
MICHAEL J. SULLIVAN’IN DESTANLAR ÇAĞI İLE BAŞLAYAN EPİK SERİSİ ÖLÜMLER ÇAĞI’YLA DEVAM EDİYOR.
Bütün topraklar kış mevsiminin pençesine düşmüş ve umutlar çoktan tükenmişti. Batı ordusu, Avempartha’nın aşılmaz engeli yüzünden Fhrey topraklarına giremiyordu. Fane ejderhalarının sırrına ulaşmak için önce Nidwalden Nehri’ni geçmenin bir yolunu bulmak zorundaydılar. Hem insanlık hem de Suri için zaman daralırken, yaşayanların tek umudu ölülerdi. Kaderlerini mühürleyen bir seçim yapan bir avuç dışlanmış… İmkânsızı başarıp kurtuluşu getirebilecekler mi, yoksa hepsi kaçınılmaz sona mı mahkûm? Çünkü en büyük destanlar, yaşayanların dünyasının sınırlarını aşar.
YAŞAM VE ÖLÜM ARASINDAKİ ÇİZGİDE, KAHRAMANLAR DOĞUYOR.
*
1
Koca Kapı
İyi haber ölümün son olmaması. Ama bu aynı zamanda kötü haber.
—Brin’in Kitabı
Ah sevgili Mari, ben ne yaptım? Brin bunu düşünmekte çok geç kaldı. Gölet onu pençesine almıştı. Genç kadın belirgin bir emme sesiyle ortaya doğru çekildi. Ayaklarının etrafındaki balçığın, dişsiz bir yılanın boğazına giriyormuş hissi ile kendisini aşağı çektiğini hissediyordu. Hayatı boyunca duyumsadığı her şeyden daha soğuk olan ürperti hissi bacaklarını tırmanarak beline doğru çıkıyordu. Ne sıvı ne de çamur olan bulamaç, canlıya benzer yoğun, dondurucu bir katrandı. O dehşet içinde üşüyerek titrerken balçık santim santim göğsünü kapladı ve ciğerlerindeki havayı boşaltarak nefes almasını zorlaştırdı. Tesh de ölüyormuşçasına –Brin’in can kaybı onunkini de sonlandırıyormuşçasına– haykırdı. Bunu nasıl yapabildim? Beni cidden seviyor ama ben– Balçık tıpkı kâbuslardan fırlamış bir cesedin eli gibi boynunu sardı. Daha derine batan Brin yüzünü bulanık gölet yüzeyinin üzerinde tutmaya yönelik son bir gayretle başını arkaya yatırdı. Balçık ağzını ve gözlerini kapladığında çığlığını daha fazla bastıramadı. Ağzı balçıkla dolduğu için çığlığı sessizdi. Son sözü delikanlının ismiydi ama Tesh bunu asla öğrenemeyecekti. Brin bağrışın ardından solumayı reddetti. Su altındayken nefes almama içgüdüsü, hava arzusundan daha güçlü çıktı.
Onu gölete girmeye teşvik etmiş kahramanca düşünceler aklından uçup gitti; kısa süre içinde onları mantık, tefekkür ve irdeleme izledi. Geriye kesik kesik bir imgelem ritmi kaldı: yapraklara vuran günışığı, bir kovaya yağan yağmur, doğranmış havuçlar, annesinin kahkahaları, buz gibi bir gölet. Zihni dehşetten donarken bedeni tepki vererek tekmeler attı, ümitsiz bir sağ kalma çabasıyla çırpındı. Yukarı uzandığında eli bir anlığına yüzeye çıktı. Havayı hissetti – havayı! Öyle yakın ki. Ve de kısa süreliydi, zira parmakları bir kez daha yutuluverdi. Kolları yavaşladı, dermansızlaştı. Bacakları zihnine kulak vermeyi bırakıp kıpırdamaz oldu. İlave imgeler belirdi: konaktaki ateş, bir rüzgâr fırtınasındaki koyunlar, Tesh’in elini tutan eli, bir sayfadaki kelimeler. Solumaya çalışmak belki onu öldürebilecekken vücudu nefes almamanın kesinlikle öyle yapacağına karar verdi ve dolayısıyla nefes aldı. Burnundan ve ağzından içeri çamur doldu. Ciğerlerine daha fazla hava çekmeye yönelik ilave girişimler, bir kuşun pencere camına çarpması kadar aniden durdu. İstemdışı bir öksürükle soluk borusunu açmayı denedi ama eylemi korku içindeki bir çocuğun bir kasırgaya bağırması kadar beyhudeydi. Panik geçti. Zamandan yoksun soğuk bir enginlikte kıpırtısızca asılı duran genç kızı bir sükûnet sarmaladı. Zihni ağır ağır geri geldi. Düşünceler bir kez daha kaynaşarak fikirlere geçit verdi ve aklına gelen ilki aynı zamanda en bariziydi. Bir hata yaptım – son hatamı. Ölümün an meselesi olduğunu bilen Brin sabırla bekledi. Daha fazla vakit geçti. Hiçbir şey gerçekleşmedi. Bitti mi? Artık…? Karanlık öylesine mutlaktı ki Brin gözlerinin açık mı kapalı mı olduğundan emin değildi. Bu çok saçma bir düşünceydi, çünkü artık gözlerinin olup olmadığını bile kestirmekten acizdi. Öldüm mü? Ölmüş olmalıyım. Bu düşünce tuhaf denebilecek kadar sakin bir kabullenmeyle, böyle son derece sıradışı bir duruma yakışmayan mantıklı bir yargıyla belirdi. Çıkarımı bariz değildi, zira henüz ölümü işaret eden net bir belirti görmemişti. Paniğe ek olarak boğulmanın sıkıntısı da geçmişti ve artık üşümemekteydi. Fakat bunlar ölümü apaçık ilan eden şeyler değildi. Brin kısa bir süre boyunca hâlâ yaşıyor ve sadece bayılmış olabileceğini düşündü. Kollarını ve bacaklarını oynatmaya çalıştığında komutlarına tekrar uydular. Uzuvları bir sıvının içinde yer aldığını ama o sıvının göletteki yoğun balçık olmadığını bildirdiler. Su. Suyun içindeyim. Hemen sonra başı yüzeyi deldi. Brin istemsiz bir nefes aldı ve suya batıp çıkmaya başladı. Bir şekilde sağ mı kaldım? Acaba…? Ortalık hâlâ simsiyahtı ama bazı şeyler aşikârdı. Ne gölette ne de adanın herhangi bir yerindeydi. Ayrıca cadıyla beraber değildi. Tesh gitmiş, onu ilelebet kaybetmişti. Ölüm Nehri. Brin öyküleri bilirdi. Ölümün eşiğinden dönenler kendilerini parlak bir ışığa doğru sürükleyen güçlü, karanlık bir su kanalından bahsederlerdi. Brin herhangi bir parıltı görmediği gibi kendini ölü hissetmemekteydi. Kolları ile bacakları yerli yerindeydi ve yüzme konusunda her zamanki kadar beceriksizdi. Çabalarını azaltarak bacaklarını çırpmaktan vazgeçti ve kollarını gevşek bıraktı. Batacağına suda hafif hafif sallandı. O durgunlukta hiçbir şey algılayamadı: ne bir ışık, ne bir ses, ne bir koku ne de bir tat veya dokunuş. Genç kız kendini hiçlikte boğulurken buldu ve asılı durduğu boşlukta, Yoksa kollarımın ve bacaklarımın varlığını sadece hayal mi ediyorum? diye düşünmekten kendini alamadı. Etkileşime girebileceği hiçbir cisim olmadığından herhangi bir şeyi doğrulamasını sağlayacak bir yönteme, gitgide artan korkusunu çürütme kabiliyetine sahip değildi. Hâlâ var mıyım? Bunu ikinci ve daha bile dehşet verici bir düşünce izledi. Brin diye biri hiç var oldu mu? Hayatıma dair hatırladıklarımdan herhangi biri sahiden gerçekleşti mi? Net bir cevabı yoktu. Düşüncelere çerçeveler, referanslar ve temeller lazımdı. Brin onlardan mahrumdu. Duyularıyla beraber kendisinin de silinip gittiğini hissetti. Acaba ben…? Su duyumu kayboldu. Batıp çıkma hissi geçti. Var mıyım?
Bir bağlantı olmayınca Brin benlik algısını koruyamıyordu. Boğulmuyorum. Çözünüyorum. Ondan geriye kalan azıcık şey de ayrıştı, dağıldı ve eridi. Silikleşerek neredeyse kayboldu. Ve sonra– Bir ışık belirdi. Brin onu gördü. Çok uzaklardaki bir yıldız gibi ufacık bir noktaydı. Başka bir şey daha var – öyleyse ben de var olabilirim. Tamamen yok olmuş değilim. Parıltı büyüdü. Saçtığı ışık devasa bir kayalık kanyonda kıvrılıp bükülen kapkara bir nehri meydana çıkardı. Yamaçları gören, onları kayıp gitmesini seyreden Brin hareket ettiğini, bir yerlere sürüklendiğini anladı. İçini kaplayan rahatlama sayesinde düşünme, hatırlama fırsatı yakaladı. Derhal Tesh’in, ağzından çıkan o haykırışın anısıyla dağlandı. Ses aklından çıkmamıştı. O korkunç çığlık buralara kadar peşinden gelmişti. Üzgünüm, diye düşündü Brin, ışık büyüdükçe büyürken. Ne sarı ne de turuncu olan parıltı donuk, soluk bir niteliğe sahipti – kış ortasında öğleden sonraları güneş bir bulut örtüsünün arkasında kaybolurken olduğu gibi. Mesafe kısaldıkça aydınlık daha ilerileri görmeyi mümkün kıldı ve genç kız her iki yanda akıl almayacak kadar yükselen pürüzlü taş yamaçları ayırt etti. Nehrin bittiği yerde bir gölet ve ışığa boğulmuş bir kumsal vardı. Siluetleri çıkmış figürlerin hareketleri dikkatini çekti. İnsanlar! Evet, kesinlikle başkaları da var. Işık oradakilerin arkasından vurduğu için Brin’in tek gördüğü siluetlerdi. Yüzlerce kişi bir kalabalık oluşturmuştu. Işık onların ötesindeki upuzun bir kapıdan geliyordu. Kapının kanatları kapalı olsa da parıltı öyle yoğundu ki kapı ile çerçeve arasındaki aralıklardan dışarı sızıyordu. Hiç beklemediği bir anda Brin’in ayakları dipteki kumlara dokundu. Biraz daha sürüklendi, ardından ayaklarını yere basıp doğrulabildi. “Brin!” diye bağırdı ona doğru koşmaya başlayan Roan. Dostu ölü görünmüyor, tam da gölete girmeden önceki hâline benziyordu. Brin’i sudan çekip çıkarırken üstünde en ufak bir çamur lekesi yoktu.
“Aptal kız.” Moya gelip ona sımsıkı sarıldı. Ayrıldıklarında da elini kaldırıp Brin’in yüzüne düşmüş saçları kenara çekti. “Sana gelmemeni söylemiştim. Emretmiştim. Neden? Neden sözümü dinlemedin?” “Bir şeyi etmem gerekenden daha geç fark ettim. Muriel’in adı Ferrol, Drome ve Mari’yle beraber Agave tabletlerinde geçiyordu. Eğer o bir tanrıysa babası da öyle olmalı. Tressa, Malcolm konusunda haklıydı ve Malcolm gelmemi istemişti.” “Ne yani, artık sen de mi inançlısın? Hem de kendini öldürmene yetecek kadar?” “Dahası da var. Malcolm bana Brin’in Kitabı’nın insanoğlu tarafından yaratılmış en önemli şey olabileceğini söyledi. Her şeyi kayda geçireceğimi biliyordu. Benden doğruları söylememi istiyor ve onları burada bulabileceğimi düşünüyor.” “Yine de yapmamalıydın.” Moya’nın sesi gergindi. “Persephone beni asla affetmeyecek.” “Başarılı olursak eder.” “Bak o biraz zor.” Hep birlikte Gifford, Tressa ve Yağmur’un yanlarına gittiler. Üçlü o sırada yan yana durarak gölete ve kapının önündeki kalabalığa bakıyordu. Hepsi de neşesizce gülümseyerek genç kıza göz attı ve önemli bir sırrı paylaşıyormuşçasına kafa salladı. Brin o sırrın ne olduğunun farkındaydı. Bir aradaydılar ama aynı zamanda ölüydüler. Yağmur halen kazmasına, Moya da yayına sahipti. Gelston’dan almış olduğu aynı gömleği giymekte olan Tressa üstüne büyük gelen kıyafetini kısa bir iple belinden bağlamıştı. Brin okumayı öğrendiği için Tressa’ya söz verdiği gömleği henüz tamamlamamıştı ve kadının tüm ebedi varlığını böyle hırpani bir kılıkla geçirecek olması Brin’in içini sızlattı. Moya genç kızı süzdü, sonra da Bekçi’nin omzunun üzerinden sulara baktı. Kaşları çatıldı. “Tesh?” Başını iki yana sallayan Brin gülümsermiş gibi yaptı. “Beni bıraktı,” dedi kendi kulaklarına bile zoraki gelen şen bir ses tonuyla. Moya kederle kafa salladı. “Beni durdurmaya çalıştı. Onu ikna etmem biraz zaman aldı. Çoktan gitmiş olabileceğinizden ve sizi bulamayacağımdan korktum.”
“O pek mümkün değil.” Gifford dev kapının yakınında toplanmış kalabalığı işaret etti. “Görünüşe bakılırsa kapıdan geçmek için bekliyorlar.” Roan birdenbire ona doğru döndü. “Gifford?” Adama hayretle bakakaldı. “Ne var?” “Sen – az önce ne dedin?” Gifford omuz silkti. “Bunca kişi beklediğine göre büyük bir muharebe çıkmış olmalı diye düşünüyordum.” “Gene yaptın!” Roan heyecandan parmak uçlarında kalkıp indi. “Ne yaptım?” “Gifford, adımı söyle.” Çömlekçinin alnı kırıştı. Karışmış bir kafayla ötekilere göz gezdirdi. “Roan, sen ne–” Sonra gözleri fal taşı gibi aralandı ve ağzı bir karış açık kaldı. “Diğer herkes gibi konuşabiliyorsun.” Roan uzanıp çömlekçinin dudaklarını okşadı. “Roan,” dedi Gifford, bu sefer daha yüksek sesle. “Roan, Roan, Rrr-oan!” Gifford kollarını karısına doladı ve ikisi kucaklaşıp gülüştü. Brin kendini gülümserken buldu. Hepsi de sırıtıyordu. Tek istisna– “Tekchin nerede?” “Kapıya gitti–” Kalabalığın bulunduğu taraftaki bir şey dikkatini çekmiş olacak ki Moya yayını başının üzerine kaldırıp salladı. “İşte geliyor.” Hayattayken sergilediği aynı rahatlıkla hareket eden Fhrey koşar adım yanlarına geldi. “Kapı sıkıca kapatılmış. Kimse içeri giremiyor ve sebebini bilmiyorlar. Ortak kanı bir terslik olduğu yönünde.” “Bence de.” Moya kaşlarını çattı. “Sırf burada takılıp kalmak için mi onca zahmete katlanıp öldük? Kapının nereye açıldığından bile emin miyiz?” “Evet. Burası hiç kuşkusuz Phyre. O kapı genellikle açıktır,” diye izah etti Tekchin. “İçerideki ışık yeni ölenleri cezbeder. Yeterince yaklaştıklarında aile üyelerini ve dostlarını beklerken bulurlar.” “Bütün bunları nereden biliyorsun?” “Şu taraftaki bir kadın buraya daha önce de gelmiş – ama sonra tekrar bedenine dönmüş. En azından bana öyle söyledi. Ayrıca güney Rhulyn’de sıtmadan ölen bir adama göre kapı uzun bir zamandır kapalıymış.” “Ne kadar uzun bir zamandır?” Tekchin arkalarındaki karanlığı işaret etti. “Nereden bilebiliriz ki?”
***
Moya ötekileri kapıya doğru götürdü. Kalabalığın neredeyse tamamı Rhun’du ve çocukların çokluğu genç kadını huzursuz etti. Tek Fhrey Tekchin’di ama epey bir cüce de vardı. Ortak noktaları hepsinin de korkmuş, kaybolmuş ve kafası karışmış görünmesiydi. Buradaki herkes ölü. Moya’nın bu fikre alışması biraz zaman alacaktı. Hiç kimse hayalete benzemiyordu. Bunlar yalnızca birer şahıstı ama giyim kuşamları bir tuhaftı. Onların grubundakiler hariç çok az kimse seyahat kıyafetleri kuşanmıştı. Hanımların çoğu şık elbiseler giymişti ve erkeklerin üzerlerinde en güzel tunikleri var gibiydi. Hiçbiri yanında pelerin, çanta, hatta bir çuval bile getirmemişti ama hepsi de bir taşa sahipti. Taşlardan bazıları boyunlarda asılıyken çoğu ellerde sıkıca kavranmıştı. “Yol açın, yol açın!” Tekchin’in içine daldığı kalabalıktakiler usluca iki yana ayrıldı. Fhrey ileri uzattığı elini bir geminin pruvası gibi kullanarak ruhlar denizini yardı. Gösterdiği sertlikten kimse gocunmuşa benzemedi. Bilakis grubun kararlı tavrı otoriter bir izlenim vermiş olmalıydı, çünkü oradakiler onlara yalvar yakar yanaştılar. “Bir hata yapıldı,” dedi sürtünüp geçtikleri bir adam. Bedeninden lime lime sarkan yırtık pırtık bir kıyafet giymişti. Diğer çoğu kimsenin aksine bir taşı yoktu. “Burada olmamam gerekirdi. Hasta bile değildim. Ormana gitmiştim…” İşitme menzilinden çıktılar ve senaryonun devamını öğrenmemek Moya’yı sevindirdi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÖlümler Çağı
- Sayfa Sayısı376
- YazarMichael J. Sullivan
- ISBN9786052655566
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dövüş Kulübü ~ Chuck Palahniuk
Dövüş Kulübü
Chuck Palahniuk
İstenmeyen yağlar. Pahalı, butik sabunlar. Maaş çekleri, güzel bir ev, zarif mobilyalar. Yalnızlık ve yabancılaşma. Tüketimin susmayan arsız çağrısı. Yalanlar ve yalanlar. Nefret ve...
- Saplantı ~ Jennifer L. Armentrout
Saplantı
Jennifer L. Armentrout
Luxenler ve Arumlar, Lux serisinden bağımsız da okunabilecek Saplantı’da çok daha baştan çıkarıcılar. Ukala, zorba ve tapılası bir adam. Korunmaya muhtaç, küfürbaz ve ateşli...
- Shuggie Bain ~ Douglas Stuart
Shuggie Bain
Douglas Stuart
1980’ler. Glasgow şehrinin adeta öleyazdığı, ailelerin güçbela ayakta kalabildiği bir dönem. Ne var ki orta yaşlarındaki alımlı Agnes Bain daha fazlasını hak ettiğine inanır;...