Bu akşam da bilmem ne düğün salonundayım. Yemekli davet var. Her zamanki gibi çelengimizi önceden gönderdik, uygun saatte de yerimizi aldık… İçerisi çok kalabalık. İstanbul’da en çok sayıda kendilerinin olduğunu iddia eden bilmem nerelilerin dayanışma gecesi yapılıyor. Uzun masalara karşılıklı oturmuş, yemek yiyen, konuşan, öpüşen orta yaş ve üzerinde erkekler doldurmuş ortalığı.
Kalın bıyıklı, koca kafalı bir yerel sanatçı sazıyla bir şeyler çalmış, sonra da ara vermiş, dinleniyor… Sahnedeki takım elbiseli, beyaz gömlekli, enine çizgili bordo kravatlı, kel kafalı, ortadan uzunca boylu, heyecanlı adam kim? Benim tabii ki.
Pazarlıklar, imaj operasyonları, anket dümenleri… Bağlamalar, ayarlamalar, gecelere katılmalar, “yukarıya” ulaşmaya çalışmalar… Oy ve ilişki peşinde delidolu bir uğraş… İnsana aklını yediren bir takıntı… Arada, hayat ve anlam muhasebesi ve kırık bir aşkın tamirine dair solgun bir ümit…
Küçük ve büyük siyasetin deveranlarını, ikbal hesaplarını bütün hararetiyle anlatan trajikomik bir novella. Ercan Kesal’ın bilinen sahiciliğiyle, sıcak üslubuyla…
*
Hava nasıl sıcak ama!
Üzerimde, paçasından sular akan bir kot pantolon ve pantolonun üzerine sarkıtılmış kısa kollu mavi kareli bir gömlek. Kucağımda bir kasa gazoz, portakallı olanından… Buğday pazarının karşısındaki gazozhanemizdeyim. Tüm kardeşler ayakta dikilmiş, babama bakıyoruz. Babam, bakır şerbet kazanına eğilmiş, kazanın içinde ağır ağır sallanan dereceyi izliyor. “Bi sürahi daha dökün!” diyor, kafasını kaldırmadan. Büyük abim koşuyor, cam sürahiden yavaşça suyu dökmeye başlıyor. Babamın gözü derecede. Sürahi bitmeye yakın, “eh, eh!” diyor, “dur dökme!” Abim hemen kaldırıyor sürahiyi. Derece biraz daha sallanıyor keyfince; sonra duruyor. “İyi,” diyor babam, “başlayın hadi!”
İçi su dolu bir akvaryumda sağa sola kayıyormuş gibi hareket ediyorum. Bu kadar rahat hareket edebilmek hem hoşuma gidiyor, hem de komik geliyor. Elimdeki gazoz kasası hiç de ağır değil, üst üste üç kasa daha koysalar taşırım, abilerim gibi!
Lokantanın ardına kadar açık kapısından içeri girerken, okul arkadaşım Yusuf kocaman adımlarla geçiyor yanımdan ve giderek uzaklaşıyor Hükümet Konağı’na doğru. Ama Yusuf ölmedi mi geçen yaz ırmakta yüzerken? Uçarak varıyorum yanına, “Yusuf, sen ölmedin mi oğlum sahiden?” diye soruyorum. Gülümseyerek uzaklaşıyor Yusuf. Ölmüş olduğunu düşünüp, üzülmüyorum nedense.
Birden gazoz kasasının kucağımda olmadığını fark ediyorum. Şimdi elimde hiçbir şey yok ve yine kapının yanında dikiliyorum öylece. Kimse benim farkımda değil sanki ya da görmüyorlar mı acaba, orada tek başıma beklediğimi? Lokanta ağzına kadar dolu. Günlerden Cuma olmalı, tüm köylüler buraya gelmişler yemek için. Havada sıcak çorba, ter ve et kokusu; ben iyiyim ama. İçimde geniş bir gülümseme.
Omzunda, çarşaftan hallice bir mendille ara sıra yüzünü silen şişman, kırmızı ablak yüzlü, altın dişli birisi çıkıyor lokantayla mutfağı ayıran geniş buzdolabının arkasından.
Selahattin Amca değil mi bu? Merkez Lokantası’nın sahibi canım! Her zamanki gibi, yuvarlanarak geziyor masaların arasında. Yemek yemeye değil de eve misafir gelmişler gibi davranıyor oturanlara. Eliyle buzdolabının arkasında duran oğluna işaret ederek, yemek isteyenlere kendi seçtiğini veriyor ya da sevmediklerini gönderiyor lokantadan. Selahattin Amca’ya neşeyle ve biraz da şımararak bakıyorum. Şimdi istesem, bir buçuk döner yerim, yanında ayranla üstelik ve gazozhanenin hesabına yazdırırım!
Selahattin Amca pek sever beni; hemen görüyor orada dikildiğimi, “Gazozcunun akıllı oğlu, gel bakalım,” diyor, mutfakta çalışan benim yaşlardaki oğluna duyurarak.
Ama benim gözüm, yolun karşısında tezgâhını açmış müşteri bekleyen seyyar köfteci Necati’de. Köfteci Neco…
Gülümsüyorum ve hiçbir şey yapmadan öylece duruyorum ayakta. Selahattin Amca’nın oğlu Resul sınıf arkadaşım, elimi kaldırarak selamlıyorum onu. Resul bakmıyor bana, yüzü de asık. Elinde kirli bir bezle geziniyor ortalıkta. Havadaki et, çorba ve ter kokusu giderek dayanılmaz hale geliyor. Çıkmak istiyorum ama Selahattin Amca üzülür şimdi, en iyisi gizlice kaçmak buradan. Bir punduna getirip çıkıyorum lokantadan. Hatta uçar gibi yavaşça süzülüyorum. Dönüp son kez bakıyorum lokantanın penceresinden içeriye; Selahattin Amca, sandalyesini bir masanın yanına çekmiş, oturanlarla muhabbet ediyor.
Beni görmedi ya da zaten hiç aldırmadı gidişime.
Biraz hızlanıyorum ve işte, Necati’nin yanındayım. Neco, hiçbir şey söylemeden köfteleri çeviriyor elindeki maşayla. Havada müthiş lezzetli bir koku. Izgaradan çıkan dumana doğru uzatıyorum başımı, içime çekiyorum yavaşça. Neco, ekmeğin içini çıkarıyor önce, boşalan yere köfteleri doldurmaya başlıyor. Sonra, domates ve soğanlar salkım saçak. Tepeleme… Üzerine bolca tuz ve karabiber, öyle işte, kafasına göre. Şimdi de biraz önce çıkardığı ekmeğin içini onların tepesine bastırıyor. Hâlâ cızırdayan köfteleri, ekmeğin kenarından sarkan domates ve soğanlarıyla bir gazete kâğıdına sarıp, uzatıyor.
Yarım ekmek köfte nasıl bu kadar sefil ve nasıl bu kadar lezzetli olabilir. Bütün bir hafta beklediğim an işte bu! Abimden gizli sattığım gazozlardan biriken parayı uzatıyorum. İlk lokmamı ısırıyorum sonra. Ama ah! Selahattin Amca karşımda birden; bana bakıyor. Üzüntülü bir hali var. Ekmeği saklamaya çalışıyorum. Sonra Selahattin Amca’nın büyük oğlu Osman’ın daha on sekiz yaşındayken motosiklet kazasında öldüğünü hatırlıyorum birden. Köfte ekmek elimi yakıyor ateş gibi. Necati bir sigara yakmış ocağın közünden, öylece bakıyor. Selahattin Amca kafasını çok üzgün eğiyor yere ve uçarak gidiyor sanki ya da kayboluyor birden.
1
Ağzımda acı ve kötü bir tatla uyandım sonra… Son zamanlarda, çok sık görmeye başladım bu rüyalardan.
Bir süre, nerede uyuyup kaldığımı kestirmeye çalışarak, öylece bekledim. Biraz daha uzasa bu bilinçsizlik hali, kesin paniğe kapılırım.
Tamam; salondayım ve kanepedeyim. Demek, en son buraya yıkılmışım. Ağlayarak sızılan bir kanepe uykusu daha…
Dışarıda, sitenin otoparkına girmeye çalışan bir araç sesi. Geri vitesin berbat melodisi kulağımı tırmalıyor. Birisi taşınıyor ya da terk ediyor siteyi. Salon penceresinden dışarıya doğru açılarak perdesizliğimi saklayan panjurun aralığından araca bakmaya çalışıyorum. Bilmem ne taşıma şirketine ait bir eşya kamyonu.
Gelen değil de, giden birileri var. Daha berbat nereye taşınmış olabilirler ki?
Sitenin yarım akıllı güvenlik görevlisi, telsizini sağ eliyle göğüs hizasında tutmuş, sert ve sabit bir vaziyette dikilmekte! Arada komutlar savuruyor gelenlere. Kamyonun temas ettiği her yer şu an onun külyutmaz bakışlarının ve küçük iktidarının kontrolünde.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıNasipse Adayız
- Sayfa Sayısı194
- YazarErcan Kesal
- ISBN9789750518447
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgenin Rüyası ~ Yılmaz Şener
Gölgenin Rüyası
Yılmaz Şener
“İnsan yüreği en geniş coğrafyadır, sonu gelmez bir yolculuktur.” “Belki de hayat, yabancısı olduğum bir mecradır. Dünyada öğrendiklerim, başka şeyleri unutmam içindir. Ve terk...
- İkiz Gezginler Güneş’in Sarayında ~ Betül Avunç
İkiz Gezginler Güneş’in Sarayında
Betül Avunç
İkiz Gezginler’i gökyüzünde olağanüstü bir serüven bekliyor!.. Antik Dünyanın Yedi Harikası nedir? Güneş’in dev heykeli Antik Çağ’da hangi adaya dikilmişti? Kitapların büyük dedesi olarak...
- Edebi Aforizmalar ~ Mehmet Eroğlu
Edebi Aforizmalar
Mehmet Eroğlu
Mehmet Eroğlu, neredeyse kırk yıldır devrimcileri, zamanın ruhunu, yakın dönemi, 1968’i, ölen, kalan ve direnen hayalleri anlatıyor. Cesur ve yeni şeyler söylüyor; nefes nefese,...