Mavi Defter, Vladimir İlyiç Lenin’in 1917 Ekim Devrimi’ne aylar kala yeraltına çekildiği ve ücra bir göl kıyısında, bir işçi ailesinin yanında barındığı günlere ışık tutmaktadır. Beyaz perdeye de uyarlanan Mavi Defter, Lenin hakkında yazılmış en meşhur eserlerden biridir.
Lenin’in mavi bir defteri gerçekten vardır. Bu deftere, sürgünde olduğu yıllarda, Marx ile Engels’in devlet kuramı üzerine söylediklerini ve kendisinin mütevazılıkla “broşür” diye adlandırdığı ünlü eseri Devlet ve Devrim’i oluşturacak notlarını yazmıştır Lenin. Bu notlar, Ekim Devrimi’ne giden çalkantılı günlerde düzenlenip kitap haline getirilmiştir. İşte o günlerde yaşananları, Lenin’in çalışmalarını, devrim arifesindeki düşüncelerini ve ruh halini, partililerle fikir alışverişini, yanlarında kaldığı işçi ailesiyle yaşamını, yoldaşlarıyla, işçilerle ve hatta çocuklarla ilişkilerini Sovyet yazar Emmanuil Kazakeviç bir belgesel roman olarak okurlara sunuyor.
“Kimse sosyalizmi kurması için özel bir insan tipi yaratamaz. Tam olarak bu insanları yeniden yaratıp bu insanlarla çalışmak zorundayız. Kolay olmayacak. Müthiş derecede zor olacak, devrimi gerçekleştirmekten de zor! Yine de başka yolu yok.”
*
I
AY kuzeyin boz bulanık gökyüzüne soluk bir ışık yayarken, iki kayık gölde süzülerek ilerliyordu. Öndeki kayığın kıç tarafında oturan Lenin, gözlerini uzaktan belli belirsiz seçilen kıyıya dikti. Oradaki otlak yeterince sessiz ve güvenliyse eğer, mavi defterini getirtip uzun süredir tasarladığı o çok önemli broşürü tamamlayabilirdi. Soluk ay ışığının hafifçe aydınlattığı uzaktaki kıyıyı görmek için gözlerini bir süre zorladı. Faydası yoktu. En iyisi gözlerini kapatmaktı. Daha önce hiç böyle bir ihtiyaç duymamıştı. Gözlerini yumdu. Artık sadece ıskarmozların gıcırtısını, küreklerin fışırtısını, suyun şıpırtılarını duyuyordu. Sonsuz gökyüzünün, yavaşça sola doğru kayan, sisle, pusla kaplı Ay’ın altında, bir kayığın içinde oturduğunun farkına ancak şimdi varabilmişti. Yıllardır ilk kez bu kadar huzurlu hissediyordu kendini. Sanki aylarca hiç durmadan, nefes nefese koşarak dağlara tırmanmış, sonra hızla aşağıya inip zar zor durabilmişti. Önünden geçtiği evler, yürüdüğü sokaklar, gezip dolaştığı şehirler, gittiği ülkeler, gördüğü insan kalabalıkları, başka başka ağızlardan, bazen Rusça bazen başka dillerde, kâh haykırılan kâh içe işleyen sıcak seslerle fısıldanan, kimi basit kimi bilimsel, kimi zaman kaba kimi zaman nazik, bazen nefret dolu bazen sevecen sözcüklerden oluşan ardı arkası kesilmez bir sel üstüne üstüne geliyor, tıpkı aniden çıkan şiddetli bir rüzgârın bir koşucuya art arda indirdiği darbeler gibi suratına çarpıp onu sarsıyordu.
Şimdi ise birden bu hengâmenin dışına düşmüş, kendini boz bulanık gökyüzünün altında, karanlık sularda ilerleyen küçük bir kayığın içinde bulmuştu. Kafasının içinde uğuldayan sözcükler, gözünün önünde aniden belirip sonra kaybolan yüzler, çözümü neredeyse imkânsız sorunların durmaksızın beynine indirdiği darbeler birden son bulmuştu. Iskarmozlar belli belirsiz gıcırdıyor, su tatlı tatlı fışıldıyordu. Bu arada kıyıya gittikçe yaklaşıyorlardı. Kayıklarının yaylım ateşine tutulması hiç de ihtimal dışı değildi. Lenin’in yerini bilen bir düzine insandan birinin boşboğazlık etmesine ya da gizlilik kurallarını bir şekilde ihlal etmesine bakardı. Her ağacın arkasında bir harp okulu öğrencisi ya da bir Kazak pusuya yatmış olabilirdi. Geçen Pazar günü Taurida Sarayı yakınlarında gördüğü bir Kazak’ın yüzü geldi gözünün önüne. Aptal, gözsüz, üstündeki askerî pantolonun şeritleri kadar kırmızıydı bu yüz. Belki tam da bu Kazak, hedefi dışında hiçbir şey görmeyen, iki ince yarıktan ibaret gözleriyle kıyıdaki ağaçlardan birinin arkasına pusmuş onu bekliyordu. Lenin’in korkusu yoktu. Doğrusu Ulyanov’un hayatı kendisi için çok da önemli değildi. 47 yıl önce Simbirsk’te doğmuş, bir yığın kitap okumuş, dağlar kadar kâğıdı yazıyla doldurmuş olan bu Ulyanov artık çok yorgundu. Uykusuzluk çekiyor, sık sık başı ağrıyordu. Aniden gelecek olan bir ölüm onu korkutmuyordu. Çünkü çocukluğundan beri, ölümsüz bir doğanın ölümlü bir parçası olduğunu gayet iyi biliyordu. Ne pahasına olursa olsun korunması gereken, Lenin’in, Rusya’daki en devrimci partinin liderinin hayatıydı. Devrimin düşmanları onu ölü olarak görmeye bu kadar hevesliyken devrim için canlı kalması gerektiği açıktı. Yıllardır bir yandan devrimi örgütlerken bir yandan da kendini devrime hazırlamıştı. Avrupa’daki pek çok kentin sokaklarını arşınlamış, dağlarında yürüyüş yapmış, göllerinde ve nehirlerinde yüzmüştü; kayak yapmış, bisiklete binmişti. Hepsi devrim uğrunaydı; fiziksel olarak zamanından önce çökmemek, eylem anı gelip çattığında o anın gerilimine direnebilmek içindi. Bununla birlikte, birey olarak kendi önemi üzerinde pek durmamıştı. Ancak son zamanlarda, on yıllık göçmenliğin ardından üç ay önce Petrograd’a döndüğünde gelişmelerdeki rolünü tam olarak kavrayabilmişti. Tarih öncesi bir olaymış gibi Finlandiya’dan geçişini hatırladı. Heyecan uyandıran, cüret gerektiren Rusya’ya dönüş yolculuğunun son etabındaki halleri şimdi ona gülünç ve inanılmaz geliyordu. Karısıyla birlikte gece geç vakitte, üstelik Paskalya günü Petrograd’a varacak olan bir trende oturmuş, endişe içinde kendilerini Finlandiya İstasyonundan Anna İlyiniçna’nın Şirokaya Caddesindeki evine götürecek bir taksi bulup bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Sonra platformda karşılama töreni için dizilmiş denizcileri, onu görmeye gelen kalabalığı, istasyon meydanında toplanan kitleyi, istasyonun görkemli giriş kapısı önüne çekilmiş zırhlı araçları ve orduya ait projektörlerin aydınlattığı kızıl bayraklarla “Hoş geldin Lenin” yazılı pankartları gördü. Yurtdışındayken, bir mülteci olarak yürüttüğü her tür geri bildirimden yoksun faaliyet, emperyal devin muazzam cüssesinde sadece küçük sinek ısırıklarını andıran önemsiz sonuçlar yaratıyormuş gibi görünüyordu. O rutin, usandırıcı çalışmayla başarılan işlerin büyüklüğü ve devrimin katettiği aşama hakkında ne denli yetersiz bir fikre sahip olduğunu şimdi daha iyi anlamıştı. İstasyonun önündeki kalabalığın içinde Petrograd’lı işçi Çugurin ilişti gözüne. Bugün, o sessiz, tekdüze faaliyet, Paris yakınlarındaki Longjumeau’daki Parti Okulunda eğitim gören Çugurin’in şahsında cisimleşmişti. Çugurin ağlıyordu. Zırhlı araçlardan birinin üzerine çıkıp karşısında bir kasket denizi gören Lenin, devrimci işçi kalabalığının ortasındaki zırhlı aracın üstünde, ortama hiç uymayan siyah melon şapkasıyla kendini huzursuz hissetti. Şapkayı bir daha hiç takmayacakmış gibi başından çıkarıp arkasına götürdü. Arabaya binince de zırhlı araç taburunda asker olan şoförün yanındaki koltuğun üzerine bıraktı. Araç Petrograd caddelerinde, yanında binlerce kişiyle birlikte ilerlerken, taksi bulma konusunda nasıl da endişelendiğini hatırlayıp biraz da üzülerek bir daha hiç taksiye binemeyeceğini düşündü. Bir daha asla “sıradan bir adam” olamayacaktı. Vakti gelmişti. Ya devrimci Rusya’ya önderlik edecek ya da ölecekti. O günlerin heyecanına, coşkusuna rağmen, zaman zaman bunu düşünmeden edemedi. O anlarda Odysseia öyküsünü anımsadı. Odysseus ömrünün yarısını ülkesi İthaka’ya dönmek içi harcamış, fakat İthaka kıyılarına vardığında ülkesini tanıyamamıştı. Lenin ise kendi İthaka’sını görür görmez tanıdı. Ama kendisinin, onun Odysseus’u olduğundan emin olamamıştı. Sonraki günlerde bundan emin oldu. Devrimin nabzını tutabildiğini, onun gelgitlerini, dip akıntılarını yüreğinde hissedebildiğini anladı. Daha önce hiç bu kadar engin bir kavrayışa sahip olmamıştı. İnsanları, toplulukları, örgütleri harekete geçiren, mitingler düzenleyen dinamikleri hiç bu kadar net görememişti. Neyin gerçekten önemli, neyin önemsiz olduğunu hiç bu kadar kolay ayırt edememişti. O sırada dikkatle partili yoldaşlarını gözlemledi. Deneyimlerini, devrimci heveslerini, hitabi, yazınsal, örgütsel yeteneklerini tarttı. Kendisi orada olmasaydı içlerinden birkaçı onun yerini alabilirdi. Ama o oradayken hiçbirinin bunu yapamayacağını anladı. Rus Devrimi tek bir adama bağlı değildi, ama belli ki devrime en net, en tutarlı ifadesini kazandırması için tarih onu öne çıkarmıştı. Kayıkta gözlerini yummuş otururken içi huzurla doldu. Tabii bunun bir serap olduğunun farkındaydı. Çok geçmeden günün bütün dertleri olanca azametiyle bir kez daha dikilecekti karşısına. Son günlerde başından geçenler; onu telaşa düşüren gelişmeler; karısı Nadejda Konstantinovna’nın, kız kardeşlerinin, partili yoldaşlarının güvenlik ve mutlulukları için kalbinin derinliklerinde hissettiği endişe; çok fazla açığa vurmasa da kimi yaşama sevinciyle dolu kimi sade ve fedakâr, kimi coşkun mizaçlı kimi katı ve ağırbaşlı, ama hepsi hayatını ortak bir amaca adamış, son nefesine dek o amaç uğruna mücadele etmeye hazır parti üyesi bu insanlara karşı beslediği güçlü sevgi, bir sonraki nabız atışı gibi kaçınılmaz olarak yine kalbine hücum edecekti. Yüzleri birer birer gözünün önünden geçen işçilerin, denizcilerin ve askerlerin hayatları için duyduğu sorumluluğun bıçak kadar keskin acısını yine hissedecekti. Baş edilmesi güç düşüncelerin, karmaşık politik hesapların yeniden üstüne gelmeye başlayan akıntısına sakince karşı koydu. Tüm bunlara biraz ara verip mümkün olduğunca dinlenmesi gerekiyordu. Artık daha fazla direnemeyeceğini anlayınca da tıpkı bir yüzücünün dalgalara göğsüyle karşı koyması gibi onları karşılamak için açtı gözlerini. Kıyıda hareketsiz duran sazlara iyice yaklaşmışlardı. Bodur ağaçlardan oluşan bir duvar suya kadar iniyordu. Kayık bir süre sazları yalayarak ilerledi, ardından burnunu kumlara sürterek durdu.
II
YEMELYANOV kürekleri bırakıp oturduğu yerde bir süre etrafa kulak kabarttıktan sonra kalkıp kıyıya indi. O kayığı kıyıya çekerken Kolya da yerinden kalkıp atladı kayıktan. Bu sırada yanlarına yanaşan ikinci kayıktaki yolcular kıpırdanmaya, kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Yakında bir yerlerde insan çığlığını andıran sesiyle bir balaban kuşu öttü.
Eğilip ayaklarının dibindeki evrak çantasını alan Lenin, çantayı koltuğunun altına sıkıştırdıktan sonra kıyıya adımını attı. Diğer kayıktan da dört kişi indi. Yemelyanov insanları, kayıkları, gölü, etrafındaki her şeyin sahibi edasıyla süzdükten sonra Lenin’e dönüp başını salladı: “Gidelim.” Önde Yemelyanov, arkasında sırasıyla Lenin, Zinovyev, Yemelyanov’un oğulları Kolya, Saşa, Kondrati ve Sergey tek sıra halinde ilerlediler. Bir süre attıkları her adımda ayaklarının altında çöken ıslak toprağın sesini dinleyip havayı dolduran bataklık ve çayır otlarının kokusunu duyarak yürüdükten sonra kuru zemine ulaştılar. Lenin’i getirmeden önce çevreyi iyice kolaçan eden Yemelyanov yolu iyi biliyordu. Hatta bir keresinde gece bile gelmişti buraya. O nedenle, sol omzu taşıdığı erzak çuvalının ağırlığıyla çökmüş olsa da kendinden emin adımlarla, biraz da kasılarak yürüyor, her şeyi gayet güzel planladığını Lenin’in de fark etmesini umuyordu. Orada kimseyle karşılaşmayacaklarından emindi emin olmasına, ama yine de Lenin’in silah getirmesine izin vermemesi yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı. Birkaç düzine şarjörle birlikte emin bir yere zulaladığı üç tüfeği vardı. Ama getirmeyi teklif ettiğinde Lenin sadece gülüp elini sallayarak: “Tüfekleri kullanmamıza daha var,” demişti. “O zamana dek onlara iyi bakın. Yağladım dediniz. Güzel. Bir gün lazım olacaklar. Ama üç değil, en az üç milyon tüfek. Daha azını kabul etmem. Üç tanesi bizi korumaz. Bir sorun çıkarsa bizi gülünç duruma düşürmekten başka işe yaramazlar. Gülünç insanlar ya da gülünç ölüler oluruz. Şimdilik siz de ben de siyasetçiyiz, asker değil.” Yemelyanov deneyimli bir parti militanıydı. 1905’te ve sonrasında pek çok silah geçmişti elinden. Silahların her zaman işe yarayacağına inanır, cebinde bir tabanca ya da omzunda bir tüfekle kendini daha güvende hissederdi. Yine de biraz söylendikten sonra razı oldu. Lenin kaç gündür kulübesindeydi. Tavan arasında, samanların üzerinde uyuyor, onlarla birlikte patates çorbası, ringa balığı, akdarı lapası yiyor, Yemelyanov’un karısı Nadejda ve çocuklarıyla havadan sudan konuşuyor, yemeklerden sonra sık sık bulaşığa yardım ediyor, kısacası onlarla yaşamı paylaşıyordu. Yemelyanov yine de hemen arkasında soluk alıp veren adamın Lenin olduğuna inanmakta şimdi bile güçlük çekiyordu. Üç ay önce yalnızca Bolşevik Parti üyelerinin, en ileri işçilerin, bir de Bolşeviklerin aktif muhaliflerinden oluşan epey dar bir çevrenin bildiği Lenin ismini duymadan herhangi bir banliyö treninde yolculuk etmeniz artık mümkün değildi; bütün Rusya Lenin’i konuşuyordu. Onun Petrograd’a varışıyla birlikte yeni, müthiş güçlü ve gür bir ses, ayağa kalkmış çalkantılarla sarsılan Rusya’nın ahenksiz korosu içinde önce belli belirsiz duyulur hale gelmiş, sonra gittikçe yükselerek çok geçmeden bütün diğer sesleri bastırmıştı. Düdük zırıltıları, mızıka iniltileri, balalayka tıngırtıları arasında meydan okuyan bir trompetin sesini andırıyordu. Nisandan önce de işçiler, özellikle de Bolşevik işçiler sınıf çıkarlarından bihaber değildi. Ama içleri, daha önce hiç tatmadıkları bir özgürlük duygusuyla dolup taşıyor, jandarma ve polis ajanlarını açığa çıkarmak, toplantılara katılmak, sayısız seçimler, atamalar yapmak tüm vakitlerini alıyordu. Yemelyanov’un da çalıştığı Sestroretsk Silah Fabrikasında işçiler kontrolü ele geçirmişlerdi; öyle ki, fabrika müdürü Tümgeneral Giber ve yardımcısı Tümgeneral Dimitriyevski’yi kovma kararı aldırmış, Ağır Silahlar Departmanını da istemese bile bu kararı kabul etmek zorunda bırakmışlardı. Çok mutluydular. Hallerinden memnun, göğüslerini gerip ortalıkta dolanıyorlardı. Daha Mart’ın 21’inde, herkese açık bir toplantıda Petrograd’lı Bolşevik temsilcilerden birinin konuşmasını dinledikten sonra, “Eski rejimin kalıntılarını ortadan kaldırmak ve halkın zaferini pekiştirip yeni alanlara yaymak için Geçici Hükümetin alacağı her önlem işçi sınıfı tarafından desteklenecektir” kararını almışlardı. Bundan on beş gün sonra böyle bir kararı çıkartmak imkânsız hale gelecekti. Yemelyanov’un kendisi de dâhil olmak üzere pek çok Bolşevik, Lenin yurda dönmeden önce de onunla aşağı yukarı aynı görüşleri dile getiriyordu. Ne var ki bunlar yalnızca laftı; maddi temelden, sağlam bilinçten yoksun fikirlerdi. Herkes, en azından göğsüne kırmızı kurdele takan herkes birbirini kutluyor, birbirine güvenmek istiyordu. Ta ki o trompetin meydan okuyan sesi duyulana dek. Ay bir bulutun arkasına gizlendi. Yemelyanov, hemen arkasında yürüyen Lenin’in hafif ayak seslerini duyabiliyordu. Lenin’i bu çalıların arasında bütün düşmanlarından, Kerenski’lerden, Polovtsev’lerden, Ribot’lardan, Lloyd George’lardan, on iki Kazak birliğinden, Rus vilayetlerine bağlı tüm yerel polislerden, İtilaf Devletlerinin gizli servislerinden sakladığını bilmek Yemelyanov’u mutlu ediyor, içini haylaz bir sevinçle dolduruyordu. Bu güçlü “trompet sesi”nin sırtında Sergey Alliluyev’in rengi atmış kahverengi paltosu, başında eski püskü bir bere, koltuğunun altında evrak çantasıyla hemen arkasında yürüyor olması onu hâlâ biraz şaşırtıyordu. Ağaçların arasında bir açıklık belirdi. “İşte burası,” dedi Yemelyanov. Durup etrafına bakınan Lenin, karanlıkta derme çatma bir kulübeyle ona bitişik saman yığınını seçince koltuğunun altına sıkıştırdığı evrak çantasını öylece otların üzerine bırakıp birkaç adımda gözden kayboldu. Biraz sonra dönüp sanki hemen ot biçmeye girişecekmiş gibi ellerini ovuşturarak sordu: “Tırpanımız, tırmığımız var mı?” “Var. Sabah bakarsınız.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMavi Defter
- Sayfa Sayısı128
- YazarEmmanuil Kazakeviç
- ISBN9786051726656
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYordam Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yeniden Çarmıha Gerilen İsa ~ Nikos Kazancakis
Yeniden Çarmıha Gerilen İsa
Nikos Kazancakis
Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, çağdaş Yunan ve dünya edebiyatının en seçkin kalemlerinden Nikos Kazancakis’in ünlü romanlarından biridir.Yunanistan’ın Likovrisi köyünde Paskalya Yortusu’nda geçen olaylar, köyün...
- Gece Yarısı Çığlığı (Gece Yarısı Serisi IV) ~ Lara Adrian
Gece Yarısı Çığlığı (Gece Yarısı Serisi IV)
Lara Adrian
Gazeteci Dylan Alexander için her şey onu sırların ortasına atan gizli bir mezarın keşfiyle başlar. Ancak hiçbir şey, gölgelerin arasından çıkıp onu karanlık tutkularının...
- Lanetli Kral – Peri Halkı Serisi 2.Kitap ~ Holly Black
Lanetli Kral – Peri Halkı Serisi 2.Kitap
Holly Black
İktidarı ele geçirmek zordur, ama korumak daha da zordur. Jude, bir fani olarak kendini Periler Diyarı’na kabul ettirmeyi sonunda başarıyor. Üstelik zalim prens Cardan’ı...