Calla kura sisteminin nasıl işlediğini biliyor. Herkes gibi… İlk kanamanda bunu kura merkezine bildirip nasıl bir kadın olacağını öğreniyorsun. Beyaz bilet sana evlilik ve çocuk kazandırıyor. Mavi biletse kariyer ve özgürlük… Böylece seçme yükümlülüğünden kurtulmuş oluyorsun. Ve bir kez biletin kesildi mi, artık geri dönemiyorsun.
Ancak ya sana uygun görülen yanlış bir hayatsa?Mavi biletli Calla kaderini sorgulamaya başladığında kaçıp gitmek zorunda kalır. Ancak hayatta kalması kura merkezinin ve sistemin toplum dışına attığı kadınlardaki nitelikleri benimsemesine bağlı olacaktır. Karnında büyümekte olan bebeğiyle umutsuzluk içinde kaçan Calla, bir yandan da merkezdekilerin onu kendisinden daha iyi tanıyıp tanımadığı düşüncesiyle mücadele edip tehlike içinde anneliğe hazırlanmaktadır.Özgür irade, toplumsal beklentiler ve tek başına anneliğe adım atmanın yol açtığı endişeler gibi hayati konuları işleyen Mavi Bilet, şiddetli arzuları en saf haliyle betimlemesi ve günümüzde her yerde egemenlik kuran eril tahakküme çarpıcı bir yorum getirmesiyle hayranlık uyandıran bir roman. “Mackintosh’un duru ve keskin yazımı, bilgelik ve içgörü anlarıyla ilerleyip mükemmel bir sonda bitiyor… Mavi Bilet Orwell’ın 1984’ü ya da Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü tarafından belirlenmiş distopya geleneğine yeni bir şey ekliyor.” The New York Times Book Review
İçindekiler
Kura ……………………………………………………………………… 13
Ev ………………………………………………………………………… 29
Yol ………………………………………………………………………… 83
Kulübe ………………………………………………………………… 147
Sahil ……………………………………………………………………. 201
Sınır ……………………………………………………………………. 221
KURA
1
Şansın pay edilmesiyle başladı her şey, bedenlerimiz tilt makinesinin içindeki toplar gibiydi. Kızların boy atmaya ve bayılmaya başladığı kesişen yeniyetmelikler yılıydı. Klinikte doktorumu görmeye gittiğim zaman, boylarımızı ölçmek için kullandığı duvar sinek yumurtaları gibi nokta nokta izlerle kaplıydı. Bana ait nokta da diğerlerinin arasında bir yerde kaybolmuştu. Dik dur, daha dik dur, dedi. Cetvelle parmak eklemlerime vurdu. Yukarı bak! Ne görüyorsun? Sadece tavanınızdaki duvar kâğıdında biriken tozları, doktor, demedim. Bedenimle ilgili notlar aldı. Tırnaklarımın kenarını kemiriyordum. Başparmaklarımdaki kanayan yaralara gazlı bez sardı. Tırnaklarını kemirme, dedi ve bir şeyler yazdı, belki de Anaçlık eksikliği yazmıştı. On bir yaşındayken babam bana fırça tüylü, gri bir köpek aldı, kalbim için. Daha hızlı koş! diye seslenirdim ona, bana yetişemediği zaman. Sevgiydi bu. Soğuk ışık, pencere çerçeveme gerdikleri gümüş ağlarından fırlayan örümcekler. Kader orada, dışarıda bir yerdeydi. Köpek ve ben birlikte ona doğru koşuyorduk. Yüzümü onun karışık tüylerine gömmekten hoşlanırdım ama alerjiktim sanırım. Beni hasta edenin başından beri sevgi olması da mümkündü.
2
Süreci hızlandırmak istiyorsanız bol bol süt için, derdi bilmiş kızlar, ders arasında tuvalette çatlak dudaklarımıza balsam sürerken. Henüz onların da başına gelmemişti ama bir şeyler öğrenmeyi başarmışlardı. Katı sıvı fark etmez, bol yağ yiyin, derlerdi. Tüm muslukları açıp dersliklerimize dönerdik. Akşam yemeğinde bir kaşık tereyağını ağzıma atıp özenle yedim. Babam bana baktı ama bir şey demedi. Bir kaşık daha yedim. Kaşığı yaladım. Ne istediğine dikkat et, kliniğin duvarında yazan sloganlardan biriydi. Sadece o yıl bile beş yüzden fazla kez okumuş olmalıydım o cümleyi. Bekleme odasındaki turuncu plastik sandalyede oturup bacaklarımı sallarken. Dönem boyunca kızlar birer birer gitti. Veda partisi yapılmadan, not bırakmadan. Sıra bana geldiğinde geride hemen hiç kimse kalmamıştı. Sınıfta ben, benim yaşımdaki iki kız ve oğlanlar kalmıştı, zaman geçip giderken kalemlerimizi kâğıtların üzerinden kaldırmadan çarpma, çıkartma ve ezber yapıyorduk. Özgür irade kavramına pek sadakat duymuyordum. On dört yaşında aylardır geleceği bekliyordum zaten. Düşüncelerimin gücüyle bedenimi ilerlemeye zorlayabilecekmişim gibi dizlerimi göğsüme çekip babamın banyosundaki sarı fayansların üstünde saatlerce oturuyordum. Her olayın beni yetişkinliğe, onun berrak ve ışıltılı kıyısına biraz daha yaklaştırdığı düşüncesinden başka hiçbir şeyden keyif alamıyordum. Oraya ulaşmak için bataklığı yüzerek aşmamız gerekiyordu sanki, okyanusa ulaşmamıza engel olan çamurlu bir nehir ağzı varmış gibi. Şu dönemi atlat, yazmıştım okul defterimin arkasına. Kişisel mantramdı. Kendimle böyle erkenden barışmayı başardığım için çok gelişkin hissediyordum. Aslında hiçbir şeyden haberim yoktu tabii. Bunların hepsini Doktor J’yle konuştum, işaretli duvarın sahibi olan bezgin, solgun kadınla. Büyüyen beyinlerimiz onun dosya dolabındaki kayıtlarda depolanırdı, elenmeyi bekleyen sayısız yeniyetme kızlardan oluşan psişik saldırılarla doluydu dolabı. Zihnin ne yapıyor son zamanlarda? diye sorardı bana, ben de her seferinde aynı şeyi söylerdim, Açıkcası pek bir şey yapmıyor, derdim ve sıklıkla doğruydu bu. Derin uyuyor, okuldan sonra babamın silahıyla ormanda dolaşıp tavşanların titreyen bedenlerini arıyordum ama yalnızken asla ateş etmiyordum. Çam kozalakları ve şiirler duygulandırıyordu beni, tavsiye edilen havuz turlarını yaşıtım kızlarla birlikte dinlence merkezinde atıyor, iki kenarı yeşillikli, gri kır yolundan yürüyerek eve dönüyordum. Yıl devam ettikçe uyluklarımda şerit gibi uzun kırmızılıklar belirdi. Derin geriliyor, dedi doktor. Uzun boylu olacaksın. O sırada ona inanmamıştım. Günler ağır ağır geçerken kanamam başlasın diye dua ediyordum. Başlasın diye doğaya yalvarırdım, ıslak çimenlere ve gökyüzüne. Annemin kapaklı kolyesi babamın çorap çekmecesinde beni bekliyordu. Kapağı kilitli değildi ama içi boştu. Annem kasabanın kıyısındaki gri mezarlıkta yatıyordu. Bileti de onunla birlikte gömülmüş olabilirdi. Sormadım. Babam beni bir restorana götürdü. İlk defa yetişkincilik oynuyordum ama pek beceremedim. Kuru, içi boş küçük ekmeklerden üç tanesini çok hızlı yedim. Carbonara soslu makarnadaki sünmüş mantarları salyangoza benzettim ve yiyemedim. Babam yufka yürekli olduğumu söyledi o zaman. Biraz sinirlenmişti. Şarap söyledik, bardağı ıslatacak kadar büyük bir yudum içtim ben de, ama hepsi bu. Dilimi canlandırdı tadı. Babam şarabı kadehte çevirmeyi gösterdi, camda kalan gelgit izlerinin ne anlama geldiğini açıkladı. Çay yaprağı okumak gibidir, dedi. Şarabın içine baktım ve geleceği gördüm. Şişenin dibinde yaşıyor. Şarabı bitirince boş şişeyi kaldırdı ve teleskop gibi gözüne götürdü. Gördün mü? diye güldü ama gelecekte neler gördüğünü sormadım ona. Annen mavi bilet çekmeni isterdi, dedi hesabı beklerken ama başka yorum yapmadı. Aptal görünmeyi göze alıp soramadım, başımı salladım onun yerine. Annem hakkında bana ne anlatmaya çalıştığını daha sonra, uyumaya çalışırken fark ettim. Baba olmak için gençti. Hafta sonları arkadaşları eve gelir, bira içer ve beni seyrederlerdi. Kâğıt da oynarlardı ama oynadıkları oyunları bilmiyordum. Birki, birki, derlerdi kâğıtları masaya atarken. Bir bira daha. Koridorun karanlığında, beni görmeyecekleri yerlere yüzüstü yatardım. Seyretmek ama seyredilmemekti isteğim. Arzumun temel ilkesiydi bu. On dört yaşında anlamıyor insan bunu. Ama artık anlayabiliyorum. O yılın sonlarına doğru bir gün sinemadaydım, parmaklarımı bir patlamış mısır kovasına daldırıyordum. Yanımda bir oğlan oturuyordu. Elini kulaç atar gibi bana doğru uzattığını hissettim. Bana ulaşana dek havada yavaşça inip kalktı eli. Omzumu, göğsümü buldu. Orada öylece kalmasına izin verdim. Film bitti. El kalktı. Bakmama fırsat kalmadan gitti çocuk.Okuldaki kızlar tuvaleti neredeyse boşalmıştı artık. Muslukları açık bırakan kimse kalmamıştı. Gri köpeğim bir gün şişmanlamaya başladı, hatta yavaşladı. Anlaşılan kızdı. Bir gün yere uzandı ve içinden küçük, kör şeyler çıktı, pembe ve sızlanan kalplere benziyorlardı. Babam onlara bir şeyler yaptı. Ormana bıraktı veya yeni evler buldu. Öyle yaptığına inanmayı tercih ettim. Yıllar sonra başımı eğip karnıma baktığımda köpeğim geldi aklıma, oradaydı işte. İnkâr edilemezdi durum. Ben de yavaşlayacaktım. Ben de yere yatacaktım. Soğuk zemine. Mavi sabahta. Onlara dokunabilirdin, dedi benim haricimde okulda kalan tek kız. Anneleri olurdun. Sadece senin kokunu tanırlardı. Hüzünlü, buğu gibi bir kızdı, insanı allak bullak eden solgun gözleri vardı. Ona benzediğimi düşünmek istemiyordum ama yanındaydım işte. Birlikteydik. Sandviçini dikkatle ağzına götürdü. Eve dönünce odamda kol altlarımı kokladım, görmek için. Tarif edilemez geldi bana. Herkesin kokusu gibiydi. Yuva gibi dönmek isteyeceğiniz bir şey yoktu kokumda.
3
Sonunda bir gün iç çamaşırımda parlak kırmızı bir leke belirdi. Özenle duş aldım, yabancı görünümlü kan ince bir çizgi bırakarak bacağımdan aşağı aktı. Koyu renkli, pelteye benzeyen bir pıhtı düştü içimden. Sakindim, belki de öleceğimi hissettim. Ölmek yerine son bir yıldır yatak odamın kapısında asılı duran elbiseyi giydim; pembe satenden elbisenin eteğinin kenarlarına ve yakasına beyaz çiçekler işlenmişti, altına giydiğim jüpon dizlerimi gıdıklıyordu. Elbise rutubet kokuyordu, her gün ödev duygusuyla bedenime sıktığım ucuz parfümün tatlı kokusu da sinmişti kumaşa. Gidip babamın önünde şöyle bir döndüm, o da kapaklı kolyeyi getirip bana verdi. Henüz takma, dedi. Özel bir durum olduğundan yol uzun olmasına rağmen taksiye bindik; en yakınımızdaki kasabanın hantal siluetine, kenar mahallelerine doğru gittik, bizimki gibi ahşap evlerin önünden geçtik. Taksi şoförü plastik bir dondurma kutusuna kırmızı metalik kâğıda sarılı kalp şeklinde çikolatalar doldurmuştu. İki tane al! diye ısrar etti bana, sonra kutuyu koltuğunun altına kaldırdı. Güzel kız, dedi babama, o da hem gülümseyerek hem gülümsemeden Ağır ol, diye karşılık verdi ve yolun kalanında konuşmadılar. Kalpli çikolataların içinde vişne vardı. Çikolata kaplarını üst üste koyup küçücük olana kadar katladım, oturduğum yerle kapı arasındaki boşluğa sıkıştırdım. Kura merkezi bir kliniği andırıyordu; soluk renkli tuğladan iki katlı bir bina, düz bir çatı. Binanın önünde durduğumuzda dışarıdaki elçi sigara içiyordu ama bizi görünce sigarasını yere attı. Tebrikler, dedi bana. Bizi içeri aldı, diğerlerinin beklediği yere götürdü. Ahşap yer döşemeleri hınçla cilalanmıştı. Sayısız ayak aşındırmıştı o zemini. Tüm ışıkları yansıtıyordu tahtalar – tavandaki spot lambaları, koyu renk takım elbise giymiş bir adamın turuncu bir plastik sandalyede bacak bacak üstüne atarak bizi seyrettiği masanın üstündeki lambanın ışığını. Adam doktor olabilirdi ama üzerinde beyaz önlük, ellerinde lateks eldiven yoktu. Ahşap bir sıranın üstünde elbise giymiş dört kız yan yana oturuyordu, göğüslerine gerçek ve yapay çiçekler iğnelenmişti. Okulumdan değildi hiçbiri. Biri kadife, ikisi tül, üçüncüsü de benim gibi saten elbise giymişti. Satenli kızdan hoşlandım hemen. Aynı türdendik. Sıraya girip kasaptan numaramızı almak için bekler gibi makineden biletlerimizi çekmeyi bekledik. Tavandaki hoparlörlerde o yılın popüler müzikleri çalıyordu. Yeterli ölçüde ciddiyet. Yeterli ölçüde tören havası. O kadar da büyütülecek bir şey değildi sonuçta. Önce beni çağırdılar. Oda boyunca yürüyüp kapalı kutusunun içindeki makineye yaklaşmamı izlediler. Elimi makineye soktum. Endişeliydim ama geleceğimin belirlenmesine hazırdım. Gözlerimi yumup şarap şişesini dürbün gibi gözüne götüren babamı düşündüm. Makine sert bir kâğıt parçasını sessizce elime tükürdü. Rengi kobalt mavisiydi. Tebrikler, dedi koyu renk takım elbiseli, doktora benzeyen adam. Diğer kızlar da peşimden geldi, her biri sırayla makineden biletini aldı. Makineden çıkan son kâğıt parçasına bakarken, Neredeyse hepsi aynı! dedi adam. Toplaşıp biletlerimizi karşılaştırdık. Biri hariç hepsi maviydi, biri beyaz çıkmıştı. Doktor ve diğer elçi, beyaz biletli kızı başka bir odaya götürdü. Kapıdan karanlık koridora çıkışlarını seyrettik. Doktor geri geldiğinde ellerini iki kez çırptı. Kurtuldunuz, dedi korkunç bir iyilikseverlikle. Kapıdaki elçi şimdi masanın başında sonuçları yazıyor, evlere, kliniklere, bilmediğimiz uzak ve önemli yerlere haber veriyordu. Bizi birer birer başka bir odaya aldılar, beyaz bileti çeken kızın götürüldüğü oda değildi ama. Kâğıt örtülü, arkaya yatan bir koltuğa uzandım, başka bir doktor, bu kez kadın ve neredeyse rahatlatıcı denebilecek biri her zamanki beyaz önlük içinde gelip dizlerimi bükmemi söyledi. İçime bir şey soktu, keskin ve yayılan bir acı duydum. Neydi bu? diye sorduğum zaman, Gitmen gereken yere ulaştığında doktorun hepsini açıklayacak, dedi. Ulaşırsan değil ulaştığında dediği
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMavi Bilet
- Sayfa Sayısı248
- YazarSophie Mackintosh
- ISBN9789750746994
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dr. Aira’nın Mucizevi Tedavileri ~ César Aira
Dr. Aira’nın Mucizevi Tedavileri
César Aira
Bir gün, şafak sökerken, Dr. AIra kendini Buenos AIres’in mahallelerinden birindeki ağaçlı bir sokakta yürürken buldu. Bir tür uyurgezerlikten mustaripti ve aslında hepsi birbirinin...
- Vadideki Zambak ~ Honore de Balzac
Vadideki Zambak
Honore de Balzac
Vadideki Zambak, olağanüstü gözlem yeteneği ve insan doğasını derinden kavrayışıyla klasik roman türünün tartışmasız en önemli ustalarından biri olarak kabul edilen Honoré de Balzac’ın,...
- Ölümsüz Kızlar ~ Kiran Millwood Hargrave
Ölümsüz Kızlar
Kiran Millwood Hargrave
On yedi yaşındaki Lil ve ikiz kız kardeşi Kizzy, bir Gezgin topluluğunda doğmuş ve büyümüşlerdi. Dünyaları ailelerinin ve arkadaşlarının sıcaklığıyla çevriliydi. Ta ki kaderlerini...