçları severdi zaten. Gündüz sıcak, gece soğuk; çok yüksek tepeler ve dümdüz ovalar, yağmurun aylarca yağmadığı, upuzun, kupkuru geçen dönemlerden sonra yağan kısa ve aşırı şiddetli yağmurlar. Quondoon halkı çoban, çöpçü, dokumacı ve çömlekçiydi ama yeterince bitki yetiştirmezlerdi. Yetiştiremezlerdi. Kjell, Volgarların görülmesine bir kez daha şaşırdı. Volgarlar bataklık toprakları tercih ederlerdi. Eğer Quondoon köyleri yakınına yuva yapıyorlarsa gerçekten çok çaresiz kalmışlardı. Üstlerindeki sarp kayalardan tüyler ürpertici bir uluma yükseldi ve Lucian korku içinde şaha kalktı. Kjell, “Durun!” diye emretti ve adamları anında itaat edip elleri kılıçlarında, gözleri sağ taraftaki kanyon çeperlerinde sesin kaynağını bulmaya çalışarak bekledi. Onlar pürdikkat etrafa göz atarken sağ taraflarında yükselen ve düzleşen kayalarda şekiller göründü. Solemn Kenti aşağıda uzanıyordu. Ama bunlar kuşku dolu nöbetçiler değildi. Akşam faaliyetlerinin engellenmesine sinirlenen kurtlardı; uluma yine yükseldi ve atlar ürktü. “Orada bir şey var, Komutanım. Yaralı… ya da ölü bir şey. Kurtlar onu istiyor,” dedi gözleri en yüksek kayalığı saran karanlığa yapışmış bir asker. “Volgar ise yalnızdır. Kurtlar sürüye yaklaşmaz,” dedi yüzbaşı Jerick. Kjell, “Volgar değil,” diye cevap verdi ama atından indi ve kılıcını çekti. “Isak, Peter ve Gibbous, atlarla kalın. Geri kalanlar benimle gelsin.” Adamları anında itaat edip çalıların ve kuru otların arasından sürünerek yerden yükselen sarp kayaların dibine doğru ilerledi. Soluk kayalar arasında büzülmüş yatan bir şey vardı gerçekten ama gölgeler onu gizliyordu. Volgar kanadı gibi kıpraşan bir şey… dalgalanan koyu renk bir şey. Ve Kjell durup adamlarına da aynı şeyi yapmalarını emretti. Tuhaf bir biçimde kurtlar sessiz olmak için en ufak bir girişimde bulunmadı ve bir uluma yükseldi, arkasından diğerleri koro hâlinde ona katıldı. Uluma gölgelerin yer değiştirmesini ya da kıpraşmanın durmasını sağlamadı ve Kjell hareketli karanlıktan gözlerini ayırmadan yeniden öne doğru ilerledi. Birkaç adım sonra ay ışığı sır perdesini araladı. Gördükleri hareket Volgar kanadı değil, cansız bir külçe hâlinde yatan bir kadının dalgalanan elbisesiydi. Kanının kırmızısı ve toprağın sıcaklığıyla harmanlanmış saçları bu loşlukta bile kızıldı. Sırtüstü yatıyordu, gözleri kapalıydı ve oval yüzü onu çevreleyen kayalar kadar soluk ve hareketsizdi. Kolları, düşerken rüzgârı kucaklamaya çalışmış gibi iki yana açılmıştı. Sırtı tuhaf bir açıyla bükülü, bacaklarından biri altında kıvrık duruyordu ama ne diş izi vardı ne de pençe ve giysileri parçalanmamıştı. Bu, Volgar saldırısı değildi; yukarıdaki kayadan düşmüştü. Yattığı yere ilk giden ve yanında ilk diz çöken Jerick oldu, genelde Kjell’e karşı sergilediği cüretle kadının beyaz tenine dokundu. “Bedeni sıcak Komutanım ve kalbi hâlâ atıyor.” Nefesini tutmuş bekleyen sadece Kjell değildi; havayı ele geçiren şaşkınlık nidaları, yan yana çökmüş askerler arasından tıslayarak geçen bir in dolusu yılan gibi yankılandı. Kadın o kadar perişan hâldeydi ki. Jerick bakışlarını komutanına doğru kaldırarak, “Ne yapmak istersiniz?” diye sordu. Sesi yansıtmasa bile cevap açıktı. Jerick, Kjell’in İyileştiren olduğunu biliyordu. Hepsi biliyordu ve adamları, yaralananları ya da ölmek üzere olanları ellerinden başka bir şey kullanmadan iyileştirişini huşu içinde izlerken hem korkuyor hem de ona hayranlık duyuyorlardı. Ama o güne dek sadece yakınlık duyduklarını iyileştirebilmişti, hizmet ettiklerini ve ona hizmet edenleri. Ve bunu çok sık yapmamıştı. Birkaç adamını iyileştirmişti. Kardeşini iyileştirmişti. Kraliçesini. Ama… sevgi olmadığında bu gücü bulamamıştı. İçin için güldü ve etrafındaki adamların sıkıntı içinde kıpırdandıkları gördüğünde dudaklarından alaycı bir kahkaha çıktığını fark etti. Sert bir tonla, “Gidin,” diye emretti. “Lucian’ı ve diğer atları alıp yakınlarda bekleyecek bir yer bulun.”
Kimse kıpırdamadı, gözlerini perişan hâldeki kadından ve üstlerindeki kayalıklara dizilmiş kurtları çağıran kan gölünden ayırmadı. Kurtlar askerlerin uzaklaşıp kızı yalnız bırakmalarını bekliyordu. Kjell zaten zaman kalmamışken fazlasıyla oyalandıklarının farkındalığıyla dizleri üzerine çöküp, “Gidin!” diye bağırdı. Askerler komutanlarının emrine uyup kurtlar kadar temkinli ama bunu yapmaktan hoşnut olmayan bir ifadeyle hızla geri çekildi. Jerick gitmedi. Kjell onun gitmeyeceğini biliyordu zaten. Kjell kaba bir tonla, “Sen izlerken yapamam,” dedi. “Kendimin fazlasıyla farkında olmama neden olur.” “Daha önce yaptığınızı gördüm Komutanım.” “Biliyorum. Ama bu farklı. Bu kadını tanımıyorum.” Kjell ellerini kadının göğsüne koydu ve bedeni bu işkenceden kurtulmak için yalvarırken direnen kalbinin sıcaklığını hissetti. Kadının melodisini duymaya çalıştı. Tek bir net nota ona yardım edecekti. Ruhu, gücü, benliği. Jerick, “Tanıdığınızı hayal edin,” diye ısrar etti yumuşak bir tonla. “Onun… hayat dolu olduğunu hayal edin. Koştuğunu. Güldüğünü. Seviştiğini.” Kjell’in bakışları hızla Jerick’e döndü ve yüzbaşı, sanki onun için hayal kurmak çok kolaymış ve bu yüzden Kjell için de kolay olması gerekirmiş gibi hiç geri adım atmadan onun gözlerinin içine baktı. “Onu sevdiğinizi hayal edin,” diye tekrarladı. Kjell, bu hisse karşı koyarcasına dudak büktü ve başını eğdi. Jerick’in bakışlarını görmemek için gözlerini kapattı. Ellerini kadının göğsüne koyup kalbini ona itaat etmeye zorladı ve kafasının içinde davetsiz bir görüntü belirdi. Ondan hiç sır saklamayan, hiç yalan söylemeyen gözlerle gülümseyen bir kadın. Önünde yatan yalnız ve can çekişen bu kadın gibi kıpkırmızı saçlı bir kadın. Bir kez daha sert bir tonla Jerick’e gitmesini emretti. Kadın ölüyordu ve o, uzun süredir kadınsız olduğu açıkça belli olan aptal bir silahşorun saçmalıklarını dinliyordu. Koşarken, gülerken, sevişirken. Sersem herif. “Beni yalnız bırak Jerick. Hemen.” Jerick kalırsa Kjell onu kırbaçlayacaktı. Jerick komutanının ona hiç acımayacağını fark etmiş olmalı ki ısrarından vazgeçti ve Kjell onun çalıların arasından geçerek isteksiz adımlarla uzaklaştığını duydu. Kjell, kırık kemiklerin sivri uçlarını hissedip onlara düzelmelerini emrederek ellerini kadının narin kaburgasında gezdirdi. Elleri dolaşırken dua etmedi. Bu laneti ve bu şifayı ona Yaratan vermişti ve daha da arttırması için yakarmayacaktı. Kadın ona direniyordu, narin bedeni inatla can çekişiyordu. Kjell mırıldanmaya başladı, tamamen içgüdüsel, tınısını yukarıdaki kurtların kesik kesik ulumalarına uydurduğu bir mırıltıydı bu. Bir süre sonra avuçlarında uyarıcı bir karıncalanma hissetti ve damarlarında zafer duygusu akmaya başladı. Bedenine ışığını paylaşmasını buyurdu ve kadının kırık göğüs kafesi dokunuşu altında düzeldi, göğsü yükseldi ve Kjell’in geniş avuçlarında dışarı doğru kıvrıldı. Ama Kjell onun şarkısını hâlâ duyamıyordu. “Neredesin, kadın?” diye sordu. “Kalbini ve kan akışını hissediyorum. Bana şarkını söyle ki seni geri getirebileyim.” Ellerini kadının kalçalarına götürdü; vücudunun şeklinin geri döndüğünü, bacak kemiklerinin kaynadığını ve kalçasının yavaş yavaş şekillendiğini hissetti. Kadının omurgası uzayıp düzleştiğinde ellerini kafatasının arkasında gezdirmek için onu yan çevirdi. Kadının başı kan içindeydi, ellerinde vıcık vıcık bir his bıraktı. Midesinin bulanmasına şaşırarak boğazına kadar yükselen safrayı yuttu. Bir sürü insanın ve canavarın bağırsaklarını deşmiş ve bundan hiç rahatsız olmamış, hatta tereddüt bile etmemişti. Kadının saçını düzelterek, “Hayal gücü fazla olmayan bir insanım,” diye fısıldadı. “Seni seviyormuş gibi davranamam. Ama eğer bana yardım edersen seni iyileştirebilirim.” Kadının hayatını kurtaracak o tek notayı duymak için kendini zorladı. Yıllar önce bir kez daha bu konumda kalmış, ne aradığını bilmediği hâlde kulaklarını dört açarak daha önce duymadığı bir şeyi duymak için kendini zorlamıştı. O zamanki kişi kardeşiydi ve yaraları bu kadınınkiler kadar ağırdı. Kjell onu kurtarmıştı. Onu iyileştirmişti. Ama aynı zamanda onu sevmişti. İçi korkuyla ürperdi ve avuçlarındaki ısı anında azaldı. Düşüncelerini kardeşine, sevgisine, saygısına, sadakatine yönlendirmek için kendini zorladı. Bu düşünce güçlendi ve avuçlarındaki ısı alevlendi. Eğilip ikna etmeye çalışırcasına tekdüze bir tonla kadının kulağına fısıldadı. “Beni duyabiliyor musun, kadın? Benimle şarkı söyle.” Kjell’in bildiği şarkıların hepsi ahlaksız ve müstehcendi; etekleri kaldırmak ve kılıçları savurmakla ilgili basit ezgilerdi sadece. Yumuşak bir tonla, “Bana gel ki seni iyileştirmeye çalışayım. Ancak bana gelirsen iyileştirmeye çalışabilirim seni,” diye bir şarkı söylemeye başladı; melodi tekdüze, sözler yavandı ama yine de bir tür şarkıydı ve Kjell’in dudaklarından boğuk bir yakarışla dökülüyordu. “Bana gel ki seni sevmeye çalışayım. Ancak bana gelirsen sevmeye çalışabilirim seni.” Tek, kimsesiz, neredeyse duyulmayacak kadar alçak bir çan sesi duydu. Neredeyse hayali. Neredeyse cansız. Bir kez çalan bir çan. Ama yeterliydi. Kjell, bu perdeye sımsıkı tutunup göz kırpan yıldızların ahenginden destek alarak sesini yükseltti. Ölüm çanı birden neşeli, belirgin ve canlı bir çınlamaya dönüştü. Sesi yükseldi, yükseldi ve Kjell, bu ses teninde, kafatasında, gözlerinin ardında ve karnının derinlerinde yankılanana dek mırıldanmaya devam etti. Sevinçten havalara uçarak, sesle ve zafer duygusuyla titreyerek keçeleşmiş saçları kanla kaplı yanaklardan çekti ve başını eğip sonsuz görünecek denli koyu renk olan gözlerin içine baktı. Bakışları kenetlendi ve kısa bir an için aralarında bir yankılanma oldu.
Çan sesi kelimelere dönüştü ve kadın, “Seni gördüm,” diye fısıldadı. Kjell’in boğazındaki şarkı şaşkınlık dolu bir sessizliğe dönüştü ve kadının saçlarını bırakıp geri çekildi. Ellerini birbirine kenetledi, avuçlarında kadının kanını hissetti. Kadın bir kez daha, “Seni gördüm,” dedi. “Buradasın. Nihayet geldiniz,” diye tekrarladı.
2
Kadının kelimeleri anlamsızdı. Kjell onun bedenini iyileştirmişti ama beynine dokunamazdı. Kjell poposunun üzerine oturup aralarına birkaç metre mesafe koydu. “Sen… iyi misin?” diye sordu. Aslında kadının bir bütün olup olmadığını, yani iyileşip iyileşmediğini sormak istiyordu ama az önce yaptığı şeyin daha fazla dikkat çekmesini istemiyordu. Hüneri insanları korkutuyordu. Kendisini de korkutuyordu. Kadın yavaşça doğrulmaya başladı ve Kjell ona yardım etmek için elini uzattı. Kadın elini tutmadı ama bir an durup sanki bedenini dinler gibi sessizce oturdu. Kjell’in ayağa kalkmaya ihtiyacı vardı. Dizleri uyuşmuştu ve kadının yanında o kadar uzun süre çömelmekten dolayı kalçası acı dolu çığlıklar atıyordu. Başı hafiflemiş, bedeninin geri kalanından ayrılmış, sanki yoğun ve ağırlıksız bir bulut misali süzülüyormuş gibi hissediyordu; yorgunluktan kafasının içi karmakarışıktı. Kramp girmiş bacaklarının onu yarı yolda bırakmamasını dileyerek titreyen ellerle kendini yukarı doğru çekti. Şifa verme çabası damarlarındaki bütün kanı boşaltmış, onu tüketmişti ve hünerini kullanma sonrası ortaya çıkan etkiyi adamlarının ya da boş gözlerle onu izleyen kadının görmesini istemiyordu.
Anlayamazlardı. Bu tür bir bilgi zihne kaydedilir ve muhalif kabilelerle komplo kuran insanlar arasında takas edilecek bir sır olarak saklanırdı. Kjell, kardeşi gibi sevilen biri değildi ve hiçbir zaman benzer bir bağlılık duygusu uyandıramamıştı. Babasından olduğu gibi ondan da korkuluyordu ve bu, onun işine geliyordu. Kadın, az önce yattığı yerdeki toprağı hâlâ kaplayan kana meydan okurcasına ayağa kalktı. Kjell’in beklediğinden daha uzun boyluydu, uzun boylu ve ince, bu sayede yüzüne bakmak için boynunun tutulmasından kurtardı onu. Saçları açıktı ve keçeleşmiş bir dağınıklıkla kalçasından aşağıya kadar dökülüyordu. Gecelikten biraz daha kalın olan kan lekeleri içindeki ince elbisesi tenine yapışmıştı. Ayaklarında bir çöl insanının kısa, deri çizmelerinden vardı; evinden telaşla ayrılırken elbisesinden ziyade ayakkabılarına önem vermişti sanki. Kjell, “Adın ne?” diye sordu. Kadın kısa bir an duraksadı ve Kjell onun yalan söyleyeceğinden şüphelendi. Ona yalan söyleyen kadınlara çok alışıktı ve anında kendini ona inanmamaya hazırladı. Kadın gönülsüzce, “Bana Sasha derler,” diye karşılık verdi ve Kjell’in kaşları inanmaz bir ifadeyle kalktı. Bu, bir isim bile değildi. Atları ve sığırları harekete geçirmek için kullanılan, genelde böğre vurulan bir tekmeye ya da kalçaya vurulan bir tokada eşlik eden bir komuttu. Kjell, bu kelimeyi günde birkaç kez söylüyordu, zavallı kadına bu ismi kimin koyduğunu merak etti. “Peki evin nerede, Sasha?” Kadının adını çekinerek söyledi. Sasha ileride yükselen, dik çeperli, sivri dişli, titreşen fener ışığında hiç de hoş görünmeyen sarp kayalara doğru döndü. “Solemn’de yaşıyorum ama orası asla evim olmadı.” Bu basit açıklamada acı vardı ve Kjell, kendini bu acıyı duymaya karşı hazırladı. Onun acısını öğrenmek istemiyordu. Onun için yapabileceğini yapmıştı. Bazı acıları yok etme gücü yoktu. Kadın daha fazlasını söylemedi ama sanki hayatı gerçekten orada sona ermiş ve sonrasında ne olduğunu bilmiyormuş gibi sarp kayalıklara bakmaya devam etti. Kayalık sete doğru birkaç adım attı, Kjell kenara çekilip onu gözleriyle takip etti. Gözüne kayanın eteğinden yaklaşık altı metre yukarıdaki kayaların arasından çıkan çalıya takılmış beyaz bir kumaş çarptı. Sasha, kumaş sanki kendisine aitmiş gibi ona doğru yürüdü ve Kjell, onu almak için kayaya çıkmaya niyetli olduğunu fark edene dek birkaç metre tırmandı. “Aşağı in. Seni ikinci kez iyileştirmem.” Sasha, dinlemesi gerektiğini biliyormuşçasına hafifçe başını salladı ama durmadı, hızla birkaç adım daha tırmandı ve kıvrık ayak parmakları ve bir eliyle kayaya sımsıkı tutunarak soluk renkli kumaşı daldan kurtardı. Yeniden Kjell’in karşısına geçtiğinde biraz nefes nefese hâlde, “Bu benim,” dedi. Kumaşı dikkatle kandan sırılsıklam olmuş saçına doladı ve uçlarını beline sıkıştırdı. Sakin ve serinkanlıydı; sakinliği Kjell’in tetikte olmasına neden oldu. Onun bedenini iyileştirmişti ama fiziksel iyileşme ne hafızasını silmiş ne de yaşantısını değiştirmişti. Düşmüştü. Yaşamla ölüm arasında gelip gitmişti. Ama ne ağlıyor ne de titriyordu. Ne Kjell’e soru sormuş ne de ne olduğunu anlamaya ya da açıklamaya kalkışmıştı. “Kayaların arasındaki yarıktan dökülen bir dere var,” dedi. “Sana ve adamlarına göstereyim.” Kjell, “Yalnız olmadığımı nereden anladın?” diye sordu. Sasha ilk söylediğini tekrar ederek, “Sizi gördüm,” dedi ve onun bu ısrarı Kjell’in huzursuzca ürpermesine neden oldu. Onu bulduklarında baygındı. Şiddetli bir ıslık çaldı, ses karanlığı delip geçerek adamlarına ulaştı. Jerick’le birkaç adamı karanlığın içinden çıkıp şaşkınlık nidalarıyla durana kadar gözlerini tuhaf kadından ayırmadan bekledi. Bir mızrak yerde takırdadı. “Kadın suyun nerede olduğunu biliyor. Geceyi orada geçireceğiz,” diye talimat verdi. “Diğerlerini toplayın ve benim atımı da getirin.”
Jerick komutanının becerisinden hiçbir zaman kuşku duymamışçasına anında toparlanıp, “Ya Solemn?” diye sordu. Kadın, bu kelime tenine çarpan bir kamçıymış gibi irkildi. Kjell, “Yarın,” diye cevap verdi ve kadının bakışları bir anda ona döndü. “Yarın gideceğiz. Hava aydınlıkken.”
*
Sasha, yanına kıvrılmış yatıyordu. Kjell’in pelerinine sarınmış ve kayadan çekip aldığı uzun kumaş parçasını katlayıp alev gibi saçlarının altına koymuştu. Kjell, kumaşın o güne dek gördüğü en soluk mavi renk olduğunu ve üzerinde sanki güneş ağartmışçasına düzensiz beyaz çizgiler bulunduğunu o an fark etti. Kjell uykuya daldığında Sasha hâlâ onun pelerinine sarılmış hâlde ateşin yanındaydı ve sade, koyu mavi elbisesi kuruması için yakında bir yere serilmişti. Anlaşılan kadın onu karanlıkta bulmuş ve yanına uzanmıştı. Yüzünden ziyade ayaklarına yakındı ama yine de eğer ondan önce kalkarsa üzerine basıp tökezleyeceği mesafedeydi. Kjell, kadının yakınlığından görünenin ötesinde nasıl bir anlam çıkarması gerektiğini bilmiyordu. Bu yakınlık onu iyileştirdiği içinse kadın ona minnet duymuştu. Sebep, kadına değer vermiş olmasıysa onun yanında kendini başka birinin yanında olduğundan daha güvende hissediyordu. Gitgide artan aydınlıkta tenindeki bakır rengi çiller daha belirgin görünüyor, saçının sıcak tonunu yansıtıyordu. Kan, elbisesinde parça parça koyu lekeler bırakmıştı ama Sasha nispeten temizdi, saçı kandan arınmıştı ve doğudaki ovaları yalayıp geçen ve kayalıklara çarpan uykulu güneş ışığında parlıyordu. Sasha su konusunda haklıydı… bir yarıktan dere dökülüyor ve sivri iki set arasındaki bir gölette toplanıyordu… ve onları kendini buldukları yerden sadece birkaç dakika uzaktaki dar bir vadiden geçirmişti. Adamlar midelerini ve mataralarını doldurana kadar beklemiş, sonra göletin yanına diz çöküp keçeleşmiş saçlarını ve toz toprak içinde kalmış tenini yıkamıştı. Diğer sorun da kan kaplı elbisesiydi ve Kjell ona peleriniyle bir kalıp sabun verip adamlarıyla birlikte yakındaki açık araziye çekilerek onu yalnız bırakmıştı. Kendini onun sıvışmasını, yitirmenin eşiğine geldiği hayatına geri dönmesini umarken bulmuştu. Ama kadın bunu yapmamıştı. Elinde ıslak elbisesiyle pelerine sarılmış, saçından su damlayarak yanına geldiğinde Kjell ona yemek vermiş ve oturtmuştu. Ateş yakma hünerine sahip bir asker olan Isak’a ateş yakmasını söylemiş ve Sasha ateşe yaklaşıp başını karnına çektiği dizlerine dayamıştı. Adamları kadının etrafında temkinli bir biçimde dolanıyor, mesafelerini koruyor, yanına yaklaşmıyorlardı ve merakları onları sessizleştirmişti ama Kjell kadına baktıkları kadar kendisine de baktıklarının farkındaydı. Ondan yana attıkları bakışlarında hem hayranlık hem de korkudan biraz daha fazlası vardı. Ne yaptığını biliyorlar ama hâlâ buna inanamıyorlardı. Daha önce de berbat bir yarayı ya da kırık bir kemiği iyileştirdiğini görmüşlerdi ama emrindeki askerlerin ölümlerini de izlemişlerdi… onlar için bir şey yapamadığından göçüp gitmişler ve cansız bedenleri ya ailelerine gönderilmiş ya da savaş alanında gömülmüştü. Adamların hiçbiri Jeru Kenti’ndeki saldırıda zarar görmemiş ve çok azı onun bu eşsiz yanına şahit olmuştu. Ama hepsi kanlar içindeki bu cansız kadının yeniden bir bütün olmasına şahit olmuştu. Onların hayranlığı, Kjell’in dişlerini gıcırdatmasına neden oluyor ve ona uzun süre bakan herkesi tokatlama isteği uyandırıyordu. Kendine hâkim olmaya çabalamaktan başı çatlıyor, parmak uçları uyuşuyordu. Gücünü yeniden kazanmak ve göğsünden yavaş yavaş damlayan sabrı tıkayıp durdurmak için sadece zorunluluktan bir şeyler yedi. İkisini de beceremeyince peşinden gelmeye kalkışan Jerick’e bağırarak ateşin yanından ve adamlarının rahatsız edici saygısından uzaklaştı. “Kadının neye ihtiyacı olursa karşılandığından ve istemediği hiçbir şeyin yapılmadığından emin ol ve beni yalnız bırak.” Jerick anında, “Baş üstüne, Komutanım,” diyerek geri çekildi.
Kjell yatağını yere atıp çizmelerini bile çıkartmadan yattı ve Sasha’nın gözleri kadar derin ve karanlık bir uykuya daldı. Artık sabah olmuştu ve Kjell, o gözlerin hatırladığı kadar karanlık olup olmadıklarını merak ederek kadını izliyordu. Sasha, korku içinde uyumaya alışıkmışçasına uyanıp gözlerini aniden açınca tam da tahmin ettiği kadar karanlık olduklarını gördü. O gözler Kjell’i rahatsız etti gözbebeklerini, onları çevreleyen renkten ayırt etmek mümkün değildi. Onunki gibi soluk ve kırlangıç yumurtası gibi benekli ten görmüştü ama böylesi siyah gözlerle bir arada olanı hiç görmemişti. Sasha hafifçe titreyerek gerindi, vücudu silkinerek uyku izlerinden kurtuldu. Kjell’i, gözlerini dikmiş ona bakarken yakalaması onu utandırdı. Kendini böylesi rahatsız hissetmeye alışık değildi, özellikle de onun için hiçbir anlamı olmayan birinin yanında. Ayağa kalkıp üzerindeki tozu silkeledi ve yatağını sımsıkı rulo yapıp sicimle bağladı. Bir süre sonra Sasha da kalktı ve pelerini çıkarıp ona uzattı. Kjell hiçbir şey söylemeden aldı. Güneş dünyayı ısıtmaya başlamıştı bile ve çok geçmeden daha da acımasız olacaktı. Kjell, Sasha’nın soluk mavi kumaşı başına dolayıp yüzünü güneşten koruyacak bir kukuleta yapmasını izledi. Kadın kumaşın uzun uçlarını göğsünde çapraz yapıp rüzgârdan uçmasın diye beline bağladı. “Solemn’de hastalık var,” diye mırıldanarak Kjell’i daha da tedirgin etti, uykudan yeni uyandığı için sesi hâlâ çatlak olsa da çok tatlıydı. “Orada hastalık var ve sen İyileştirensin.” Kjell, “Ne tür bir hastalık?” diye sordu. “Ateşli. Hezeyanlı. Genç ve yaşlı herkesin saçları dökülüyor. Çocuklar büyümüyor. Bazıları sakat.” “Sen de bu yüzden mi düştün? Hasta mıydın?” Sasha, “Hayır,” diye mırıldandı. Kjell, onun hangi soruyu cevapladığını anlamadığını fark etti. “Hasta değildim ama sahibim hastaydı.” “Sahibin mi?” “Ben… köleydim.”
Kjell, “Neden köleydin?” diye sordu. Sasha kaşlarını çattı, alnı hafifçe kırıştı. Kjell, onun köleliğiyle ilgili ayrıntıları öğrenmek istiyordu ama Sasha bunu anlamamış görünüyordu. Şifacılıkla kölelik aynı şeymiş gibi, “Sen neden İyileştirensin?” diye sert bir karşılık verdi. Kjell bu kıyaslama karşısında şaşkına dönerek homurdandı ama Sasha daha fazla açıklama yapmadı. Bir açıklama yerine ellerini tevazuyla kenetleyip ona doğru çekingen birkaç adım attı. Birden dizlerinin üzerine çöküp gözlerini yere dikti. Sonra öne doğru eğilip alnını toprağa, Kjell’in ayaklarından birkaç santim uzağa koydu. Saçları bir örtü gibi etrafına yayıldı. “Sahibim öldü. Beni sen iyileştirdin. Artık sana aitim.” Kjell ellerini ince kollarına dolayıp çekerek onu ayağa kaldırdı ve başını iki yana sallayarak kendinden uzaklaştırdı. “Hayır. Değilsin. Seni kendi özgür irademle iyileştirdim. Hiçbir şey talep etmiyorum.” “Yanında kalacağım.” “Hayır. Kalmayacaksın.” Kjell’in sesi sert ve aşırı yüksekti. Utanç içinde artık uyumayan adamlarının ilgisini fark etti. Biri bastırmaya çalışsa da bir kahkaha attı. Kjell ters ters baktı ve hepsi anında çizmeleri ve sırt yataklarıyla ilgilenmeye başladı. Sasha başını eğik tutuyor, kukuletası yüzünü saklıyordu. Kjell, onun kendisini duyduğundan ve söylediğini yapacağından tatmin olunca yanından uzaklaştı. Sasha peşinden gitti. Kjell kayaların arasındaki suya doğru yürümeye başladığında Sasha, aniden durursa ona çarpmayacak kadar uzak ama rahatsızlıktan tüylerinin diken diken olmasına neden olacak kadar yakından sessizce onu takip etti. Kjell’in mesanesi dolu, sinirleri tepesindeydi ve kadının onu biraz yalnız bırakmasına ihtiyaç duyuyordu. Sasha bunu anlamış gibi birden ondan uzaklaşıp bir kaya çıkıntısının arkasına girdi. Kadın, çağlayanda ona yeniden katılmadan önce yalnız kalacağı kısa bir süre bulan Kjell de aynı şeyi yaptı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKraliçe ve Şifa
- Sayfa Sayısı336
- YazarAmy Harmon
- ISBN9786256826397
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kreuzberg Blues ~ Wolfgang Schorlau
Kreuzberg Blues
Wolfgang Schorlau
Covid-19 pandemisinin gölgesi altında, konut spekülasyonu ve barınma hakkı mücadelesi etrafında, heyecanlı bir siyasi polisiye… Wolfgang Schorlau’nun özel dedektifi Georg Dengler, bu defa konut...
- İşsizler Okulu ~ Joachim Zelter
İşsizler Okulu
Joachim Zelter
Yakın bir gelecekte Almanya. Bir grup yolcu kendilerini bekleyen otobüse binerek işsizlere yönelik bir tür yatılı okul olan Sphericon’a doğru yola çıkar. Otobüs, Federal...
- Çanlar Kimin İçin Çalıyor ~ Ernest Hemingway
Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Ernest Hemingway
Dönemin birçok sanatçısı gibi İspanya İç Savaşı’na da katılan Hemingway, bu savaşı anlatan güçlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor‘u 1940’ta yayımladı. Çok geçmeden sinemaya da...