Buzul çağı ile kuraklık arasında bölünmüş bir dünya. İnsanlar topluluklar halinde güneyden kuzeye, ılıman topraklara ulaşma umuduyla göçüyorlar. Bu uygarlık çöküşünün ortasında, ailelerinden koparılmış, masalların öksüz çocuklarını andıran iki kardeş, Mara ile küçük kardeşi Dann, tehlikelere karşı ücra bir köyde, yeni adlarla yeni yaşamlarına başlıyor, kuzeye yolculuğa katılıyorlar. Tekinsiz topraklar, ölümcül iklim değişmeleri, savaşan kabileler ve kurtuluş umudu arasında iki çocuğun serüveni insanlığın unutuş ve keşif tarihini ince ayrıntılarla sergiliyor. Doris Lessing’in 1998 yılında kaleme aldığı bu kıyamet-sonrası motiflerle örülmüş yapıt, günümüzün iklim ve göç krizi eşiğinde özellikle önem kazanan bir uygarlık sorgulaması.
1
Önce küçük bir kız çocuğu, sonra genç kız, derken genç kadının gözünün önüne getirmek için onca uğraş verdiği anılar, başlangıçta açık seçik sayılırdı. Kâh taşınarak, kâh elinden tutularak, bir tek yıldızların görüldüğü gecenin karanlığında itilip kakılmış, ardından bir odaya tıkılarak sessiz olması söylenmiş, sonra onu getirenler gözden kaybolmuşlardı. Korkusundan yüzlerine dikkat edememiş, kim olduklarını görememişti, ama onun insanlarıydı, Ulus’tandılar, bunu biliyordu. Kapatıldığı oda, bildiği hiçbir yere benzemiyordu. Büyük kaya parçalarından yapılma dörtgen bir odaydı. Kaya evlerden birinin içinde. Doğduğundan beri görürdü bu evleri. Onlar kaya evlerde yaşardı, Ulus’tan nefret eden Kaya Kabilesi: kendi insanları değil. Kaya Kabilesi’ni pek çok kez yollarda yürürken, Ulus❜la karşılaştıklarında çabucak kenara çekilirken görmüştü; kendisine onlardan uzak durmak öğretildiğinden yüzlerine bakamazdı. Korkardı bu insanlardan, çirkin bulurdu.
Büyük ve çıplak kaya odada, tek başınaydı. Su arıyordu, bir yerlerde su olmalıydı, öyle ya. Oysa oda bomboştu. Ortada düzgün kaya kütlelerden dörtgen bir cisim duruyordu, masa olsa gerekti; üzerinde kendi yağına saplanmış bir mumdan başka bir şey yoktu, onun da alevi cılızdı… az sonra sönecekti. Şimdi merak ediyordu, erkek kardeşi neredeydi, nereye götürmüşlerdi onu? Karanlıkta kardeşini de apar topar sürüklemişlerdi. Daha en başında, evlerinden alındıklarında -yani kurtarıldıklarında, bunu biliyordu artıkkardeşine seslenirken birisi eliyle ağzını kapatmıştı: “Sessiz ol.” Kardeşinin de kendisine bağırdığını duymuş, derken ses ansızın kesilince, onun da aynı biçimde susturulduğunu anlamıştı.
Ateşler içinde yanıyordu, her yanı kurumuştu ama içinde bulunduğu bu sıkıntı mı, yoksa erkek kardeşi için duyduğu kaygı mı ağır basıyordu, anlamak güçtü. Duvara ilerleyerek, içeri sokulduğu yere gidip kapı gibi bir tarafa açılan kayayı itti. Kaya parçası oyuğun içine doğru hareket etti, ama önünde yassı bir kaya daha vardı; onun ağırlığına gücünün yetmeyeceğini düşünüp tam pes edeceği anda kaya yana kaydı ve erkek kardeşi tüylerini ürpertip saçlarını diken diken eden çığlıklar atarak ona doğru koştu. Ablasının kollarına atıldı; kız ona sarılırken gözleri kapıdaydı; orada bir adam durmuş, dudaklarına götürdüğü parmağıyla kardeşini göstererek susturmasını işaret ediyordu. Sessiz, sessiz. Dönüp elini ağlayan çocuğun ağzına koyunca, kız onun dişlerini avucunda hissetti. Ne çığlık attı ne de irkildi; kollarına aldığı kardeşinin ağırlığıyla dengesini bozmamak için duvara yaslanıp çocuğa daha sıkı sarıldı, fısıldayarak, “Şışşt, sus, sessiz olman gerek,” dedi. Arkasından da öyle bir tehdit savurdu ki, kendisi bile korktu: “Sessiz ol, yoksa kötü adam gelir.” Çocuk o anda susuverdi, kıza daha da sokulurken titriyordu. Küçük çocuğu getiren adam gitmemişti daha. Karanlıkta fısıldayarak biriyle konuşuyordu. Sonra her kimse o içeri girdi; kız az kalsın çığlık atacaktı, erkek kardeşini korkutmak için söylediği o kötü adam geldi sanmıştı; gelen o değildi neyse ki, ama çok benziyordu. Bu kez kendini tutamayıp gerçekten çığlık atmaya başlayın-
ca, bir eliyle erkek kardeşinin başını göğsüne yaslarken, boşta kalan öteki elini kendi ağzına kapattı. “Sandım ki siz… siz…” diye geveledi; adam, “Hayır, o ağabeyimdi, Garth,” diye açıkladı. Giysileri aynıydı, üstü kırmızı desenli, dize kadar uzanan siyah bir tunik; şimdi onu da çıkarıyordu. Çırılçıplak kalmıştı, babası ve ağabeylerini de böyle görmüştü – büsbütün çıplak görünmesinler diye törenlerde bilezikler, kolyeler, bileklikler takarlardı, hepsi altından olurdu. Adam da en az kardeşiyle kendisi kadar yorgun ve pisti; yanındaki diğer tuniği giymek için arkasını dönünce sırtındaki kırbaç izlerini gördü; yaraların bazısı kuruyup kabuk bağlamıştı, bazısından ise hâlâ kan sızıyordu. Uzun bir çuvalı andıran kahverengi tuniği başından aşağı geçirdi; kız bir kez daha çığlığını zor tuttu, çünkü bunu Kaya Kabilesi giyerdi. Aynı kumaştan yapılma kuşağı beline dolarken gelip kızın önünde durdu, sert bakışlar fırlattı, sonra da bakışlarını o sırada başını kaldırmaya karar vermiş olan çocuğa yöneltti; çocuk onu görünce bir çığlık daha kopardı, dolunayda uluyan köpeklerden farksızdı; ablası elini -kardeşinin ısırdığı kanayan elini değil, ötekiniağzına yapıştırdıysa da adama bakmasına engel olmadı, bir yandan da yatıştırmaya çalışıyordu: “Aynı adam değil. Onun erkek kardeşi. Kötü olan bu değil, öbürü.”
Çocuğun zangır zangır titrediğini hissediyordu; katılacak, dahası ölecek diye ödü koptu; başını tutarak yeniden göğsüne bastırdı, gövdesini kollarının arasına aldı.
İki kardeş günlerce -kaç gün geçtiğini bilmiyordu kızkendi evlerindeki bir odada kalmış, bu adama benzeyen öteki adam onları sorguya çekmişti. Öteki adam, yani kötü adamla odada bulunan diğer erkekler, bir de kadınlar kırmızı desenli siyah tunikler giymişlerdi. İki çocuk sahnenin ortasında duruyordu. Soruları soran kötü adamdı; yüzü gözünün önünden gitmiyordu; görüntüyü silmek için durmadan gözünü kırpıştırırken karşısında
dost olduğu belli olan bu adam vardı. Kötü adamın istediği bilgi, Sülale hakkında değil, yakın aile çevresi hakkındaydı, başlarda yanıtlıyordu, düşman olduklarını anlamamıştı çünkü; sonra kötü adam kırbacı eline alıp eğer sorulara doğru yanıt vermezse, onları kırbaçlayacağını söylemişti. Böyle yapınca önce bir, arkasından da başka bir kadın adama karşı çıkmış, fakat o kırbacıyla öfkeli bakışlarını kullanarak kadınları susturmuştu. Oysa sorun, kızın soruları nasıl yanıtlayacağını bilmemesiydi. Yanıt vermesi gereken kızın kendisiydi, çünkü küçük kardeşi kırbacı görünce korkuyla çığlık atıp şimdi de yaptığı gibi ablasına yapışmış, yüzünü göğsüne yaslamıştı. Yeni yeni görmeye başladığı bu kötü insanlar akrabalarıydılar galiba –yüzlerini hatırlar gibiydi, ama kendi ailesinden değildiler, evlerine kimin geldiğini, kimlerin evlerinde kaldığını, anne-babasının gelenlerle ne konuştuğunu, birlikte neler tasarladığını sorup duruyorlardı ona. Hiçbirinin yanıtını bilmiyordu. Kendini bildi bileli eve birileri gelir giderdi, ayrıca uşaklar vardı, arkadaştan farksızlardı. Sorgu sırasında kendisine yöneltilen bir soruya, ev işlerini yürüten ve annesinin dediklerini yapan bir adamı anlatarak yanıt verince ortalık karışmıştı; kötü adamın hakkında bilgi almak istediği kişi o değildi. Kıza doğru eğilip haykırdı, yüzü –şu anda karşısında duranınkine benzeyen yüzü– öyle yakındı ki, ekşi soluğunu duyuyor, alnında atan damarı görüyordu; öyle korkmuştu ki, bir an her yer kararmış, hiçbir şey göremez olmuştu. Karanlık uzun sürdü, yeniden görmeye başladığında adam başını eğmiş, gözlerini ayırmadan ona bakıyordu; herkes suspus olmuştu, adam da. Bundan sonra konuşamadı kız, dili tutulmuştu, zaten susuzluktan dili damağına yapışmıştı. Masanın üstündeki kavanozda su vardı, parmağıyla işaret ederek kendisine öğretilen kibarlığı elden bırakmadan, “Su, lütfen,” dedi; bu istek kötü adama yeni bir fikir vermişti, aklından geçenlerin hoşuna gittiği belliydi, bardağa su doldurdu, bardaktaki suyu yeniden kavanoza boşalttı, kızın kuruyan bedeni daha da arzulasın diye suyu çalkalayıp ses çıkardı, fakat ona bir yudum bile vermedi. Bir süre bu böyle sürüp gitti; kırbaç bazen adamın elinde, bazen de masanın üstündeydi; su şapırdıyor, adam acı çektirmek için bardağa su boşaltıyor, kana kana içiyor, ardı arkası kesilmeyen sorular soruyordu, kızın yanıtını bilmediği sorular… Derken dışarıda büyük bir gürültü koptu, bağrışmalar duyuldu. Odadakiler donakaldı, birbirlerine bakıyorlardı, sonra kaçıştılar, hızla kapıdan geçip kilerlere koştular; iki çocuğu orada bırakmışlardı. Kız uzanmış, tam suya kavuşacaktı ki, büyük bir kalabalık içeriye doluştu. Önce onları Kaya Kabilesi sandı, çünkü üzerlerinde kahverengi çuvalsı giysiler vardı; ama yok, onlar değildi, gelenler Ulus’tandılar, onun insanları: uzun boylu, zayıf ve yakışıklı kimseler… Kardeşiyle onu kucaklarına aldılar, sessiz olmalarını söylediler, ardından karanlıkta saatlerce yol gittiler, yıldızlar tepede göz kırpıyordu; sonra da birisi onu tek başına bu odaya, bu taş odaya itmişti.
Şimdi de bu adama, “Çok susadım,” diyordu kız; bunu duyan adam kahkahalarla gülecek gibi oldu, hani insan kendisinden olmadık bir şey istendiğinde kahkaha atmak ister ya, öyle. Onun aklından neler geçtiğini biliyor, bunu açıkça görebiliyordu; daha sonra dönüp geçmişe baktığında onun sevecen yüzünü -annesiyle babasınınkine benzeyen yüzünüanımsayacaktı; yok hayır, bu olanaksız, derken gülümsüyordu, çünkü olan biten her şey çok tehlikeli ve sudan daha önemliydi. İşte net olarak görebildikleri, anımsadıkları burada bitiyordu.
“Bekle,” demişti adam. Ardından da odayı dışarıdaki karanlıktan ve düşmanlardan saklamak için kayayı yu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMara ile Dann
- Sayfa Sayısı600
- YazarDoris Lessing
- ISBN9786254296116
- Boyutlar, Kapak12.5 x 20 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İskoçyalının Aşkı ~ Amanda Forester
İskoçyalının Aşkı
Amanda Forester
Leydi Aila Graham, kendini kiliseye adamıştır. Ancak erkek kardeşi öldürülünce, topraklarını koruyacak bir erkeğin aileye katılmasını sağlamak için, babası tarafından evlenmeye zorlanır. Padyn MacLaren,...
- Kayıp Zamanlar ~ Michael Morpurgo
Kayıp Zamanlar
Michael Morpurgo
“Herkes gitti ve ben nihayet yalnız kalabildim. Önümde uzun bir gece var ve bir saniyesini bile boşa harcamayacağım… Bu gecenin uzun, hayatım kadar uzun...
- Acı Kahve ~ Agatha Christie
Acı Kahve
Agatha Christie
Yazarın ilk tiyatro oyunu olan kitap, 1930 yılında ilk kez sahneye konulmuş ve ertesi yıl sinemaya uyarlanmıştır. Ölümünden yirmi bir yıl sonra roman halinde...